- 1020 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
KIYIDA BOĞULAN YAZI
kONYA "ÇALI" DERGİSİNDE YAYINLANMIŞTIR.
Yazısını tamamladı. Ceketinin yakasından çıkardığı toplu iğneyi, izlenimlerini sığdırdığı üç dosya kâğıdına iliştirdi. Ayaklarını dar açı yapacak şekilde masanın altına uzattı. Ellerini kulak üzerinden geriye doğru uzatıp, gür saçları arasından kaydırdığı parmaklarını ensesinde kenetledi. Derin bir nefes çekti. Çektiği nefes odanın içine dağılırken sırtını sandalyeye yasladı. İçinden bir sigara tüttürmek geldi. Keyifli görünüyordu. Bu mereti hüzünlü zamanların dışında içmeyeceğine söz verdiğini hatırlayarak vazgeçti.
Duvara yakın yerde duran sandalyede oturuyordu. Baş hizasından biraz yukarda olan elektrik anahtarına uzanıp lambayı söndürdü. Makinesinin arkasında siyah örtüsünü başına çeken eski zaman sokak fotoğrafçısı gibi karanlıkta, uzun bir süre pencereden yansıyan ışıkları izledi. Dışardan gelen klakson seslerinden irkilerek silkindi. Dosyasını vermeyi kararlaştırdığı derginin, eserini yayınlayıp yayınlamayacağı ihtimalini hiç düşünmemişti. İçine bir şüphe düştü. Sol eliyle uzanarak lambayı yaktı. Uyuyan bir çocuğu okşayan titizlikle masanın üzerine bıraktığı dosyayı eline aldı. Kendisine objektif bakış açısı sağlayacağını düşünerek ünlü bir yazarın yeni çıkan kitabı gibi okumaya başladı. Eleştirmen gözüyle değerlendirdi. Kararı olumluydu. Kendince büyük iş başarmıştı. Artık içine düşen tereddüt kaybolmuştu. Yarın ilk iş olarak yazıyı dergiye, teslim etmek olduğuna karar verdi. Saatini 06.15 e kurdu. Çalışma odasının lambasını söndürerek keyifle yatağına uzandı. Kaleminden akan cümleler gözlerini yumduğunda bir film şeridi gibi önünden geçiyordu. Kelimelere dizdiği inci gibi harfler ne yana dönse etrafa yayılıyordu. Öyle ya; üç hafta, gece geç saatlere kadar bu yazıyla yatıp kalkmıştı. Bu emeğin karşılığını ancak, dergi okurlarıyla paylaşarak alabilirdi. On puntoluk kelimelerin derginin kaçıncı sayfasını süsleyeceğini; okurların, ne kadarının yazıyla ilgileneceğini; kaç kişinin dergiyi arayıp tebrik edeceğini; yazıda adı geçen kulübün onu onurlandırıp onurlandırmayacağını merak ederek ve yazıyı sayıklayarak bilmediği bir saatte uyudu.
Gün ışıkları perdeden odanın içine henüz sızmaya başlamıştı. 06.15 e ayarladığı saatin zili çalmaya başlarken; o yazısını ikinci kez okuyup gözden geçiriyordu.
Saatin tiz sesini susturup gardıroptan çıkardığı, balıkçı yaka bordo kazağını giydi. Holdeki vestiyerden kavuniçi renkli kadife ceketini alarak daire kapısından çıktı. Altıncı kattaki asansörün gelmesini beklemeden; ikişer basamak atlayarak indiği merdivenlerden, ceketini giyerek kendini apartman kapısından sokağa bıraktı. Çiseleyen yağmur altında dışarıda soğuk bir hava vardı. Bulutlar en yüksek katlı evlerin çatısına sinmiş kırmızı kiremitleri gri çinkoya çevirmişti. Önüne dikilen binalarda, özgürlüğü kesilen rüzgâr, olanca şiddetiyle çarparak henüz kapalı olan dükkân kepenklerini açmaya çalışıyordu. Birkaç gün önce denizden gelen kar, yol kenarlarında ilk günkü rengini aratıyordu.
Koltuğunun altına sıkıştırdığı dosyada ise, başka bir renk vardı. Başka bir güzellik, başka bir yaşam o dosyanın içinde insanları sarmayı bekliyordu. Balkonda gördüğü çiçeklerin dışında çevrenin; beton duvarları unutturan süslü parklardan ibaret olmadığını; Doğanın insan psikolojisi üzerinde olumlu etkisi olan bir gücünün varlığından bahsediyordu. Onunla tanışmadan önce en yoksul dilenciden bile daha yoksul olduğunu bilmiyordu. Onun sayesinde edindiği kazanımları sağlayan kulübü ve “Doğa” konulu yazısını, dergi aracılığıyla edebiyat okurlarıyla tanıştırmak istiyordu. Çünkü onun gözünde yazarçizer takımı değerli olanın fevkindeydi.
Oturduğu semtte sokağa park ettiği arabasını çalıştırdığı gibi motorunu ısıtmadan yollara düştü. İş yerine yaklaştığında son trafik ışıklarını kırmızı yanmadan gaz pedalına biraz daha yüklenerek geçti. Lunaparktaki garaja arabasını park etti. İşyerine uğramadan matbaanın bulunduğu yokuşa doğru hışımla yola koyuldu.
Dergi yöneticileri aynı zamanda derginin basıldığı matbaayı büro olarak kullanıyorlardı. Daha önceleri gazete yayıncılığı yaptığından dergiye katkılarını esirgemeyen matbaa sahibi büroya erkenden gelirdi. Dosyayı ona teslim etmek istiyordu. Acele etmesinin sebebi ondandı. Pazaryeriyle kesişen caddeyi karşıdan karşıya geçip taksi durağının sağından dönerek matbaaya ulaşmaya çalışıyordu.
Tesadüf bu ya… Ara sokaklardan köşeyi dönüp matbaanın bulunduğu caddeye adım atacağı sırada tanıdık bir yüzle karşılaştı. Koltuğunun altına sıkıştırdığı dosya iri göbekli tanıdığına çarparak yere düştü. Çiseleyen yağmurda düşen kâğıtları ıslanmadan toplamaya çalışırken tanıdığı kişi yerden ancak bir kâğıt almakla yetindi. Göz gezdirdiği yazının altındaki imzayı görünce: “Sen edebiyatla mı ilgileniyorsun?” dedi. Tiz bir sesle: “Evet” cevabını verdi. Tanıdığı: “Bunca işin arasında öylemi? “ dedi.
Bu kez gururla “evet” derken gözlerinde, tepeden inen bakışları görmek mümkündü. Edebiyatın insana sağladığı özgüven duygusuydu bu.
Dostu -ya bunca işin arasında büyük bir iş yaptığını kıskandığından ya da- sanata yabancı biri olduğundan, şaşırmış olacak ki; iyi bir günün temennisinde bulunmadan elindeki yazıyı geri vererek oradan uzaklaştı. Tanıdığının bu tutumu karşısında özeleştiri yaparken: “Kitapçı vitrinlerini süsleyen bir kitabın üzerinde tanıdık bir dostumun ismini görsem bu benim için mutluluk kaynağı olurdu.” diye söylenmekten kendini alamadı.
“Belki de hayat şartları insanları, sanat faaliyetlerinden uzaklaştırıp, magazin kültürünün içine itiyordu. Tek bu mu? Sadece bu değildi elbette” diye düşündü. Topluma yön verecek kurumların dikkate alınmayışı, var olanlarında işlevlerini yeterince yapmayışı, aydın sayabileceğimiz insanların belli bir ideolojiye saplanıp kalması toplumu yazarçizer takımına uzaklaştırmıştı. Öyle ki; aynı havayı, aynı suyu, aynı doğayı belki de aynı hatıraları paylaştığı bir dostu tarafından edebiyatla ilgilendiği için garipsenmişti. Ne önemi vardı ki… O kimliğini çoktan bulmuştu. Onun için geriye kalan bundan sonra gelişip değişmekti.
Bu talihsiz karşılaşmadan sonra matbaaya yaklaştıkça kalp atışları iyice hızlandı. Sol elinde tuttuğu dosyasını göğsüne dayadı. Kalp atışlarının hızını dosyanın hareketinden anlamak mümkündü. Kaldırımın genişliği kadar caddeye taşan, sarı boyalı teneke üzerine, bordo renkli “sonhaber matbaası” yazılı tabelanın hemen altında ağır işçiliği olan kapıda durdu. Onun için anlam ifade eden bu tip tarihi taş binaların tasvirini yapmadan, tedirgin adımlarla içeri girdi. Zemin kattan heyecan içinde loş ışıklı holü geçerek binanın sonundaki avludan yansıyan aydınlıkta ikinci bir kapıyı açtı. Tatlı bir gülümsemeyle karşılanınca heyecanı gider gibi oldu. Çalışan makinelerin tıkırtılı melodisi arasında matbaa sahibinin konuşmalarını anlamadan tebessümle dinledi. Yazıyı merak ettiğini sanarak dosyayı ona uzattı. Matbaa sahibi dosyayı bir süre elinde tuttuktan sonra uzanabildiği en yakın rafa koydu. Kısa sohbetten sonra matbaadan ayrıldı. Caddenin gürültüsü arasında makinelerin tıkırtılı sesi ünlü bir şairin şiirini hatırlatmıştı ona…
Aradan en çok bir kaç gün geçti geçmedi yazısını merak etti. Derginin yazı kurulunda olan tanıdığı bir dostunu aradı. Bu kişi daha önce edebiyat sohbetlerinde tanıştığı Bey’di. Randevulaştı. Beyefendi görünüşlü dostu, camdan yansıyan gün ışığı karşısında tozluymuş gibi duran sarı kirpiklerini kırpıştırarak konuştu: “Yazının paragrafları arasında kopukluk olsa da genelde iyi” olduğunu belirtti ancak; dosyanın Ankara’da bulunan üst yazı kurulundan geçmesi gerektiğini söyledi.” Bakışlarını kısa bir süre kaçırarak: “Bu işler bu kadar zor mu?” diye düşündü. Aslında o yazının dergide yayınlanıp yayınlanmaması onun için hem önemliydi hem değildi. Önemliydi çünkü: Üye olduğu doğa sporları kulübünün Web sitesine rutin olarak haftada bir yapılan gezi gözlemlerini aktarıyordu. Bu sitede yazdığı notlar beğenildiğinden; kulüp başkanı kulübün tanıtımı için dergide ayrılan sayfayı onun yazmasını teklif etmişti. Bu bir fırsattı onun için. Ancak yazısı dergide yayınlanmazsa “ne duruma düşerim” diye tereddüt içindeydi. Ancak öylede olsa ona böyle bir misyon yüklendiğinden teklifi kabul etti. Önemli değildi çünkü: O sadece yazı yazmaktan mutlu oluyordu. Herhangi bir dergide yayınlanıp yayınlanmayacağı onun için bir şey ifade etmiyordu. Açıkçası edebiyat çevresinden bir beklentisi yoktu.
Fakat ona götürülen teklif hoşuna gitmedi değil… Düşünsenize… İyi bir derginin her sayısına yazı yazmak dehşet verici bir şeydi. Yani üstat işiydi. Dergiciler bu yemi onun gibi amatör birine verirler miydi? Tereddüdü bu olduğundan randevulaştığı yazı kurulundaki dostuna iddialı olduğunu söylemiş hatta yazının altındaki ismin kendisine ait olup olmamasının bile önemli olmadığını söylemişti. Aradan geçen zaman içinde neden e-posta’yla değil de dosyayı elden teslim ettiğini düşündü. Amacı: Onlarla tanışıp edebiyat sohbetlerine katılıp bilgilerinden faydalanmaktı. Ayrıca verilecek görev olursa zamanını dergi için harcamaya hazırdı. Bu niyetini anlatmakta oldukça yetersiz kaldı. Yayın kurulu zaten profesyonel anlamda dergiciliği bilen yazı emekçisiydiler. Yazıyı teslim ettikten sonra, ona sadece derginin çıkacak yeni sayısını beklemek kaldı
Zaman geçtikçe, giderek sabrı tükeniyordu. Derginin çıkacağı iki aylık dönemin ilk günleri geldi geçti. Dergi henüz çıkmamıştı. Sayfa sayısı kırk sekizden ikinci sayıda atmış sekize çıkacağı söylenmiş; herhalde bu konuda karar veremediler diye düşünerek sabrını yenmeye çalışıyordu. Fakat yazısı hakkındaki belirsizlik aklına geldikçe, o günün gecesinde uykusuz kalıyordu. İlk şiiri yayınlanan çok sevdiği bir derginin kapağında gördüğü isminden sonra, çığlık nidaları arasında yürüyüşünün nasılda değiştiğini anlatan ünlü bir şairin hatırası gelmişti aklına. O; ismini değil de, yazısını görünce o ünlü şairin duygularını yaşayacaktı. Sadece yürüyüşü değil; kim bilir daha neler değişecekti. Yeni bir dönem olacaktı onun için. Daha iyisini yapmanın peşinde olacağı kesindi.
Ne var ki matbaadan aldığı haberler bir kez daha hayal kırıklığıdır. Dergi baskıya girmiş ama kendi yazısını hatırlayan yoktur. İncinir, gücenir ama özellikle üzülür. O sıralarda bazı dergilerde çıkan şiirleri bile artık mutlu etmez onu. Bu hayal kırıklığının karşısında bütün başarıları silik kalıyordu. Okul sıralarında aldığı kompozisyon yarışmalarındaki dereceleri bile hiç geliyordu ona. Hatta utanıyordu artık. Çok sevdiği şehrin sokaklarında bu kez yabancılık çeker, evinin en körpe odasına çekilir. Her şeyden önce yazmaya devam etmesini söyleyen kahrolası inancı, derginin eline ulaşmadan ümidini kesmemesini söylüyordu.
Abone olduğu dergi eline ulaştığında alelacele yazısını aradı. İşten erken çıkıp evine gitti. Sessizce odasına çekilip prize dokunmadan duvara yakın yerde duran sandalyesinde oturdu. Geniş açı yapacak şekilde ayaklarını masanın altına uzattı. Çakmak ateşinde parlayan gözleri yakasındaki Atatürk rozetine ilişti. Kulakları dışardan gelen klakson seslerine aldırmadan cebinden çıkardığı sigaradan derin bir nefes çekti.
HASAN KANTARCI
2007/ TRABZON