- 1148 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Adı Elif… Veya Hüseyin… (öykü)
Öylesine yaşanmış bir öykü bu. !
Tarih 12 Aralık 1980.
Cezaevinde mahkûm kabul bölümünde yeni bir güne başlamanın mahmurluğu ile sağa sola bakındım.
Gazeteyi elime aldım ve dışarıdan gelen Aralık ayının hafif soğuğuna rağmen kapının önüne çıktım ve orada okumaya başladım.
Gazetede İhtilalin başarılı olduğu, ülkemize sükûn ve huzur geldiği artık, kardeş kavgalarının son bulduğu yazıyordu.
Esen rüzgâr ve ayaklarımın altında uçuşan yaprakların sesini boğucu bir minibüs motorunun sesi bastırdı. Tam önümde duran araçtan önce polis memurları çıktı, arkasından elleri kelepçeli 18,19 yaşlarında üç genç delikanlı indirildi.
İkisi aralarında bir şeyler konuşurken zayıf, sarışın olan gözleriyle etrafına bakındı ve uzak bir noktaya daldı gitti.
Hemen odama döndüm evrakları ve kayıt defterini masamın üzerine koydum.
Gelen çocuklar on beş gün önce, gece devriye gezen ekip tarafından suçüstü yakalanmış. Duvarlara yazı yazarken ellerinde boya tenekesi ve fırça ile yakalandıklarından ikisi suçunu itiraf etmiş, diğer çocuk olay yerinden kaçmış ama onu da evinde yakalamışlar. Elbiseleri boyalı olduğundan her ne kadar bu iki genci tanımadığını söylese de gözaltına alınmaktan kurtulamamış.
Polislerden biri Baş Efendi bu ikisi bize zorluk çıkarmadı, ama bu zibidi ısrarla ben orada yoktum, arkadaşları tanımam suçum yok dedi. Gerçi biz biraz hırpalayınca suçunu itiraf etti ama bizi de uğraştırdı. Şimdide saf, deli ayaklarına yatıyor.
İki genci kaydederken zorlanmadım, ama üçüncü sarışın ve zayıf olan hiçbir soruma cevap vermedi, gözleri boşlukta öyle kala kaldı.
Yüzünde hiçbir ifade belirtisi yok. Ben yıllardır ilk defa böyle bir şeyle karşılaşıyorum. Tutuklanıp gelen insanların yüzünde belirgin ifadeler olur, şaşkın, ürkek, kormuş yâda alışık olanların yüzünde pişkin bir ifade vardır. İlk defa anlamsız bir şekilde boşluğa bakan ve hiçbir şeye tepki vermeyen biriyle karşılaştım.
Sorularıma cevap vermese de Polis Memurlarının getirdiği tutuklama evraklarından kaydını yaptım ve teslim aldım. Adı Hüseyin’di.
Nöbetçi Gardiyan arkadaşlarımdan Pala Rıza’yı çağırdım. Bu çocukları Siyasi Tutukluların kaldığı A–1 Blokta bulunan 4. koğuşa götürmesini söyledim.
Kemeri ve ayakkabı bağı olmadığından düşen pantolonunu eliyle tutan sarışın zayıf genç ayakkabılarını sürüyerek odamdan ayrıldı.
Birkaç gün sonra merak ettim, acaba Hüseyin ne durumda, ?
Sayım yapan arkadaşlarla birlikte koğuşlara gittim. A- 1 Blok 4.Koğuşun sayımında Hüseyin ranzasına dayanmış, uzamış sakalının altında yeşil gözleri yine anlamsız ve yine boşluğa bakmakta.
Bir insanın gözlerindeki ışık ancak bu kadar sönebilir. Varlığı ile yokluğu belli olmayan bir süliet gibi orada öylece duruyordu.
Yaklaşık olarak bu durum üç ay kadar devam etti. Ara sıra koğuşuna gittim. Bir iki sefer Meyve, bisküvi falan götürdüm.
Bu çocukla aramda garip bir bağ oluştu, Artık her ziyaret günü Tutuklu ve Mahkûm yakınlarının bize ikram ettiği meyve ve diğer yiyeceklerden bir kısmını Hüseyin’e vermeye başladım, verdiğim şeyleri sessiz sedasız alıyor, ranzasına çekilerek saatlerce orada öylece kalıyordu.
Bir süre sonra diğer iki genç ve Hüseyin ilk duruşmaya çıktılar, Hüseyin’in sağlık raporu alması ve diğer evrakların tamamlanması için bir sonraki duruşma üç ay sonraya bırakıldı.
Nisan ayının ortalarında bir sabah odamın kapısını ürkek ve çekingen bir yaşlı adam açtı.
“Memur bey eğer iznin olursa bir istirhamım olacak.”
Buyur dedim amca, söyle yapacağım bir şey olursa başım gözüm üstüne,
Hay dedi “başın gözün var olsun, ben Hüseyin’in babasıyım. Duydum ki onunla ilgilenmişsin. Allah senden razı olsun. Oğlum suçsuzdur. İnşallah bu duruşmada bırakırlar. Benim Avukat tutacak param yok. Oğlum kimseyle konuşmuyor, beni bile tanımadı.
Allah rızası için ben biraz para bırakayım, oğluma tıraş olması için Jilet, sabun falan alırsın, arada bir bisküvi falan al. Ona para bıraktım ama almadı, kendinde değil, sen Allaha oğlum sana emanet.”
Olmaz dedim amca, para falan alamam, ama sen merak etme ben ona göz kulak olurum. Arada bir sizde ziyaret edin, yalnız bırakmayın.
“Ah oğul. Dersim’den geliyorum ( Tunceli ) Ben doğdum, büyüdüm Pülümür’den dışarı çıkmadım. Bir askerliğimi Konya’da yaptım başkada yol bilmem, iz bilmem. Buraya gelmek için bir ineğim vardı. Onu da sattım. Artık bir daha gelebilir miyim Allah bilir. Benim burada ne kalacak yerim, nede yiyecek aşım var. İki gece karşıdaki kahvede sabahladım. Bu gecede orada kalacağım. Yarın nasip olursa Köye dönerim.”
Yerinden kalktı yorgunluk ve çektiği çileden çökmüş omuzlarını örten atkısını ve kenarları yırtılmış köşeli kasketini sandalyenin üzerinden alarak odamdan sessizce çıktı.
Boğazıma bir şeyler düğümlendi. Yutkunmak istedim olmadı. Bir süre öylece kalakaldım. Arkasından çıkıp bir şeyler söylemek isteği hissettim. Olmadı masama yığılıp kaldım.
Sonraki günlerde Hüseyin’i sık, sık ziyaret ettim. Kimseyle konuşmuyor, kimseye karşı çıkmıyordu. Sessiz ve içine kapanık bu genç aylarca öylece duruşma gününü bekledi.
Duruşma gününe bir hafta kala gardiyanlardan Tokat’lı Davut odama telaş içinde girdi.
“Baş Efendi Nizamiye’de bir kız var,
Şu A–1 Blokta bulunan Hüseyin’i görmeye gelmiş, O çocuğu tanırsın kimi kimsesi yok, zaten mazlumun teki, kızı Jandarma komutanı içeri almadı. Hem bugün görüş günü değil, hem de kızın soyadı tutmuyor. Ama dört saattir kapının önünde ağlıyor. Allah rızası için sen bir konuş. Belki ikna olur.”
Yerimden doğrulurken içimden ne işim var, ben bu işe nereden bulaştım diye isyan ettim.
Nizamiye kapısının önünde 18–20 yaşlarında yeşil kabanın içinde köşeye çökmüş, ağlamaktan artık sesi çıkmayan bir genç kız. Saçları sonbahar yaprakları kadar sarı omuzlarına dökülüyor. Gözleri mavi veya bana öyle geldi.
Göz göze geldik. Dış Nizamiye kapısında Jandarma bekler, biz pek orada bulunmayız. Üzerimde bulunan Resmi Kıyafetime baktı, biraz çekingen, biraz korku ile benim bir şeyler söylememi bekledi.
Kızım gözümün önüne geldi. Acaba bu benim kızım olsaydı ne yapardım.
Kalk dedim kızım, burası oturulacak yer değil hem bak yağmur yağıyor hasta olacaksın.
Yerinden kalktı. Bir şeyler söyleyecek oldu, sonra vazgeçti.
Yolun karşısından Cezaevi savcısının geldiğini gördüm. Uzun zamandır tanırım, babacan iyi bir adamdır. Öyle katı kuralları yoktur.
Araba yanımıza geldiğinde Savcı Bey hayırdır dedi. Baş Efendi senin kapının önünde ne işin var. Bu hanım kızımız niye burada.
Durumu kısaca kendisine izah ettim. Eğer izin verirseniz Hüseyin’le on dakika görüşsün. Yaklaşık altı aydır Hüseyin’i babası dışında kimse arayıp, sormadı.
Sağ olsun savcım beni kırmadı. Peki dedi. Sadece on dakika. Oda benim odamda olacak. Biliyorsun ziyaret yasak, hem soyadı tutmuyor.
Savcı bey açılan demir kapıdan arabasıyla girdi. Bizde arkasından içeri girdik. Jandarma kızın üzerini aradı. Çantasına baktı. Elinde küçük bir poşet vardı. Onu masanın üzerine boşalttılar.
Mendil, çorap, iç çamaşırı birkaç tanede mektup vardı. Mektuplar zarfların içinde, üzerine gönderici ismi yazılmış ama alıcı adresi yoktu ve postaya verilmemişti.
Jandarmalar mektupları açtılar, içinde yasak herhangi bir şey olup olmadığına baktılar, yoktu, eşyaları ve mektupları tekrar torbaya doldurup kıza teslim ettiler.
İdare binasına beraber gittik. Savcı beyin odasına kızı bıraktıktan sonra Hüseyin’i almaya ben gittim. O başkasının sözünü pek dinlemiyordu.
Hüseyin ziyaretçin var. Hadi gene iyisin diye takıldım. Yine aynı umursamaz tavırla boşluğa dalan gözleriyle yüzüme anlamsız, anlamsız baktı.
Koluna girdim. Hayır demedi, beraber Savcı beyin odasına gittik.
Genç kız savcının karşısında ellerini önünde birleştirmiş, mahcup bir vaziyette oturuyordu.
Savcı bey Hüseyin’i görünce gel bakalım delikanlı. Sen efendi bir çocuksun. Hiçbir vukuatın olmadı. Ha birde konuşsan aramızda sorun kalmayacak. Sende hiçbir şey söylemiyorsun ki kardeşim. Nesin, necisin anlayalım. Bak kızımız ziyaretine gelmiş.
Bir müddet savcı beye baktı. Sonra gözleri yandaki koltukta oturan genç kıza kaydı. Uzun bir süre öylece baktı. Yine yüzü anlamsız ifadeyle dolu, boşluğa daldı gitti.
Kızcağız, Hüseyin dedi, benim Elif beni tanımadın mı? ? Ne oldu sana. Allah aşkına bir şeyler söyle, yüzüme bak.
Yerinden kalktı, Hüseyin’in elinden tuttu. Elinin içinde bir gümüş yüzük vardı.
O anda dikkatimi çekti. Hüseyin’in sağ elinde de aynı yüzükten vardı.
Büyük bir sessizlik kapladı odanın içini.
Savcı bey bir şeyler sezmiş olacak ki. Başıyla kapıyı işaret etti. Kendisi de yerinden kalkıp bana işaret ettiği kapıya yöneldi. Dışarı çıktık. Bir süre kapının önünde öylece kaldık.
Sonra savcı bey
Bu çocuklar birbirini tanıyor. Herhalde Hüseyin kızı anımsamadı. Bir süre içeride kalsınlar. Belki bir faydası olur.
On, on beş dakika sonra kapı açıldı. İçeriden önce kız çıktı. Yanaklarından süzülen yaşları bizden saklarcasına başını önüne eğdi. Ben dedi ağlamaklı bir sesle. Ben Hüseyin’in nişanlısıyım. Beni tanımadı. Ne oldu Hüseyin’e, onu bu hale kim getirdi. Ne olur ona yardım edin. Allah aşkına Hüseyin kötü bir insan değildir.
Biz dedi, aylar önce kiralık bir ev tuttuk. Gece geç saatlere kadar boya, badana yaptık. Hüseyin aynı evde kalmamız uygun olmaz dedi. Gecenin bir yarısında Güngören’e akrabalarının evine gitmek için oradan ayrıldı.
Aylardır onu arıyorum. Ne bir tanıyan, ne bir bilen var. Sonunda Tunceli’ye babasının yanına gittim. O burada olduğunu söyledi. Ama dedi benim Hüseyin’im değil. Beni tanımadı.
Hıçkırıklara boğularak orada yığılıp kaldı.
Bayılmıştı, kollarından tuttum. Koridorda bulunan revir odasına götürdüm. Cezaevinin doktoru Abidin Bey kızı sakinleştirmek için bir iğne yaptı.
Tekrar koridora çıktım. Hüseyin duvarın dibine oturmuş, gözlerinden sicim gibi yaşlar süzülüyordu. İlk defa, evet cezaevine geldiğinden beri ilk defa ağladığını gördüm, dayandığı taş duvar kadar sessiz ve için, için ağlıyordu.
Göz göze geldik. Yerinden kalkmasına yardım ettim. Bahçeye çıktık. Bir süre sessizce yürüdük.
Sonra kısık bir ses tonuyla. “Abi, ben nerdeyim. Bana ne oldu.” ?
Yüzüne baktım, ilk defa gözlerimin içine baktı, o yeşil gözlerinde ki ışık sanki yerine gelmişti, artık bakışları donuk ve anlamsız değil, aksine içine işliyordu insanın.
Koluna girdim koğuşuna kadar eşlik ettim. Orada arkadaşlara ilk defa merhaba dedi.
Onun merhaba deyişindeki hüzün ve hasret kokan sesi karşısında ben susmak zorunda kaldım.
Nasıl söylerdim. 12 Eylül Darbesinin yaktığı canlardan biri olduğunu. Nasıl söylerdim evini boyadıktan sonra gece başka bir eve giderken, sadece elbiselerinde boya var diye gözaltına alındığını, nasıl söylerdim gözaltında, işkence de bu hale geldiğini. Nasıl söylerdim. Nasıl…
Bu kez ağlamak sırası bendeydi. Bahçede yürüdüm bir süre, yorgun bedenimden sarkan kollarımı saldım öylece, üzerime bardaktan boşanırcasına yağan yağmur, yanaklarımdan süzülen gözyaşlarıma karıştı.
O gün doyasıya ağladım.
Ahmet, Hasan, Ayşe, Elif, Mehmet, Nurten, Yusuf, Hüseyin… Ve niceleri, ‘O’ Eylül ayının sıcağıyla yapraklar gibi savrulan, kuru dallar gibi kırılan, yitip giden hayatlara, çocuklara bizim çocuklarımıza ağladım…
enginkasap.com
Engin KASAP. 09.03.2006/İSTANBUL