- 1060 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
BENİM DE ÜZERİME YAĞMUR YAĞABİLİR(Dİ)
“Ne yapsak bey, bir doktora götürsek mi?”
“Vallahi bilmem ki hanım, doktor ne çare bulabilir bu duruma?”
“Hım… Ne biliyim bey… Bir umut işte… Olmazsa psikologa götürelim, belki onlar bir çaresini bulur.”
“Bakalım… Hele bir sabah olsunda, bir çaresine bakacağız artık”
Salona açılan kapının ardından, anne ve babasının konuşmalarını, gizlice dinledikten sonra, odasına yöneldi Barış. Hemen yatağına yattı ve yorganına sıkı sıkı sarıldı. Anne ve babası yatak odalarına geçmeden önce, Barış’ın odasının kapısını açıp, şöyle bir içeriyi süzdüler. Barış yatağında mışıl mışıl uyuyordu, yani korkulacak hiç bir şey yoktu. Kapıyı kapayıp odalarına çekildiler ve Barış’ın duyamayacağı tonda birkaç cümle konuştuktan sonra uykuya daldılar .Ev sessizliğe gömülmüştü.
Düşündü. Neden üzerine hiç yağmur yağmıyordu? Barış sürekli düşünüyordu. Neden? Niçin? Neden o da, herkes gibi yağmurun altında sırılsıklam oluncaya dek, koşamıyordu. Kendini bildi bileli, üzerine bir damla bile düşmemişti. Bu konu, ilk başlarda, aile içinde tebessümle karşılanmış, arkadaşları bir süre ona hayran hayran bakmışlardı. Ama sonra? Tebessümler kuşkuya, o hayran bakışlar da alaycı acı tebessümlere dönüşüvermişti. Yıkanabiliyordu, elini yüzünü rahatlıkla yıkayabiliyordu, ama yağmur yağdığında üzerine bir damla bile denk gelmiyordu. Yağmur, onun varlığını gösteriyordu resmen. Sokakta yürüdü mü, herkes onu çok uzaklardan tanıyabiliyordu, çünkü damlarlardan oluşan bir tünel, ona her adımında eşlik ediyordu. Bütün gece bunları düşündü Barış. Bu durum karşısında ne hissetmesi gerektiğini de bilmiyordu. Çünkü yaz geldi mi, rahatlıyor, bu sonunu hiç kafasına takmıyor, doyasıya eğleniyordu. Hatta her yaz “bu sonbahar kesin ıslanırım” diyor, kendini buna koşulsuz inandırıyor, ilk yağmurda hemen dışarı koşuyor, ama maalesef ıslanamıyordu. Kaç sonbahar gecesi sabahlara kadar ağlamıştı, kaç gece annesi ve babası ellerinde bardak bardak sularla onu teselli etmek için ıslatmışlardı, hatırlamıyordu. İşte… Son çareyi de yaklaşık yirmi dakika önce, salonda konuşulurken duymuştu. Sabah olunca doktora gidecekler, yıllardır eşten dosttan sakladıkları bu sırlarına, bir ortak daha bulacaklardı. Uzun yıllardır, her son bahar, en ufak bir yağmurda bile eline şemsiye tutuşturulan Barış, sabah olunca bu büyük derdini, bütün bu “yağmur yağınca hemen hasta oluyormuşum, bu yüzden annem hep şemsiye ile dolaşmamı istiyor” yalanlarını, kısacası her şeyi doktora anlatacaktı… Uyumuştu ve rüyasında ıslanıyordu…
“Nasıl?”
“Anlattığımız gibi doktor bey, inanın… Vallahi şaka değil, bizim çocuk bir türlü ıslanmıyor”
“Islanmıyor? Neden? Yani nasıl ıslanmıyor?”
“Ne bilelim doktor bey… Hanım dur ağlama bir dur… Bu bizim çocuk, yağmur yağdığı zaman ıslanmıyor doktor bey… 13 yaşında, vallahi bir kez olsun bir damla değmedi üzerine… Şaşırıp kaldık doktor bey, kimselere söyleyemedik, utancımızdan kimselere gidemedik…”
“Allah Allah… Beyefendi saçmalamayın, olur mu öyle şey hiç? Bir insanın üzerinde eğer yağmurdan korunacak bir şey yoksa şarıl şarıl yağan yağmurda ıslanmadığı nerde görülmüş? Bakın eğer bu bir şakaysa, dışarıda duran her hastanın hakkını yiyorsunuz bilmiş olun…”
Baba, telaşlanmıştır… Bu duruma hazırlıklı olduğu halde, yine de doktorun tepkisi karşısında iradesini kaybetmiştir…
“Sen anlat oğlum…”
“Ben… Islanmıyorum…”
“Anlatamayacak bu çocuk, sen anlat hanım…”
“Doktor bey… Bakın vallahi bu çocuk yağmur yağınca ıslanmıyor… Yıkanıyor sorun yok, elini yüzünü yıkarız sorun yok -hatta gözleri sabundan yanınca kaçıyor bile-, ama yağmur yağdığı zaman, yok… Öyle, tünelden geçiyormuş gibi yürüyor sokakta… Ne yapacağımızı bilemedik… Siz de yardım edemezseniz kim el uzatır bize? ...”
Doktor oturduğu yerde kalmıştır… Şaşkın şaşkın etrafına bakmaktadır… Ara ara çocuğa bakmakta, gözlerini kısıp, ciddi bir şeyler düşünür gibi yapmakta, ama şaşkınlığı ve durumun saçmalığı ağır bastığından, hemen “olmaz böyle şey olmaz…” diye bu duruma karşı çıkmaktadır… Bir süre sonra anne ve babanın diretmelerine karşı dayanamaz ve bir test yapmak ister…
“Peki, o zaman çıkalım dışarı bakalım… (Dışarı bakar, sonbaharın en keskin soğukları hissedilmekte, ağaçlar çırılçıplak durmakta, ama nedense o gün yağmur yağmamaktadır.) Yağmur da yağmıyor ki… Bakın, böyle bir şeyin olmasına imkân ve ihtimal yok… İnsan… Yağmur yağdığı zaman… Eğer üzerinde mont, elinde şemsiye yok ise… IS-LA-NIR! …”
“Bizim çocuk IS-LAN-MI-YOR!”
“O zaman bakalım, şu bir bardak suyu dökelim, ıslanıyor mu, ıslanmıyor mu?”
“Doktor bey durun… Biz zaten…”
Doktor elindeki bir bardak suyu, çocuğun başından aşağıya döker ve çocuk ıslanır. Çocuk kıpkırmızı yanaklarıyla, şaşkın şaşkın doktora bakmaktadır. Doktor gülümser ve anne babaya döner.
“Bakın ıslandı!”
“Doktor bey biz zaten bunu biliyoruz ve uyguluyoruz… Bizim çocuk yağmur yağınca ıslanmıyor…”
Bu tartışma bir süre sürer ve sonunda bir sonuca varılmadan, anne, baba ve ıslanamayan çocukları boyunları bükük, hastaneden dışarı çıkarlar. Bir iki adım attıktan sonra, yağmur başlar. Baba bir mutluluk içinde doktorun odasına doğru koşacakken, anne onu kolundan tutar ve hızlı adımlarla yürüyen çocuğunu gösterir. Baba ve anne bu duruma üzülürler ve çocuklarının peşinden giderler. Bir süre sonra ıslanan baba tam şemsiyesini açacaktır ki, anne yine onu konundan tutar ve böyle bir şey yaparsa Barış’ın daha çok üzüleceğini anlatan bir ifadeyle bakar. Baba şemsiyeyi kapatır ve ıslana ıslana yollarına devam ederler.
Aradan tam on sene geçmiştir. Barış büyümüştür ve üniversitede okumaktadır. Fakat onca çabalara rağmen, hala ıslanamamaktadır. Bu duruma alışmıştır ve eskisi kadar kafasına takmamaktadır. Hatta bazı zamanlar, arkadaşlarına küçük gösteriler bile yapmakta, bu durumunun ona kazandırdığı ayrıcalıktan faydalanmaktadır.
Bir gün bu durumu, aile dostları aracılığıyla bir yazara anlatır. Yazardan isteği, ya bunu kısa bir öykü haline getirmesi ya da isterse bundan bir roman yazmasıdır. Yazar bu hikâyeyi dikkatlice dinler. Düşünür. Ve ekler;
“Bundan öykü falan olmaz…”