SOKAK KIZI NURİYE
(Hayvan severlerin dikkatine! Hayvanlara yönelik hiçbir düşmanlığımız yoktur.)
Evin büyük oğlu bisiklet üzerinde eve yaklaşırken; köşe başında küskün Nuriye’nin beklediğinden habersizdi. Ta ki annesi kapıda işaret verene kadar. Oğulun annesinden işaret almasıyla direksiyonu çevirip, Nuriye’nin etrafında kavis çizerek geçip evin kapısında durması bir oldu.
Mehmet’in evin kapısına yanaşıp çocuk kalabalığına varırken;
’Acaba Nuriye beni fark etmiş midir? Ya O’nu ürkütmüşsem’ diye geçirdiği dalgınlık halini kapıdaki çocuk kalabalığı dağıttı.
Annesinin çocuk kalabalığından sıyrılarak Mehmet’in yanına gelip;
’O’nu gördün değil mi’ biçimindeki sorusuna karşılık Mehmet’in ilk tepkisi;
’Görmez olur muyum?’ şeklinde oldu. Aynı zamanda hızla bisikleti merdiven altına yerleştirip kapıya fırlaması bir oldu. Kapıya yetişirken annesinin engellemelerine direndiyse de, annesinin;
’Zaten yeteri kadar ürkmüş. O’nu ürkütme. Dur bak, bana daha çok alışıktır. Beni sever. Sözümü dinler. Onu eve getiririm. Sen çocuk kalabalığını sustur yeter’ sözleri öfkeli Mehmet’i durdurmaya yetti.
Doğrusu annesinin engellemesi boşuna değildi. Zira Mehmet’in o ilk andaki ruh haliyle Nuriye’ye yaklaşması felaketin başlangıcı olacaktı. Annesinin aylarca süren mücadelesi; tekrar Nuriye’nin evden kaçmasına, olayın ilk gününe kadar gidecekti.
Şans o ki; Nuriye önceki mütemadi gelişlerdeki kadar hırçın ve zaptedilmez değildi.Biraz gergin ve ’ne olacak’ telaşında olsa da; eskisi gibi ailede umuda su yerine toprak atmıyordu. Hiç olmasa geleceğinin umudunu veriyor, yeşertiyordu. En azından panorama öyle gözüküyordu.
Mehmet’in en son Nuriye’yi gördüğünden bu yana bir ay kadar zaman geçmişti. O zaman O’nu yukarı mahallede görmüş; Nuriye karşıdan karşıya geçerken ’yetişeyim’ diye Mehmet’in tez davranmasına rağmen, kırıtarak hızlı adımlarla kalabalığın içinde kaybolup bu sefer de kendi izini kaybettirmeyi başarabilmişti.
O’nu görüp izini kaybettirdiği gün annesine, yani Nuriye’nin de teyzesine söylemeyi geciktirmemişti Mehmet.O gün Nuriye’ye öfkelerine rağmen iz kaybettirmesine kahkahalarla gülmüşlerdi hep birlikte. Zaten evin en gergin havasında dahi ilgi odağı olmayı beceren bir yönü yok muydu? Burada da öyle yapmıştı bizim ilgi çeken Nuriye.
’Acaba bu sefer demir atar mı eve? Bir aydan fazla zaman oldu. Bu yetmedi mi ona. Bu kaçıncı sevgilisidir acaba? Bu kadar geciktiğine göre kesin başka yerde demir almıştır? Hiç de mecali kalmamış baksana. Gerçi biraz çirkinleşmiş, bakımsız kalmışsa da; fazla değişiklik yok. Karnında belirgin bir şey yok. Bir ayda ne olacak ki. İlahi sen de. Sayısını da unuttuk vallahi. Kaç çocuğu olmuştu? Tam bir sokak hikayesi. Nankör besleme, sokak kızı ne olacak?’
Mehmet’in bu vesveseli monologlarını annesinin sanki O’nun içini okumuş gibi verdiği cevap kesti.
’Yok yok. Merak etme. Bu sefer geleceğine inancım var. Zaten uzun bir zaman oldu.’
Mehmet annesinin bu cevabına karşı kısa süreli ’düşüncelerimi sesli mi söylemiştim’ kaygsı ve ürküntüsünü yaşadıysa da; yine eski monologlarına devam etti.
Aslında Mehmet bu düşüncelerinde haksız da değildi. Mehmet’in bu düşüncesini tüm aile üyeleri taşıyordu. Bu konuda herkes hemfikirdi. Ancak bu durum sessiz bir hemfikirlilikti. Herkes herkesin düşüncesini taşıyordu. Ancak bir düşünce alış-verişi yoktu.Zira bu konuda en ufak bir alış-veriş düşüncelerin dallanıp budaklanarak birbirlerini beslemesini, canlılık kazanmasını bozkırın aniden tutuşmasını getirecekti. Bu da yüreğinde bir ukde ile ayrılan Nuriye’nin yangınına körükle müdehale olacaktı. Sessizlik bunun içindi. Korku;yeniden gelebilir umudundan doğuyordu. Yoksa düşüncelerinin yanlışlığından değildi. Bilakis doğruluğundan doğuyordu.
Evet evet. Mehmet, herkes gibi düşüncelerinde haklıydı. Nuriye’nin öyküsü tam bir Türk Filmi Klasiği gibi olmuştu. Eve evlatlık olarak alınan, daha sonra büyüyüp serpildikçe kendi kabuğunu kırıp gençliğin debdebesine kendisini kaptıran kayıp genç kızın hazin öyküsü.
’Ne kadar da traji-komik’ diye mırıldandı Mehmet bir an.
’Nerden nereye.’
Bu küskünlük ve kaçışında olduğu gibi; yıllar önce de yaz mevsiminin bunaltıcı sıcağında birden belirivermişti Saadet teyzesinin kameriyesinin köşesinde bizim Nuriye.O’nu ilk gören evin en küçüğü Murat olmuştu. Ardından Saadet teyzesi.O gün gelişiyle mevsimin bunaltıcı sıcağına renkten ve sesten bir cemre olmuştu; bizim renk dağıtan Nuriye.
Kameriyede ilk beliriverdiğinde biraz ürkek ve çekimser davranmışsa da; gelme istemini belirten cakalı referans ve hareketlerde de bulunmuştu bizim cüretkar ve afili Nuriye.
Hazırlıksız, biraz da acımadan kaynaklı ’alalım, aman ne de güzelmiş’ curcunası ve duygusal atmosferi içinde, bir tek zıt görüş bildiren evin en büyük oğlu Mehmet idi. Zira Nuriye kız idi. Ve erdenliğine ramak kalmıştı. Bu da çok masraf demekti. En azamisi de; gelecek için korku duygusu aşılayan cüretkarlığıydı. Bir tek sağduyusunu kullanan oğul olmuştu. O da tek tek bireylerin ’alalım’ atışları karşısında kale önünde savunmasız asker kalmıştı. Saadet teyzesinin nihai ’alacağız’ kararıyla beraber de artık kaleyi karşı orduya teslim etmekten başka çaresi kalmamıştı.
Zaten kalabalık olan ev; o andan itibaren curcunaya dönmüştü.
Hizmetler hizmetler...
Ah ne hizmetler...
’Bunu yer, bunu yemez’ tahminleriyle sunulan ikramlar...
’Burada yatar, burada kalkar’ diye yapılan hazırlıklar...
Üzerindeki kiri ve lekelerini sökecek şampuanlar, kokular...
Birkaç gün bu hengamede geçmişti. Ta ki ev olağan duruma geçinceye kadar.
Gerçi hiç olağana geçeceğe benzemiyordu ya...
Sanki bir şamataya sihirli değnekle vurmuştu; bizim şamata yaratan Nuriye.
Evdeki bu hengamenin bitmesine Saadet teyzesinin unutulmuş bir şeyi hatırlatması neden oldu. Şimdiki adı taşıyan Nuriye’ye isim konulmamıştı.
Saadet teyze ’yahu çocuklar buna isim takmadık. Kendisi de şimdilik konuşmuyor. Herhalde yeni bir isme kızmaz’ deyince; Nuriye de yeni olmanın çekincesinden doğan sessizlikle onaylamıştı.
Bir sürü ıvır_zıvır isimler...
Bir ara evin en küçüğü Murat; ’Maviş’ deyiverdi.
Ama Nuriye’nin gözleri mavi değildi ki. Mavi tonuyla karışık yeşil. Ne mavi ne de yeşil. Tuhaf bir ton.
’Peki ne ad takacağız’ diye meraklı gözlerle izleyen Ayten’e annesinin yanıtı pek gecikmemişti.
Anne; kimsenin henüz aklına gelmeyen bir soru sormuştu; ’gözleri, biliyor musunuz kime benziyor?’ diye.
Anne; ’yengeniz Nuriye’nin gözlerine’ deyiverince, herkes oluşan hemfikirlilikle onaylarcasına ’evet’i basıvermişti.
İsmi NURİYE’ydi artık.
Dayıoğlu Hikmet’in eşinin ismi.
’Ama bu yengeye ayıp olmaz mı? Yengenin yanında ona nasıl sesleneceğiz? Kırılgandır yenge’ gibi bir sürü varsayımdan sonra artık Nuriye olmuştu bizim tirşe gözlü Nuriye.
Basitti. Soruna pratik bir çözüm(!) bulunmuştu.
Nuriye yenge bir tek pazar günleri eve misafirliğe geliyordu. Onun yanında Nuriye’ye seslenilmeyecekti. ’Maviş’ denilecekti.
Kimse bir gün eve gelen Nuriye yengenin yanında Murat’ın Nuriye’ye ’Nuriye’ diye sesleneceğini hesaba katmamıştı. O an Nuriye yenge seslenmenin kendine hitap olduğuna yorumlamış, Murat’ın yanağına bir öpücük konduruvermişti.
*** *** ***
Tüm bu hengamelerden memnun ev içinde asude aylar geçirdi bizim Nuriye. Evdekiler bu sessizliğini onun erdenliğinin ilk işaretlerine yorumlamışlardı her zaman. Ancak öyle olmadığını hissedip de bir türlü ’farklı anlaşılırım’a yorumlayan Mehmet idi.
Evin nişanlı kızı Hülya’nın pazar günkü nişanlı ziyareti beklentisinin Nuriye’de de bir sabırsızlık yarattığı bilinmeyecekti bir türlü. Bir tek o günler hareketliydi.
Bu, herkesçe Nuriye’nin pazar huysuzluklarından, yabancıya alerjisinden birine yorumlanıyordu.
Böylece gözlerindeki ’is mi’ yoksa ’doğal hali mi’ sorusu da sır olarak kalacaktı.
Ailenin yeni evlerine taşınma hazırlıkları Nuriye’de de bir heyecana yol açmıştı. Çünkü O artık bir aile üyesiydi. Ve alınan kararlarda ortaktı. En çok katıldığı ve hoşuna gittiği konu da; ailenin kendisinin yeni yeri konusunda yaptığı fikir teatileriydi. Hoşuna gitmeyene dudak büzmüş, memnun olduğu şeylerde de hoplayıp zıplamadığı kalmıştı.
Nihai gün de gelip çattı. Ve göz açıp kapayıncaya kadar kendisini yeni evinde, yerleşim hazırlıkları içinde gördü. Yeni yeri muhteşemdi.
Ancak yeni evin yerleşim sorunu henüz ortadan kalkmamışken, Nuriye sokağa çıkıp sehven yolunu şaşırıp veya unutup eski eve gitmez mi? Tüm aileyi merak ve hüzne gark etmişti.
Ancak eski komşuların yardımıyla kaybolmaktan kurtulabilmişti. Komşular yeni evi bilmediklerinden akıl edip de, Nuriye’yi zorunlu alıkoymuş, Mehmet’in de O’nun eski yerde kaybolduğunu tahmin edip bulmasıyla ancak eve gelebilmişti bizim kayıp Nuriye.
Kimse Nuriye’nin bu dalgınlığını yüzüne vurmadığından, bu utangaçığını çok çabuk atmıştı. Aylar sonra bir gün bu dalgınlığının sırrını ketum küçük ablası Ayten’e ’o zaman bu eve misafir geldiğimizi sanıyordum’diye çıtlatmıştı. Ayten ablası biraz düşündüğünde ’sahi elini birşeye atmamıştı ki evi taşıdığımızı görsün’deyivermişti.
*** *** ***
Ailenin yeni ev değişikliği gençliğinin yeni çağında olan Nuriye’nin yaşamına da yenilikler getirmişti. Öyle ki; Nuriye, önüne gelen fırsatların hiçbirine lakayt kalmamıştı. Bu fırsatlar; en çok ayağına gelen sevgilileri konusunda kendisini gösteriyordu. Sevgili edinmesi kadar, onları terk etmesi de o denli kolay ve hızlı oluyordu bizim sevgili tüketen Nuriye’nin.
Bahar mevsimi; Nuriye’nin vaktinin çoğunu balkon ve damda sevgililerince sunulan serenat resitalleri alıyordu. O’nu elde edebilmenin uğraşları, tanrıya yakarmalar, yıldızlara sitem...
Hepsi gökyüzünün ahengiyle melodileşiyordu.
Kimse Nuriye’nin geceleri tek başına yaşadığı bu kaçamakları sorgulamadı.
O’nun bu hali yadırganmadı da.
Bilakis evde donuklaşıp, sessiz kaldığında herkes anlayışla karşılar, Nuriye’ye çöpçatanlık yapardı. Zaten Nuriye’nin ilk gözağrısı, ailenin ortak çabasıyla olmuştu. Bu denli fedakarlık!
Kimse o zaman bir gün tüm bunları tekmeleyip şimdiki duvar diplerinde aileyi hüzne boğacağını tahmin etmemişti ki.
O zaman O’na ayarladıkları genç sevgilisinin nereden geldiğini, kimlerden olduğunu sormadan Nuriye gibi kabul etmişlerdi hep birlikte. Sarı lepiska saçları, mavi gözlerini çok beğenen aileye lütfedip de tanıştırmamıştı nedense Nuriye.
Bir peri kızıydı sanki. Her şeyi gizlemeyi beceren. İçindeki kini, sevgi gibi gösteren. Pasaklılığını temizlikle cilalayan. Özellikle de yaptığını çok sonraları tesadüf sonucu deşifre eden bir özellik.
İki yüzü vardı Nuriye’nin. Biri kendisine ait. Birisi de aileye verdiği yüzü.
Evde bir peri gibi dolaşırdı. Ortalığı dağıtmışsa; kimse bilmez, başkası sanılırdı. Kanepesi O’nun için sabahki jimnastik aracıydı. Esner, zıplar, takla atardı. Bunu da vakur bir şekilde cilalardı. İçindeki çocuk; iç dünyasında çocuk, dışa karşı da olgun bir hanımefendi idi. Kanepesi O’nun her şeyi idi. Tut ki yanlışlıkla biri üzerinde oturadursun; o kişinin kalkacağı ana kadar etrafında dolanır, bıktırıp kalkmasını sağlardı. Bir tek Saadet teyzesine bunu yapmazdı. Bir tek ona özlü davranırdı. Zira O’nun ANNESİYDİ.
Evde herkes O’nu severdi. Ama O, Saadet teyzesi dışında herkese riyaydı. Bu ikililiğini de herkes bilmezdi. O kadar ki ince bir karşı duruştu.
Ancak Nuriye ile Saadet anası arasındaki sular; torunlar piyasaya çıkınca akmaya, genişlemeye başladı.
Ev artık Saadet teyzesinin torunlarıyla dolmaya başlayınca; bu, Nuriye’de de hezeyanların, kabusların başlangıcı oldu. O güne kadar Nuriye ile hiç kimse başedememişti. Ta ki torunlar ortaya çıkana kadar. Başta afacan Mahmut’la başlayan yaramazlıklar, Merve’yle işkence seanslarına döndü. Saadet teyzesinin sürpriz ikizleri Rojda-Dilan ile birlikte bu, zirveye tırmandı. Her biri ayrı bir ekol; ilki diğerinin bir başka versiyonu ve sürdürücüsü oldu.
Mahmut; tam bir ’işkencecibaşı.’
Merve; seven ama yumuşakça ’okşayan.’
Rojda; ürkekçe yaklaşan, fırsat bulunca nasıra basan.
Dilan; anlatmaya değer. Tam bir despot. Ve zincirlerinden boşalmış bir ’cadı.’
Tüm bunlarda gerçek payı olsa da, Nuriye’nin gözündeki abartıdan başkası değildi. Bir sevginin ızdırap veren yönüydü. Ya da sevilen bir gülün diğer tarafı olan dikeni.
İşte Nuriye de her iki yönü gözden kaçıran bir ’mağdurdu.’ Bir tek gülün dikenine takılan.
Bu; Nuriye için küskünlüğün, kırgınlığın, uzun sessizliklerin ve şimdiki terk-i diyar girişiminin gerekçesiydi.
*** *** ***
’Acaba geri gelecek mi?’
Evet şimdi herkesi uğraştıran bir soruydu bu.
Fısıldaşmalar, uğultular kapı önünde yoğunlaşıp bir merak dalgasına dönüşüyordu.
Saadet teyzesinin demirden emri herkesi kapı önünde mıhlamıştı.
’Kimse Nuriye’ye yaklaşmayacak. O’na söylenecek tek bir kelime duymayacağım.’
Bu sarsılmaz otorite Nuriye’nin dayanağı ve kalkanıydı. Bu; O’nu şimdiye kadar tutan gönül bağıydı.
Bu emir verilirken hüzünden yüzü buruşan Nuriye’ye nur’dan bir cemre serpilmişti sanki.
Okula gitmek üzere kapıda bekleyen Songül ile Yıldız ikilisi; Nuriye’nin bu hoşnutluğunu Gözden kaçırmadılar. Hemen kendi aralarında gülüşüp-fısıldaşıp bir tanıma götürmekte gecikmediler.
Saadet teyzesi ve Nuriye arasında bahçe köşesinde geçen diyaloğun sonucunu kestirebilmişti ki; zekasının altında sanki bücür kalmış gibi gözüken Rojda’nın tiz bir sesle Nuriye’ye
’Didme Nu-dide. Biz se-ni teviyoruz’ diyen sesi kapıdaki kalabalığa bir ivme kazandırdı.
Kahkahalar, peşi sıra gelen sorular...
Ama hepsi de hüznü gidermeye yetmiyordu. Kalabalık da hüzünden doğuyordu.
Biri diğerine bir şey sorsa tartışma çıkıyordu. Keza Nuriye cakalı bir eda takılsa, gülüşmeler oluyordu. Gergililğin bir başka firarı olan bir gülüşme.
Bir ara aniden sessizlik cininin sihirli değneğiyle vurulmuşcasına kalabalık; derin sessizliğe büründü.
Saadet teyzesinin ’gel kızım benim’ diyen sesine kulak kabartıldı. Bu girişime karşın Nuriye’deki çekingen mırıltıyı kimse anlayamadı.
Dilan; yanındaki asabi ablası Songül’e;
’Abla ne dedi ne dedi?’ diye sorunca; Nuriye’nin gelmeyeceğine kanaat mi getirmişti ne, hiddetle ’ne bileyim’ diye bir cevap yapıştırdı Dilan’ın o meraklı yüzüne.
*** *** ***
Tekrar bir konuşma faslı.
’Hadi gel kızım. Ayıp oluyor ama.’
Nuriye; ’Bana neler çektirdiniz neler.’
Teyzesi; ’yapma bu kaprisleri. Herkes seni seviyor.’
Nuriye; ’ay öyle mi?’
Teyzesi ’ bırak bu tür inançsızlıkları. Bana da mı inanmıyorsun’ diye söyleyince Nuriye, başka bir gerekçe bulamadığından, bir an donuklaştı. Sanki bir hıçkırık sesi duyuldu. Köşeye sıkışmıştı.
Teyzesi ’bak olanlar eskide kaldı. Ne olmuşsa bitti. Şu sokakta tartıştığımıza bak. Ayıp oluyor. Bak kaç tane torunun var. Biraz olgun hareket et.’
’Torun’ lafını duyunca biraz göğüs kabarttıysa da; eski haline dönmede gecikmeden,
’ne olmuş’ yanıtını yapıştırıverdi.
Bu cüretkarlığı teyzesinin nasırına basmış olacak ki; teyzesinin tüm ikna çabalarına rağmen bu karşılığı verince,
Teyze, ’Ne olmuş da ne demek. Bu kadar ısrarımıza rağmen cüretkarlığından taviz vermiyorsun. Sana kimsenin kini , düşmanlığı yok. O senin vesveselerin. Senden hiçbir şeyi esirgemedik. Ama karşılığını beklemememize rağmen, hiçbir şey vermedin. Şimdiye kadar bir fareyi bile yakalayamadın. Bir de ciğeri kaynatılmadan lütfedip de yiyemiyordun. Bu konforu hiçbir yerde göremedik’ deyince bu, Nuriye’nin ’canına tak etti’ artık.
Önce arka ayakları üzerine çıktı. Bir an saldıracak sandılar. Geriye doğru kaykılmak üzereyken kendini kısa sürede toparladı. Bir an burnunu iki ön patisinin arasına koyup sildikten sonra, bahçe duvarına çıkıp hızla yukarı istikamete doğru yol aldı.
Koşarken kuyruğu yeller estiriyordu. Eski cazibesini birazcık yitirmişse de; yine de ihtişamına diyecek yoktu.
Nuriye beş yaşına girmişti bu baharda. Giderken; aşklarının meyvesi olan sekiz çocuk vermişti aileye. Sayısı bilinmeyecek kadar da torun. Bir baharda aniden çıkageldiği gibi, beş bahar sonra da geldiği gibi de gidiyordu işte. O, bahara tutkundu. Mart’ta da vurgun.
O; bir doğa kızıydı.
Doğadan geldiği gibi doğaya gidiyordu, yanında uygarlıktan bir şeyler alaraktan.
’Gel pisi pisi ’ şeklinde yoğunlaşan kalabalığa dönerken, ’MİYAV’ diye bir elveda faslı yaptı ardından derin bir sessizlik yaratarak.
Şimdi Mart’larda Nuriye gelir diye sesleniyoruz her yıl.
’GEL KIZIM NURİYE’
29 emmuz 2003
Halfeti