Bu kaybedip de kazananların öyküsüydü…
Bu kaybedip de kazananların öyküsüydü… Cebimizde unutulmuşluğun hüznünü taşıyorduk!
Kulağımızı devrim türküleri tırmalarken, bu gidişe dur demenin bedelini, kurşun gibi katil damgası yiyerek ödemiştik… Bizi en fazlada bu yaralamıştı. Belli etmeden yüreğimizin en kuytu köşesinde taşıyorduk.
Acı bir kederdi kan kaybeden gençliğimiz. Ve okul kapısında vurulan okuma hayallerimiz. Zindan karası demirlerde eriyen umutlarımız. Ceyrana verilen geleceğimiz. Çarpılan geçmişimiz acımadan sorgulanırken hücrelerde… Soluk soluğa bir kaldığımız bir sırada vatan gibi göğsümüzden vurulmuştuk…
Asım’ın nesli gibiydik. Bedrin Aslanları gibi vuruşuyorduk. Şehit olan her arkadaşlarımızın ardından gözlerimizi intikam hırsıyla kapatıyorduk. Cesaretle açıyorduk.
Yarım kalan sevdalarımız, sevmek ölüm demekti o zamanlar ya da sevdiğinin cemalini bir daha görememekti. O’nun gözlerine bakarak verdiğin
Sözü tutamamak ve onu kaybetmeye hazır olmak vardı. Evden çıktığımız zaman geri eve dönmemiz Allah’ın takdirine kalıyordu. Önce Allah’ımız sonra yüreğimiz vardı bizim. Yalnızca bu iki güçe güveniyorduk.
Korsan yürüyüşlerde tekbir nidalarıyla inletiyorduk meydanları, korku veriyorduk yarasa kılıklı bilmeden Rus emperyalizmine hizmet eden beyinsizlere. Elimizde bir pankart asılıydı:’’Eller silah değil, Kalem tutmalı’’diye ama bu tür çabalarımız hep boşa gidiyordu. Sırf ülkücü oldukları için, beynini Rusya’ya Çin’e satan uşakların kurtarılmış bölgelerinde düzme halk mahkemelerinde yargılanıp gözleri oyulup , kurşuna dizilen cesetlerine 3 gün sonra ulaşılabilen ülkücü işçilerin,
ders kitapları ellerinde üniversite kapılarında yalnızca davasını yaşayan onlardan olmadığı için kurşunlanan öğrencilerin, camiye giderken şehadete eren ülküdaşlarımızın evlatsız kalan analarının, dul kalan eşlerin ve yetim kalan çocukların çığlığı bizi dişe diş kana kan misali silahı belimizde taşımaya zorluyordu.
Ona yanmıyorduk nedense hep katledilen şehit edilen canlar elleri silah taşıdığı için değil kalem taşıdığı için hunharca öldürülüyordu
Biz sonuçta Başbuğun komandolarıydık. Allah yolunun yolcularıydık ve bizi ölüm asla durduramazdı Biz bu vatanı gül gibi sevmiştik ve o gül bize Allah’ın emanetiydi gerekirse kurumaması için onu kanımızla sulardık. Biz gidenlerden böyle öğrenmiştik;’’Kılıçkıran’dan’’,’’Önkuzu’’dan dan,’’Özmen’den’’ böyle öğrenmiştik. Onları kendimize örnek alıyorduk, hayatımıza onların yaşamlarının gölgesi vuruyordu.
Dava arkadaşlarımız bizim herşeyimizdi, onlar için gerekirse ölüme giderdik. Çünkü biz; ölümden korksaydık;’’ÜLKÜCÜ’’olmazdık!
Okunan sela sesleri eşliğinde ağlamayı öğrenmiştik. Giden yiğit olunca bozkurt işaretiyle yapılan yeminlerde âmin derken geleceğin ’’Milliyetçi Türkiye’sine’’selam gönderirdik! Esaretin kamçısıyla inleyen soydaşlarımızın bir gün bağımsızlıklarına kavuşacağı, sürüldükleri yurtlarına geri döneceği günlerin doğacağı inancıyla, gecenin karanlığında hilale karşı uluyan kurtların sabahı bekleyen sevdalar gibi üç hilali sancakların yurdumun dağlarında ebediyen asılı kalması umuduyla üçler, yediler, kırkların duası üzerimize olsun. Mahşere kadar Anadolu Türkün yuvası olacaktır! Evvelallah, zaferlere Bismillah! ALLAH MÜSLÜMAN TÜRKÜN YARDIMCISI OLSUN!
Hüseyin Özbay