- 1309 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
DERELER COŞUNCA
İkinci Dünya Savaşı sonrasında büyük bir kıtlık oluşmuştu. Köylüler tarlalarını ekememiş, hayvancılık faaliyetleri istenilen düzeyde olmamıştı. Tarımsal ve hayvansal ürünler az olunca temel ihtiyaçlar karşılanamaz hale gelmişti. Mevcut siyasi iktidar da her an savaşa katılma endişesiyle vatandaşın elindeki ürünleri alıp stoklama yoluna gitmişti. Hal böyle olunca mal az, talep fazla olmuştu. Bunun sonucunda da; pahalılık ve kıtlık baş göstermişti. Buna bir önlem almak için siyasi iktidar vatandaşa temel ihtiyaç maddelerini, nüfus sayısına göre karne ile veriyordu. Örneğin; fırından ekmek bile alsanız elinizdeki karneye bakılarak nüfus sayınıza göre verilirdi.
Beşir de Artvin ilinin ilçesi Ardanuç’un Ballıca köyünde yaşıyordu. Bu kıtlıktan onlar da nasibini almıştı. Köyde yağ, şeker, un gibi temel ihtiyaç maddelerinin sıkıntısı çekilmeye başlanmıştı. Köylerinde mısır temel gıda maddesi olarak kullanılırdı. Mısırdan un elde edilip, bu undan ekmek, çorba gibi yiyecekler yapılırdı.
Köyde mısır kalmamıştı. Ardanuç’a mısırın geldiğini komşularından duymuşlardı. Herkese karneyle verildiğini de öğrenmişlerdi.
Yaşlı ve hasta olan anne ve babasının köylerine uzak mesafede olan Ardanuç’tan mısır alıp gelmeye halleri yoktu. Anne ve babası Beşir ve büyük abisi Hasan’ı yanına çağırarak:
- Evlatlarım! Bugün size görev düştü. Diğer kardeşleriniz küçük olduğu için gitmeleri mümkün değil. Ayrıca bizler de hasta ve yaşlıyız. Biz ikinize güveniyoruz. Sizin bu işi halledeceğinize inanıyoruz. Yalnız bizim köyün sınırında bulunan dereden karşıya geçerken, sakın yol kısa olsun diye köprüyü değil de bazı köylülerin kullandığı deredeki geçiti kullanmayın! Zira sel gelip, sular kabarıp, o geçitten geçmeniz mümkün olmayabilir. Allah yolunuzu açık etsin. Dediler.
Beşir ve abisi anne babasını can kulağıyla dinleyip, onların içini rahatlatmak için birlikte:
—Sizler rahat olunuz. Dikkat ederiz. İnşallah akşam olmadan sağ salim döneriz. Dediler.
Babaları:
—Pekiyi. Hemen bizim atı alın, bir de yolunuzun üstünde bulunan aşağıdaki köyden dayıngilin atı da alın, iki atla gidin. Dedi.
İki kardeş ahırdan atı alıp, anne ve babasıyla vedalaşıp yola koyuldular. Yollarının üstündeki dayısıgilin köyden de diğer atı alıp dereye kadar geldiler.
Dere köylerine sekiz – on kilometre mesafede bulunan yazın kuruyacak hale gelen baharın ise derya deniz olan bir suydu. Bu mevsimde fazla suyu olmamasına rağmen ani sağanak şeklinde oluşan yağışlarda birden coşup sel haline gelebiliyordu.
Çocuklar yolu uzatan iki kilometre ötede bulunan köprüyü kullanmayan köylüleri gördüler. Su da fazla derin değildi. Ayrıca korkmalarına gerek yoktu. Yanlarında dev gibi atları vardı. Hasan:
—Beşir! Boş ver köprüyü dolanmayalım. Bak herkes geçiyor. Kimseye bir şey olmuyor. Ben seni de korurum. Hemi de anne babamız nereden bilecek. Dedi.
Beşir ise:
— Olmaz abi. Büyüklerimizin sözünden çıkmayalım. Onların mutlaka bildikleri bir şeyler vardır. Dedi.
Abisine yalvarıp yakarmasına rağmen Hasan kararlıydı. Hem kendini ispat edecekti, güçlü olduğunu gösterecekti, hem de kardeşi üzerinde otorite kuracaktı.
Atlarla beraber geçitten karşıya geçip, Ardanuç’a vardılar. Burada Ardahan ve Göle’den mısır almaya gelen bir sürü insan vardı. Bu yüzden biraz bekleyip, mısırlarını aldılar.
Atlara yükleyip köylerinin yolunu tuttular. Sabahleyin geçtikleri dereye vardıklarında ikindi olmuştu. Derenin suları sabaha göre biraz fazlaydı ve gittikçe de fazlalaşıyordu. Bunun sebebi de derenin üst kesimlerinde sağanak halde yağmurun başlamasıyla oluşan sel sularıydı. Derede yavaş yavaş sel oluşmaya başlamıştı.
Abisi Hasan:
—Beşir sabahleyin geçtiğimiz geçitten geçelim. Hem vakit azaldı hem de korkulacak bir şey yok zaten sabahleyin de geçmiştik. Dedi.
Beşir abisine itiraz ettiyse de sözünü dinletemedi. Hasan abisi:
—Beşir bu atlar beni yükle taşıyamaz. Seni atın üstüne bindireyim, diğer atıda yedeğine al. Önce bu geçitten derenin ortasındaki kum adasına geç. Kum adasından tekrar karşıya geçersin. Karşıya geçince atın birinin yükünü boşalt bana geri gönder bende ata binip karşıya geçerim.
Bu kum adası; Suların azalmaya başladığı mevsimlerde çeşitli ağaçların köklerine kum ve birçok katı maddenin birikmesiyle oluşuyordu. Adeta derenin ortasında küçük bir ada meydana geliyordu. Yağışlar arttığında veya sel geldiğinde kum adası sularla ortadan kalkıyordu. Yani geçici bir özellik gösteren adacıktı.
Beşir abisinin yaptığı plana göre atın birine bindi, diğerini de yedeğine alıp suya daldı. Tam kum adasına varacakken atın yükünü bağlayan ipler suyla ıslandığı için çözüldü. Yükle birlikte Beşir kaymaya başladı. Atın ayağıda suyun içinde bulunan kaygan bir taşa bastığından at tökezledi. Beşir’i üzerinden fırlatıp attı. Tam kum adasının kıyısındaki küçük söğüt ağacının üzerine düşürdü. Atın yükü de kayıp suya karışıp gitti. At, diğer atla birlikte kum adasına çıktı. Beşir’de derenin ortasında bulunan kum adasındaki küçük söğütte asılı kaldı.
Abisi karşıda Beşir’de kum adasında ne yapacağını şaşırmış ve panik halinde idiler. Beşir, ağlamanın çare olmadığını zaman geçtikçe anlamaya başladı. Hemen atları kum adasında bulunan söğüt ağacına bağladı. Bu kum adasından karşıya geçmek imkânsız gibiydi. Çünkü sular gittikçe kabarıyor. Derenin sesi yeri göğü inletiyordu. Anlaşılan derenin yukarı kesimlerinde bol yağış olmuş, sel sularıyla dere kabarmış, habire derenin suları artıyordu. Kum adasının alanı giderek azalıyor hatta böyle giderse bir-iki saat içinde kum adası ortadan kalkabilirdi. Atlar, kum adasından karşıya geçmek için göz kestiremiyordu. Derin, bulanık ve hızlı akan sel sularından atların gözleri korkmuş gibiydi.
Hasan, karşı kıyıda ne yapacağını şaşırmış durumdaydı. Kardeşi Beşir ve atlar her geçen dakika ölüme doğru yaklaşıyorlardı. Elinden bir şey gelmiyordu. Hemen kararını verdi. Gerisin geri gidip yukarı köye haber verip, oradan yardım istemek aklına geldi.
Hasan, yukarı köye vardı. Telaşla önüne gelene söyledi. Köylüler hemen toplanıp ip, balta ne bulduysalar alıp dereye geldiler. Baktılar ki kum adasını sular kaplamış, Beşir söğüt ağacının üzerine çıkmış atlar yarı bele kadar suyun içinde kalmışlardı.
Dere yatağından taşmış, yıllardan beri içeriye hapsedilmiş, güneş yüzü görmemiş, azgın bir boğa gibi zapt edilmiyordu. Önüne ne çıkıyorsa yakıp, yıkıyordu. Özellikle son yıllarda derenin havzasında bulunan ağaçların tahrip edilmesi de selin gücünün artmasına neden oluyordu. Bir kaç yıldır bu mevsimde aşırı sel olmasının ana nedenleri arasında bitki örtüsünün yok edilmesi etkiliydi.
Köylüler hemen derenin kıyısında bulunan iri gövdeli ağaçlardan birine ipin ucunu bağladılar. Diğer ucunu da Beşir’e doğru attılar. Beşir’in önce atlardan birine ipi bağlamasını söylediler. Beşir birinci ata ipi bağladı. Atı köylüler iple çekerek kıyıya çıkardılar. Sonra diğer atıda aynı taktikle kıyıya çektiler. En sonunda Beşir ipi beline iyice bağladı. Bata çıka köylüler tarafından alkışlar arasında kıyıya çekildi.
Bu arada vakit hayli ilerlemiş hava kararmış, yatsı olmuştu. Gecenin sessizliğini derenin kabaran azgın suları bozuyordu.
Köylüler hemen orada bir ateş yakıp Beşir’in elbiselerini çıkardılar. Soğuktan adeta donan vücudunu ısıtmaya çalışıyorlardı.
Beşir ve Hasan’ın anne ve babası hem hasta hem de yaşlı insanlardı. hava kararmasına rağmen çocuklarının gelmediğini görünce, her geçen dakika onlar için bir asır oluyordu. Gündüzden havanın aşırı karardığını görünce bu mevsimde sağanak yağışların olup derenin suyunu kabartacağını, çocuklarında ihmalkârlık edip köprüden geçmek yerine deredeki geçitten geçeceklerini ve sele kapılacaklarından korkuyorlardı. Yine çocukların şehirde fazla oyalanıp köye geç kalıp gecenin karanlığında ormandan geçerken vahşi hayvanların saldırısına uğrayacağından endişeliydiler.
Sonunda anneleri Seher Hanım sabredemedi. Eşine:
—Osman Efendi ben sabredemiyorum. Yavrularım gelmedi. Küçük kardeşim Halil’i alıp çocukların gelebilecekleri yere doğru gideceğim. Dedi.
Osman Efendi Seher hanımın ana yüreğinin burkulduğunu, gözyaşlarının yanaklarından aşağıya doğru süzüldüğünü çoktan beri görmemişti. O da:
—Evet, hanım benim de içim yanıyor. O kadar hasta ve güçsüzüm ki ayakta duracak halim yok. Ama ben de bir babayım. Benim de vicdanım var. Çocuklarımı aramadan duramayacağım. Dedi.
Hemen komşulara bildirildi. Köyde İbrahim efendinin atı ve Nihat beyin katırı getirildi. İki ihtiyarı hayvanlara bindirdiler. El fenerleriyle konu komşu hep birlikte dereye doğru yola çıktılar.
Dereye vardıklarında derenin kıyısında yanan ateşleri ve kalabalığı gördüler. Seher hanım birden fenalaştı ve avazının çıktığı kadar bağırarak:
—Yavrularım, yavrularım! Gördün mü Osman Efendi? Yavrularımı selin suları alıp, götürmüş. Karşı köylüler toplanmış. Onları arıyorlar.
Der demez Nihat beyin katırından yere düşerek bayıldı.
Ayıldığında iki çocuğunun başı ucunda birisi ellerini ovuştururken diğerinin de derenin soğuk sularını yüzüne serperken gördü.
—Yavrularım köprüyü kullansaydınız beni böyle bayıltıp, iki köyün adamını da gecenin köründe derenin kıyısına dökmezdiniz. Ama Rabbime binlerce hamd olsun. Sizleri bana tekrar bağışladı.
Beşir ve Hasan abisi sanki sözleşmiş gibi:
—Evet anne. Büyük sözünü dinlememenin bedelini saatlerce ecel terleri dökerek ağır bir şekilde ödedik. Bu sel bize hayatımızın en büyük dersini verdi. Dediler.
27.10.2007
Tarık TORUN
HEPSİ HİKAYE
"Dedemden, Babamdan, Benden"
YORUMLAR
gördüm ki bu öyküden küçükler bazen büyüklerden daha akıllı oluyormuş...
vede yaşamak ince bir pamuk ipliğine bağlıymış....
1945 ten bu yana bu kişi yaşıyorsa evliliğinden sonra dünya kadar insanın yaşamasına vesile olmuştur..... hayat ne ilginç bir şey.... bir hamle yanlışlığı yapılsa 1945 te biri selde gitti..... anlatması ne kadar kolay olurdu.... büyük sözü dinlemek önemlide büyük olması değilde akıllı ve hareketi doğru oalnın sözünü dinlemek daha karlı..... tebrikler ... devam yazmaya.....