- 1882 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
HUZURA ÖZLEM
(biraz uzun ama sıkılacağınızı sanmıyorum, lütfen gözünüz yılmasın.)
Hülya yalnızlık cehenneminde hissediyordu kendisini. Daldığı toz pembe hülyaların vermiş olduğu geçici ve yalancı huzur dalgaları bile yatıştıramamıştı depreşen duygularını... Evde yalnızdı. Aklına binbir türlü tatmin yolları geliyordu... Kalktı televizyonu açtı, dağ başında susuz kalmış, büyük özlemler içerisinde bir damla su bulabilmek için bulunduğu bölgeyi karış karış tarayan bir bağrı yanık gibi bir damla huzur bulabilmek için kanaldan kanala dolaşıyordu...
Hiç bir kanaldaki program dikkatini çekmiyor, sıkıntılarını unutturmaya yetmiyordu. Hışımla bastı kumandanın kapatma düğmesine... Gözleri çevreyi taramaya başladı. Evin, -babasının uzun çabalarla amerikan bar haline getirdiği- bir köşesinde karar kılmıştı ümitsiz bakışları... Yerinden kalktı bara doğru yürüdü, bir kadeh alarak içini içkiler içerisinden en çok sevdiğiyle dolduruverdi kadehinin. Biraz sert olmalı, kendisini unutmalı, beynini meşgul eden şeylerden sıyrılmalıydı...
Annesi ve babasıda tam seyahate çıkacak zamanı bulmuştu. Elinde kadehle koskoca salonun bir o ucuna, bir bu ucuna saat sarkacı gibi gidip geliyordu.
Hayır, hayır olmuyor, kaybettiği şeyi, içinde yokluğunu hissettiği fakat ne olduğunu bir türlü kestiremediği şeyi bulamıyordu. Tam müzik setinin olduğu yere gelmişti ki, durdu, müzik setine garip garip bakmaya başladı... “Seni hınzır seni” dedi, muzip muzip, “derdimin dermanı sende, fakat kendini gizliyorsun değil mi?”
Hareketli bir parça seçti repertuvardan elindeki kadehi bir kenara koydu ve müziğin ritmine uyarak çılgınca tepinmeye raks etmeye başladı...
Ne kadar zaman geçti bilmiyordu... Bir takım şeyleri unutmuştu ama aradığı şeyi hala bulamamıştı. Cebinden bir sigara çıkardı ağzına aldı, çakmağı çaktıktan sonra derin bir nefes çekti. Dumanın bir kısmını ciğerlerine sevk ettikten sonra büyük bir kısmını da havaya üflemişti zarif bir şekilde, sigaranın maharetli bir rakkas gibi kıvrıla kıvrıla yükselen dumanı arasında hayaller oluşturmaya başladı. Duman hiç bitmesin istiyor, arka arkaya çektiği nefesleri boşluğa büyük bir titizlikle bırakıveriyordu... Bir nefeslik sigara dumanında ne tablolar oluşmuyordu ki; bu tablolardan birinde kendisini erkek güzeli, yakışıklı bir delikanlının kollarında dans ederken gösteriyordu tahayyülü ona. Hayallerin cezbedici ortamından sıyrılmaya başladığında, aklının bir balığın oltaya takıldığı gibi takılıp kaldığı bir tahayyül hayatiyet kazanabilmek için zorluyordu kendisini...
Neden olmasındı ki? Belki o’da kendisi gibi yalnızlık çekiyordu, o’da bir buhran yaşıyor olabilirdi...
Balkona çıktı bir şeyler arıyormuşcasına dolaştı balkonu, ama bakışları karşı komşunun penceresindeydi. Yusuf fena bir çocuk değildi. O da şu sıralarda kendisi gibi yirmi yirmi bir yaşlarını yaşıyor olmalıydı...
Bir an yüreği yerinden kopacakmış gibi olmuştu. Evet o’da kendisini fark etmiş olmalıydı ki balkona çıkmıştı... Balkonlar ah! balkonlar ne kadar iyiydi... Hele bloklar birbirlerine yakın olmuyor mu... Tadına doyulmuyordu yaz günleri... Herkes bir birinden göz payını alıyor, bir birini yakından tanıyabiliyordu... Bu esnada Yusuf’la bir süre bakıştılar kaçamak, kaçamak...
Bir an gözleri yusufların yanındaki bloktan balkona çıkan kıza takılmıştı. Kızın balkona, çıkmasıyla girmesi bir olmuştu. Hülya’nın bakışları ve düşünceleri bir anda çakılı kalmıştı bu kızın üzerinde... Yüreği burkulmuştu... “Yazık, çok yazık” dedi... Nasıl dayanıyordu bu yaz gününün cehennemi sıcağında o başörtüsünün ve vücudunun her tarafını çepe çevre sarmalayan elbisenin kasvetli kollarına... Kendi yalnızlığını unutmuş o’nun esaretine acıyordu... Zavallılar gençliklerini dahi yaşayamıyorlardı... Almış oldukları kültür ve yaşamak zorunda oldukları sosyal ortam onları böyle bir hayata mahkûm ediyordu bir pranga mahkûmu gibi...
Düşünceleri bu kıza olan ilgisini kaybedip tekrar kendi ortamına döndüğünde yine Yusufların balkonunda karar kılmıştı gözleri... Yusuf yoktu! dikkatlice bakmaya başladı, nasılda hemen girivermişti içeriye? Oysa kendisine ilgi duyduğunu sanıyordu... Gözleri mutfağın pencerelerindeki oynaşmayı tesbit ettiğinde kalbi tekrar heyecanla çarpmaya başlamıştı... Oradaydı yusuf! perdenin arasından kendisini seyrediyordu... Ona biraz daha imkan vermeli, cezbetmeliydi o’nu. Elleriyle göğüslerini yelpazelendirmeye, saçlarını dalgalandırmaya başladı. Göz ucuyla da yusufa bakıyordu... Hayran hayran seyrediyordu yusuf kendisini...
Bu oyuna bir süre devam eden Hülya Yusuf’un bu çekingenliğinden bıkmıştı, bu oğlanda da hiç medeni cesaret yoktu... Halbuki balkona çıkıp oturarak sigarasını yakıp kendisine doğru üflemesini ne kadar isterdi.
İçeri girdi, evi tekrar dolaştı, oyalanacak bir şeyler aradı... Hiç birşey gelmiyordu aklına... Bir anafora düşmüş gibi çalkalanıp duruyordu.
Bu mezar gibi evden çıkmalı, insanların içine karışmalıydı... Caddelerde genç kız ve erkekler kaynıyor olmalıydı haziran ayının insanın kanını kaynatan sıcağında.
Gardroba yöneldi, iyi bir elbise seçmeliydi, bütün dikkatleri üzerine çekmeli, hiç değilse bununla zevklenmeliydi... Hepsi birbirinden şık elbiseleri alıyor aynanın karşısına geçiyor kendisine hayran hayran bakıyor ama her defasında, daha çekici olmalıyım, daha çekici olmalıyım diyerek gardroba yeniden yöneliyordu.
Tam istediği gibi olmasada bir elbise beğenmesi yarım saate yakın sürmüştü. Elbiseyi giyindi. Makyaj masasının başına geçti ve bir on beş dakikada orada oyalanmıştı... Kapıdan çıkmadan önce aynanın karşısına son bir defa daha geçtiğinde kendisini o kadar beğenmişti ki... Erkeklerin yerinde olmayı, çok ama çok istiyor, kendisine kanca takabilecek erkeği çok şanslı sayıyordu...
Evleri şehir merkezinde sayılırdı. Otobüs veya dolmuşa binmek yerine yürümeyi tercih etti. Hem böylece biraz daha açılmış olurdu... On dakikalık bir yürüyüşten sonra işte çarşıya gelmişti. Bir süre vitrinleri seyretti. Özellikle de gelinlik çeşitleri dikkatini çekiyordu. Herhalde bu bütün genç kızların özlemi idi. Vitrinleri seyrederken kulağına fısıltılı bir şekilde gelen bir sesle irkildi.
“Ne o güzelim kabak çiçeği gibi açılmışsın? gezelimmi biraz? arabam hemen şurada ilerde...” Dönüp baktı, ortalama yirmibeş yaşlarında bir insandı. Bu teklifin ne manaya geldiğini çok iyi biliyordu, geçenlerde böyle bir teklife “evet” diyen Selma’nın başına gelenleri hala unutamamıştı...
Şu erkekler! ne kadar vahşileşiyorlardı bazan... Çok bencil çok egoist bir anlayışa sahiptiler... Kendi zevklerini tatmin için başkalarının hayatını hiç düşünmeden harcayıveriyorlar, tuzaklarına düşürdükleri kadınları emellerine alet ettikten sonra bir gülü hırpalarcasına buruşturup bırakıveriyorlardı bir kenara...
Kulağına gelen bu sese cevap vermemiş, ilgilenmemişti, ama aynı ses tekrar geldi kulağına hemde çok yakından; bir yılan fısıltısı gibi. Erkeğin sıcacık nefesini kulağının arkasında hissetmişti... Bir anda içinde tarifi zor bir haz meltemi dolaşmıştı... Duyguları karma karışıktı. Neden olmasındı, biraz gezer eğlenirlerdi, fena birine benzemiyordu, böylece bu sıkıcı ortamdan, monotonluktanda kurtulurdu... Ayrıca kendisini biraz daha yakından tanır, eğer olumlu bulursa evlenebilirdi de onunla... Döndü tebessüm etti. Bu kabul anlamına geliyordu. Erkekte öyle anlamış olmalı ki “haydi gidelim” diyerek bir anda koluna girivermişti. Son anda yine selma takıldı düşüncelerine... “Ama” dedi, kendi kendine, bütün erkekler öyle değiller ki... Pek âlâ ilişkileri ileri boyutlara götürmeden de eğlenebilirdi insanlar... Kendisi de buna izin vermezdi zaten, bu bir şanstı, içinde bulunduğu buhrandan, ruhi sıkıntıdan kurtulma şansı, eğlenebilme, unutabilme şansı...
O bunları düşünürken önünde durdukları lüx arabanın kapısı başka bir erkek tarafından açılmıştı bile... Bir anda bir tuzakla karşı karşıya olduğunu hissetti... Binmek istemedi arabaya... Erkek bunu anlamış olmalı ki... “Hâ omu? arkadaşım Yalçın, geçerken bırakırız onu, dükkanı şu ilerde yolumuzun üzerinde” dedikten sonra itercesine bindirdi arabaya Hülya’yı... Arkadaşı direksiyona geçmiş adını bile bilmediği erkekte Hülya’nın yanına oturmuştu, araba hareket ederken yanındaki erkek; “Yalçın” dedi “hazır mı?”
Yalçın’ın “tamam Orhan abi, herşey hazır. Bir büyük rakı aldım, çerez ve meyvede var. Başka bir şey ister miydin?” cevabına “Tamam Yalçın gidelim” diyen Orhan Hülya’ya biraz daha yaklaşmıştı. Araba hızla hareket etti. Şehrin dışına doğru çıkarken Hülya’nın endişeleri de gittikçe artıyordu. “Yalçın beyi bırakmayı unuttuk mu?” diye sordu ürkek, ürkek.
Orhan: Boş ver güzelim o da bizimle birlikte gelsin, beraberce eğleniriz biraz, demişti sırnaşık, sırnaşık. Arkadaşı da kahkahayla gülüvermişti. Hülya nasıl bir akibete doğru sürüklendiğini hissetmeye başlamıştı ama bundan nasıl kurtulacağını bilemiyordu. Orhan’ın hoyrat elleri kendisini rahatsız etmeye başlamıştı bile... Ellerini yüzüne kapamış hıçkırıklarla ağlamaya ve yalvarmaya başlamıştı.
“Yapmayın!” diyordu, “kulunuz kurbanınız olayım, ne olursunuz beni bırakın, sizin anneniz, bacınız yok mu? sizin namusunuz yok mu?”
“Eeee! uzun etme fâhişe” diye çıkışı Orhan, “Seni zorla kolundan tutup kaçırmıyoruz ya, ben teklif ettim sende kabul ettin, ne sızlanıp duruyorsun, şunun şurasında biraz eğlenelim dedik, kaçırma keyfimizi, kafamı bozma başlarım şimdi senin nâmusundan...”
Hülya her şeyin bittiğini, hoyratça kirletileceğini, bundan kurutuluşunda olmayacağını anlamıştı. Kimbilir ondan sonra başına neler gelecekti?! Çaresizlik ne kadar zordu. Şu anda kendisinden başka kimbilir kaç kız daha aynı kapana sıkıştırılmıştı?! Geçenlerde gazetede benzeri bir haber okumuştu. Okul önünde tanıştığı erkek arkadaşı tarafından bir evde üç gün süreyle alıkonulan Mz. adlı 18 yaşındaki genç kız objektiflerden yüzünü saklayabilmek için elleriyle yüzünü kapatmıştı resimde. Kimbilir hangi cazip maske kullanılmıştı kandırılırken, hangi tatlı vaadlere tav olmuştu zavallı. Kendisi de böylemi olacaktı, yoksa? Belki de öldüreceklerdi kendisini, sırları açığa çıkmasın diye. Bütün bu düşünceler Hülya’nın zihninden birkaç saniye içinde gelip geçmişti...
Araba şehrin dışına doğru hızla ilerliyordu ve içeride baskın bir pop müzik fırtınası esiyordu. Kendisi de severdi bu müziği, ritmine uyarak zevkle raksederdi, fakat şimdi kendisine ızdırap veren bu müzik yanındaki iki hoyratı baştan çıkarmak, azdırmak gibi bir fonksiyon üstleniyordu.
İnsanlar bir garipti, kendi emellerine arzularına ulaşmak için ne gerekirse yapıyorlar, bunun karşılığında başkalarının çektiği sıkıntılardan da sadistçe bir zevk duyuyorlardı. Bu, insanlığın ölmesi, insani değerlerin çürümesiydi. Canavarlar! Kendi nefsani çıkarları için başkasının çektiği ızdırabı hiç düşünmüyorlardı.
Bütün bu duygular birazcık insâni izzet, birazcık namus anlayışı da olsa bazı değerlere sahip bulunan bir rûhun isyanı, canhıraş feryatlarıydı, ama nafile, bütün bir kâinatı sarsacak kadar güçlü olan bu çığlık sessiz bir çığlıktı, sessiz ve mazlum...
Hülya bu anaforda çırpınırken araba şehrin dışına doğru hızla yol alıyordu... Yol kenarında geçen insanları gördükçe onların nasıl hür bir ortamda olduklarını düşünüyor, kendisini demir kafes içerisine hapsedilmiş ve kapısından içeriye kedi bırakılmak üzere olan zavallı bir kuş gibi çaresiz hissediliyor, bunun bir kâbus olmasını ve bu kahredici kâbustan biran evvel uyanmayı o kadar çok istiyordu ki; çölde susuz nasıl yürürse suya öylesine bir arzuydu, tutkuydu bu...
Hülya’nın tüm çabaları, yalvarmaları feryatları iki erkeğin nefsi arzularının kör ve sağır ettiği vicdanlarına, granit bir kaya gibi sertleşmiş ve duygusuzlaşmış, katı kalplerine çarparak etkisiz hale gelmiş, çaresiz kalmıştı Hülya. Ve artık her şeyin bittiğini araba asfalttan stabilize yola ayrılıp bağlar arasına yönelince daha iyi anlamıştı...
Araba beş dakika sonra yüksek duvarlarla çevrili bir bahçenin ortasında hâyülâ gibi duran süslü bir saray yavrusunun demir kapısı önünde durmuştu. Orhan hemen arabadan indi, sağa sola dikkatlice bakarak kapıyı açtı. Eliyle işaret etmesiyle birlikte Yalçın’ın arabayı kapıdan içeri sokması bir olmuştu...
Bütün bunlar olurken ve bir genç kızın tüm dünyası karartılmanın, tüm hayalleri yok edilmenin, tüm ümit çiçekleri buruşturulup bir paçavra gibi yere atılmanın son aşamasına doğru hızla yaklaşırken zaman, bir çift göz bütün bu olup bitenleri endişeli bir şekilde takip ediyordu.
Said bey, bu müstekbir komşularının yaşantılarından öteden beri rahatsız oluyordu... Varlıklı olan ve varlıklarını bir üstünlük vesilesi, çıkar aracı ve şehvetlerini tatmin için kullanan bu insanlar bundan beş yıl önce kendi köhne bağ evlerinin tam karşısına bu saray yavrusunu konduruvermişler ve Said Bey’in o gün bu gündür huzuru tamamen kaçmıştı.
Bu müstekbir komşuları tam bir azgınlık ve tuğyan sembolüydüler. Paraya ve mala kul olmanın ve bunların köleleştirdiği nefislerinin kuklası durumundaydılar. Endişeli yüreğinin hızlı hızlı çarpmasına, insanlık onurunun ayaklar altına alınmasına razı olmayışının ifadesi olan reaksiyonlarının gelişmesine neden olmuştu. Kapıya kadar geldi, kulak verip dinlemeye başladı. Sonra biran tecessüsün, merakın hoş olmadığına, bu yapmış olduğu şeyin yanlışlığına kanaat getirdi, halinden utandı ve kendi evine doğru tekrar yöneldi.
Tam evinin kapısına gelmişti ki komşularının bahçesinden acı bir feryat duyuldu. Bu bir kadın sesiydi ve bir çaresizliği haykırıyordu taşlaşmış yüreklere. Bu feryadı, herşey işitmişti; dağlar, taşlar, ağaçlar her şey, ama herşey sanki “Ey Said! yetiş biçareye, Allah seni vesile kılarak yardım elini uzatmak istiyor” diye nida ediyorlardı var güçleriyle, ses bir anda kesilivermişti...
Saidin birden eve dalmasıyla pompalı otomatik av tüfeğini kaptığı gibi komşularının yüksek bahçe duvarının üzerine tırmanması bir olmuş ve aynı çeviklikle içeriye atlayı vermişti... Araba avludaydı. Sağa sola dikkatlice bakan Said Bey hızla evin kapısına yöneldi, kapıyı dikkatlice yokladı açıktı. Demek ki duarların yüksek olması ve bahçe kapısını kilitlemiş olmaları bu canavarları emniyet içinde olmaya sevketmişti... İçeriye yavaşça süzülen Said gürültünün geldiği tarafa yöneldi.
Zavallı kızın çığlıkları vahşi erkekerin insanlıktan, duygudan, saygıdan uzak canavarların kahkahaları arasında sanki bir sırtlanın pençesine düşmüş yavru ceylan gibi parçalanıp, eriyip gidiyor, yok oluyordu... Daha fazla vakit kaybetmemeliydi, âni bir hareketle kapıya şiddetli bir tekme vurmuş, kapı bu hareketle arkasındaki duvara hızla çarpmış ve yarıdan fazlası cam olan kapı şangırtıyla yere düşmüştü.
Bu beklenmedik gelişmeyle birlikte odada bulunan iki genç neye uğradığını şaşırmış, biraz önceki vahşi çığlıklar yerini kopkoyu bir sessizliğe bırakmıştı. Bir kaç saniye kadar süren bu sessizliği bir aslan gibi gürleyen Said’in “kıpırdayanı yakarım” sözleri bozmuştu...
Üzerinde elbise namına sadece iç çamaşırları kalmış olan kız tir, tir titriyordu. Kız şaşkın, şaşkın Said’e bakıyordu. Sadece gözleri görünecek şekilde yüzü bir örtü ile örtülü bu iriyarı insan acaba başka bir belamı idi, gözleri ateş saçıyordu... Said’le bir an göz göze geldiklerinde Said kızın çıplaklığını fark etmiş, ani bir hareketle koltukta bulunan örtüyü çektiği gibi kızın üzerine atıvermişti...
Hülya rahatlamıştı. Said’in onu daha da rahatlatan “sen elbiselerini topla ve kapıya geç” sözleri ile birikte hemen kapıya yönelmişti. Said, karşısında avlarını kaçırmış olmanın hıncıyla birlikte, ölüm korkusuyla tir, tir titreyen iki genci tüfeğinin namlusuyla odadan dışarı çıkarırken kızdan diğer bir odanın kapısını açmasını istiyordu... Kız derhal açtı kapıyı. Ve Said gençleri içeriye soktuğu odanın kapısını kilitlemişti hemen, burası malzeme konulan penceresiz dar bir odaydı...
Kıza verdiği örtüyle iyice örtünmesini söyleyen Said üç beş dakika içinde onu kendi oturduğu köhne bağ evine ulaştırmıştı bile...
Kendisini kapıda karşılayan hanımına, “Hanım bu kız sana emanet ilgilen onunla, teskin et onu, iyi bir arkadaşa çok ihtiyacı var” dedikten sonra oradan ayrıldı, bahçeye geçti. Saidi bir düşüncedir almıştı. Ne yapmalıydı şimdi?... Hanımı ve kızı Büşra kızla ilgilenirlerdi, onu rahatlatırlardı ama işin diğer boyutu ne olacaktı. Polise haber vermeli miydi? Yoksa kızın ailesini bulup onlara mı teslim etmeliydi kızlarını? Kafası karma karışıktı... Polis nasıl karşılayacaktı olayı? “yapılması gereken bir hareketi yapmışsınız, teşekkür ederiz” mi diyeceklerdi, yoksa varlıklı komşuları para ile satınalınacak vicdanlar bulupta işi ört bas ettikleri gibi, kendisini de haneye tecavüzden sorumlu mu tutacaklardı? yaşadığı ülke bütün bu düşündüklerine müsait bir ülkeydi... Kim zengin o güçlüydü... Allah korkusundan uzak olan insanlar korku salıyorlardı gönüllere...
Ya kızın ailesi nasıl bir aileydi acaba? “Sen ne karışırsın kızımın özgürlüğüne” mi diyeceklerdi, yoksa teşekkür ve takdirlerini mi sunacaklardı kendisine? Görünüşe bakılırsa kız razı değildi başına gelenlere, o halde ailesi de razı olmamalıydı.
“Allah Allah” dedi Said kendi kendine, hiç hesapta olmayan ne olaylar olmuştu beş, on dakikalık bir zaman içinde. Nasıl çıkacaktı bu işin içinden? Müdahale etmese daha mı iyi olurdu acaba? hiç yok yerden huzurunu kaçırmıştı. Nemelazımcı olsa, “banane” dese, göz yumsa, kulak tıkasaydı olan olaylara mesele olmayacaktı, huzuru kaçmayacaktı... Utanmıştı bu düşüncelerden, nelerde düşünüyordu böyle, bunu yapamazdı. Beslendiği kültür, sahip olduğu, temsil ettiği inanç örgüsü buna izin vermiyordu.
Neme lazımcılık hastalığı toplumu çürüten, toplum ağacının gövdesine musallat olan asalak ve güvelere fırsat vermek, birlikte yolculuk yaptığımız gemiyi delmeye teşebbüs eden beyinsizlere karşı ilgisiz ve duyarsız kalmaktı. Bu ise insanın toplumla birlikte, kendisine de yapabileceği en büyük kötülüklerdendi. İnandığı din ise ferdin ve toplumun bozulmasına asla razı değildi... Tekrar olayın çözümüne odaklanmıştı düşünceleri, ne yapmalıydı?
Büşra ve annesinin sevecen anlayışlı ve sahiplenir tavırları Hülya’yı biraz olsun rahatlatmıştı... Öteden beri acıyarak baktığı bu tür insanların iç yüzlerini, gerçek kimliklerini yakından tanıma imkânı bulmuştu birlikte oldukları beş altı saatlik süre içerisinde.
Onların birbirlerine karşı olan saygılı ve sevgi dolu, anlayış dolu davranışlarını, birde annesi, babası ve kendisi arasındaki ilişkileri yanyana getirdiğinde yüreği titriyordu. Sevgi ortamından uzak, sadece karşılıklı memfaate dayalı birliktelikleri içini üşütüyordu...
Onları zaman zaman namaz kılarken seyretmişti. O andaki huzur dolu halleri, herşeyi unutmuş, bir âşıkın mâşukunu seyredişi gibi tutkulu bir halde, meftûn bir halde bir huzurda bulunuşları ve huzuru yudum yudum tadıyor olmaları her hallerinden belli oluyordu. Bu nasıl bir haldi, kendisi de böyle bir hazzı yaşayabilir miydi? Bu tadı tadabilir miydi? Yoksa müzikle, içkiyle, dansla ve benzeri eğlencelerle üzerinden atamadığı sıkıntının, boşluğun, huzursuzluğun reçetesi bu muydu?... Çünkü Büşra’nın ve annesinin namaza hazırlanırken ki, namaz esnasındaki ve namazdan sonraki halleri, yüzlerindeki huzur dolu halleri ve gözlerinin ışıltıları kendisini böyle bir sonuca götürmüştü...
Bugün hergünkünden daha huzursuzdu, huzur ararken düştüğü bataklık huzursuzluğuna huzursuzluk katmıştı. Ama şu anda yüreğinde tatlı bir meltem esmekteydi. Büşra’nın ve annesinin yaşadığı huzura hasretti, yaşamak istiyordu bu huzuru, onların tattığı bu lezzeti tatmak istiyordu.
İçinde bir kavga vardı, fırtınalar esmekteydi, nefsi, arzuları bütün tehlikesine rağmen eski hayatını, tercihlerini fısıldarken kulağına, sağduyusu, kendisine olan saygısı ve huzura olan tutkusu yeni bir ufka dikmekteydi gözlerini, özlemle, ışıl ışıl yanan bir arzuyla, bu husustaki arzuları gittikçe depreşmekteydi.
Unutmak istiyordu geçmişini, geçmişte kalsın istiyordu geçmişte kabul ettiği değerleri, hayata farklı bir yönden bakmak istiyordu. Huzuru; özlemle, hasretle aradığı huzuru tatmak istiyordu.
Daha bu sabaha kadar hor gördüğü, hakir gördüğü, acıdığı insanlarda bulmuştu aradığı huzuru, acaba böyle bir talepte bulunsa başına kakarlar mıydı? Kurtarıcısı anlatmış mıydı olanları kendilerine? Kafasında sökün eden sorular nerdeyse vaz geçiriyordu kendisini. Ama çok nâzik davranmışlardı, horlamamış, küçük düşürecek hiçbir tavır ve söz koymamışlardı ortaya, hep güzel şeyler anlatmışlardı gün boyu, sanki kendi istediği şeyi tarif ediyorlardı kendisine.
Cesaretlendi, huzur istiyordu, bir damla huzur! bedeli horlanmakta olsa, bedeli acı’da olsa istiyordu onu...
“Büşra!” dedi, “Büşra! kardeşim, huzur istiyorum, bir damla huzur. Her şeyi unutmak, herşeye yeniden başlamak, sizde gördüğüm ve gıpta ettiğim şeye sahip olmak istiyorum.”
Bunları söylerken başı yerde, gözleri bir noktadaydı Hülya’nın, sanki bir özlem anaforu yaşıyordu. Beklediği cevap gelmiyordu bir türlü, saniyeler saatler gibi zor geçiyordu, ya reddedilirse, bunu düşünmek bile istemiyordu.
Beklediği cevap cevapların en safı, en içtenliklisi, en güzeli olarak gelmişti. Hani herşey susar, dil lâl olur, kalbin tercümanı olmaktan aciz kalırda hıçkırıklarla el ele, gözler konuşur ya, işte Büşra’nın gözleri konuşuyordu cıncık cıncıktı, ışıl ışıldı, güneş gibi sıcacıktı, huzura davet eden bir davetci gibiydi... Gözlerin dili herşeyi; dilin söylemekten, kalemin yazmaktan aciz kaldığı sıcaklık, muhteva ve derinlikle anlatıyordu. Gözler konuşurken dil susmalıydı.
Bu anlatım her ikisininde gayri ihtiyari kucaklaşmalarıyla; sımsıkı, yıllarca ayrı yaşamış, özlemin acısını yüreğinde yıllarca konuk etmiş iki dostun kavuşması gibi, sımsıkı sarılmalarıyla doruğa ulaşmıştı...
Hülya huzurdaydı artık... Yıllarca aradığı huzuru, huzurda; O’nun huzurunda, en şefkatli, en merhametli, gönüllerin en yumuşağı, en derini, yüce Allah’ın huzurunda, O’na iman ve itaatte bulunmuş olmanın acemice fakat buna rağmen doyumsuz lezzetini yudum yudum tadıyordu. Tutkuların kulu olmaktan kurtulup Allah’ın kulu olma arzusunun hürriyeti kuşatmıştı tüm sıcaklığıyla bütün benliğini. Başını seccadeden kaldırmak istemiyordu. Sanki bu tılsım bozulacak, başını kaldırmakla herşey bitecek, aynı girdaba yeniden düşecekmiş gibi hissediyordu...
Dakikalarla ağladı, ağladı... Başını secdeden kaldırdığında gözleri parlıyordu; sonsuz bir nur kaynağından ışık alıyormuşcasına... yüzlerindeki kasvet yerini huzur’un nadide gülücüklerine terketmişti...
Said Bey bahçede dalgın dalgın otururken komşularının köşkünün önünde bir arabanın durduğunu gördü. Arabadan inen iki genç hemen içeriye girdi, çok geçmeden içerdeki iki gencide alarak oradan hızla uzaklaşmışlardı. Anlaşılan cep telefonu ile veya benzeri bir yolla haberdar edilmişlerdi. Hemen eve yöneldi.
İçeriye girdiğinde bir an gözlerine inanamıştı. Karşısında hanımından başka iki tane tesettürlü bayan vardı. Biri kızı Büşra idi. Diğerinin üzerinde de Büşra’nın elbiseleri vardı sanki. Büşra ile aynı boydaydı. İkisi yanyana iki taze fidan gibiydiler, merakını yenemedi;
“Kızım Büşra!” dedi. Hülya nerede? nasıl, kendisini toparlayabildi mi kızcağız?, hem bu yanındaki hanım kız da kim?
“Babacığım!” dedi Büşra, “babacağım müjde sana! Bir güle hayat verdin Allah’ın izniyle. Dalından koparılmaktan, buruşturulup atılmaktan, çamurdan, bataktan kurtardın bir gülü...”
“İşte o bu, Hülya, o şimdi huzur yolcusu...”
Hülya’nın yüzü al aldı, gözlerini kaldıramıyor, Said Bey’in yüzüne bakamıyordu.
“Efendim, bağışlayın beni” dedi, kendimi huzurunuzda çıplak gibi hissediyorum. Beni o halde gördünüz, utanıyorum, bağışlayın beni... Sesi ağlamaklıydı, boğazında sanki düğüm vardı...
Said Bey iri yarı bir adam olmasına rağmen kalıbıyla mütenasip değilmiş gibi hissedilen nazik ve müşfik bir sesle, “yavrum” dedi, “biz unuttuk, istemiyerek şahit olduğumuz o manzarayı sildik zihnimizden... Senin mâzin temiz, tertemiz şimdi bizim hafızamızda. Şu halinle, bu tercihinle sildin bütün kirlerini, temizledin kendini sen... Dilerim kurtulduktan sonra aynı hayatı tercih etmez, geriye dönmezsin yeniden. Ne kadar mutluyum bilemezsin... Ne güzel bir iş yapmışım ben bilmeden.”
Hüyla bu ortamı bir süre daha teneffüs etmek istiyordu, bu arzusunu dile getirdi... Ailem seyahate çıktı, sanırım bu hafta sonuna ancak gelirler. İzin verirmisiniz, onlar gelinceye kadar sizinle kalayım, öle sanıyorum ki önümde zorlu geçecek bir imtihan var. Dinimi öğrenmem, yıllarca bana öcü gibi gösterilen bu huzur iklimini rûhen teneffüs etmem güçlenmem gerekiyor, bunu benden esirgemezsiniz umarım...
Aile bu teklifi büyük bir memnuniyetle karşılamıştı. Ama bir sorun vardı. Sonunda ne denilecek, bu durum nasıl izah edilecekti. Hülya bunu çözmüştü kafasında. Büşra ile arkadaş olmuşlardı, babası gillere telefon eder, birkaç gün arkadaşına misafir olacağını merak etmemeleri gerektiğini bildirirdi onlara.
Said Bey, “bu kız bayağı akıllı bir kıza benziyor, nasıl olmuşta böyle bir tuzağa düşmüş” diye geçirdi içinden, ama kültürdü, yetişme biçimiydi, hayata bakış açısıydı ona bu acıları tattıran...
Beş gün göz açıp kapayıncaya kadar geçmişti...
Bu süre içinde Hülya ailenin kopmaz bir parçası gibi olmuştu. Ayrılık anı yaklaştıkça Hülya’nın yüreğini parçalayan duygular sökün ediyordu. İç âleminde acı ve huzurla karışık fırtınalar esiyordu.
“Allahım” diyordu ayrılırken Hülya, “Allahım sen ne büyükmüşsün, ne merhametli imişsin meğer... Ben ne kadar gaflet içinde imişim... Sen diledikten sonra kudret elinden kurtulacak hiçbir varlık ve olay yok... Sana ne kadar hamd-ü senada bulunsam azdır. Beni bana bırakma Allah’ım, ayaklarımı kaydırma dosdoğru yolundan. Bana dayanma gücü ve mücâdele azmi ver. Bu aciz kuluna ihsan ettiğin nimetleri geri alma ondan. Yeni kimliğime ve hayatıma karşı kopacak fırtınalara göğüs germe gücü ver, sığınabilmem için huzur limanını hep açık tut bana olmaz mı?..”
Ayrılık anı gelmişti... İki genç kız, ruh aleminde, inanç ve muhabbet aleminde bir olan iki genç kız... Kardeş olmanın mümbit iklimini teneffüs eden iki genç kız bir türlü ayrılmak bilmiyorlar, sanki ayrılırlarsa bitiverecek olan tatlı bir rüyayı sona erdirmek istemiyor gibiydiler, yürekleri birbirlerine bağlanmıştı sanki kopmaz bir bağla.
Said Bey’in “Haydi kızım otobüsü kaçıracaksın” ikazıyla bir birinden koparcasına ayrılmışlardı. Belediye otobüsü gözden kayboluncaya kadar arkasından baka kalan ailenin yürekleri huzursuzluk batağından bir gül kurtarabilmiş olmanın huzuruyla birlikte, yeni olmasına rağmen candan sevdikleri bir dosttan ayrılmanın acısını tadıyordu damla, damla...
Bir tohum daha çatlamıştı...
Sancılı olmuştu, meşakkatli olmuştu çatlaması ama, bir tohum daha canlanmış, yaşayan ölü olmaktan kurtulmuştu bir can daha.
Bir bataklıkta daha çiçek açmıştı...
Üzerindeki bataklık baskısına, kirlerine rağmen açmıştı işte... Temizleyecekti üzerindeki kirleri bir bir. Temizlenecekti üzerindeki islama uymayan iyreti değerlerden, temizlenecekti tüm cahili kirlerden. Nârin bir çiçek olmasına rağmen granit bir kaya gibi, asırlık bir çınar gibi karşı koyacak, yıpranmayacaktı tüm huzur düşmanı saldırılara karşı...
Bir bahçıvan olacaktı bu açan çiçek;
Nefsine, ailesine, çevresine ve her türlü huzur fukaralarına karşı bir huzur bahçıvanı olacak, huzur çiçekleri ekecekti usanmadan yer yüzüne ve gönüllere...
Gözünaydın yeryüzü!..
Bir çiçek daha açtı bağrında, bir tomurcuk daha patlayıverdi tam koparılma aşamasındayken bütün güzelliğiyle. Bir çiçek daha açtı görüntünü güzelleştirecek, bir bahçıvan daha sıvadı kollarını şeklini düzeltecek.
Gözünaydın yeryüzü, gözünaydın insanlık!..
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.