- 1472 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Doyulmamış Hayat
DOYULMAMIŞ HAYAT
Yazar Nail Türkmen anısına
İnsanın ruhsal gıdası olan doğanın on dört çeşit yeşile can verdiği oylumlardayım. Çukurova’nın cömert doğası gelinliğini giymiş. Ilgım ılgım esen yumuşak Akdeniz melteminin kokusu içime doluyor.
Bu gün yine dolunayın on beşi, pırıl pırıl bir gece. Geceyi yıkayan ay Cebenur’un üzerinden bu yüze sarkmış, yalnızlığını büyüten kara dutun ve zanzalak ağacının salkım salkım duran dalları arasından kır çiçekleriyle bezeli ovaya inecekmiş gibi bakıyor. Ay vakti, ipek dokulu saten bir elbise gibi dururken, bahar su olmuş akıyor inceden inceden içimize.
Onu ilk kez görüşüm, geçen dolunaylı ayın on dördü veya on beşiydi. Yaprakları insan tenini asit gibi yakan incir ağacının dalları arasından izlemiştim. Sanırım aramızda on beş yirmi metre mesafe vardı. Uzun boyu, ak sakalı ve ağır aksak eski bir traktör gibi yürüyüşü, onu oldukça yaşlı gibi gösteriyordu.
Horoz ölür gözü çöplükte kalırmış, eğer bu ihtiyar bir hayaletse, yeryuvarın tadı damağında kalmış olabilir. Onun bugün yine geleceğini hissediyorum, kuş seslerini kucaklayan meltem ırıp ırıp yüzüme vuruyor. Üzerine ay dökülen eşek turpunun sarı çiçeklerinden kalkan ışıl ışıl böceği (ateş böceği) yanı başımdan uçup gitti. Metal kuşların, deniz feneri gibi yanıp sönen ışıklarını bu böcekten esinlenmiş olabilirler. Torun Dede’m, ‘Mezarlık tarafındaki bahçeler arasından yaşlı bir ihtiyarın ; senin ‘Şahin Tepesi’ dediğin yamaçlarda oturduğunu birkaç kez görmüştüm’ dediğini hatırlıyorum. O zaman içimde mistik bir sızı devinmişti. Benimkisi kız merakı, belleğimin iki kıvrımı arasında duran gizemi bir an önce çözmek istiyorum.
Ben, cesaret ananın çocuğuyum. Bu kez onunla tanışmak için geçeceği yolun iki üç metre yakınına oturdum kız başıma. Önüme kır çiçeklerinden bir bahar sorası serilmiş, ona her bakışımda bana kuyruk sallayan köpeğimiz Gördü kızıl topraklı yola boylu boyunca uzanmış. Baktığı gibi görmesini de bilen bu gözler kır çiçekleri ve salkım salkım açan gelincikler, sarı papatyalar arasında geziniyor. Güneşin kırmızı yüzü nar da çiçek açmış, baharın güzel eli kolumuza girebilir artık. Şimdi bu can biteği ova, göğün en güzel mevsimini yaşıyor. Sinek çatlatan sıcakları başlamadan önce buranın yeli kırlangıç kanatlıdır.
Perşembeyi cumaya bağlayan gecenin akşamını yaşıyoruz, minarelerde sala veriliyor. Ağaçlar ilahi seslerle yıkanıyor. Tura yüzünden öptüğüm, gecenin karanlığını gördükçe yüzünü parlatan ve güzele benzetmenin bir parçası olan ay; ey yeryuvar yüzlü, badem gözlü sarı kız, senin gecenin ve yarınlarının güvencesiyim der gibi bana gülümsüyor. Ağaçların yaprakları arasında oynaşan arap ve ısırgan bülbülleri (saka) ezanla birlikte ötmeye başladı. Sanki bizlere ilahi bir resital veriyorlar, duygulanmamak elde değil. Siz, doğanın bu şiirselliğini ve iklimini hiç yaşadınız mı? Uhrevi tatlar veren mutluluk çiçeğine yaslanıyorum, tadına hiç bakılmamış duygularla besleniyor ruhum… ‘Doğa dilsiz hayvanlara bile özgürlük vermiş.’
Gövdesinin ağırlığını elindeki değneğe vermek ister gibi ona yaslanan ve her adım atışında ırgalanan pir yüzlü dede, sarı çiçeğe durmuş yabani menekşe ve salkım salkım sarkan albenili leylaklar, yol boyunca kırmızı çiçeklerini açmış nar ağaçları arasından göründü. Eve döndüğümde Torun Dede’me, ezan okunurken toprağın kapısı mı açılıyor diye soracağım. Herhalde hayatın orta yerine bu ihtiyar gibi çat kapı girilmiyor.
Hayatla ipini koparmayan ak sakallı güler yüzlü dede gelirken Gördü ayağa kalktı. ‘Gel oğlum, yanımda dur’ dedim. O da gelip yanıma durdu. Acılarının pası hâlâ üzerinde duruyor ama tutkularına koşan bulut gibi yürüyor. Birden aramızda ruh akrabalığı oluşan ve tebessümü içimi okşayan dede, gülerek :
‘Ne o kızım? Ehliyet ve ruhsat soran polisler gibi yolumu mu tuttunuz?’
‘Lütfen dede. Benim soracaklarım vardı da.’
‘Hadi o zaman. Hem yürüyelim, hem de konuşalım.’
Himmet sahibi biri gibi, insanın içine işleyen yumuşak bir sesle konuşuyor. Zamanı yaşamak isterken sanki zaman onu yaşamış; yoksa zamanın içinde kayıp mı olmuş? ‘Doymak bilmeyen nefisten korkmalıyız’ der hep babam. Özüne özlem düşen dedenin eli yüzü toprakla karılmış gibi toz toprak içinde boz tenli insan gibi duruyor. Yoksa ete kemiğe bürünmüş başka bir versiyon mu, onu bilemem!.. Gözlerinin feri kalmamış derler ya, canlılığı yok, takma gibi duruyor. Pantolon ve ceketi tozlu ve yıpranmış, sanki ikinci el satıcısından alınmış. Üzerindeki takım elbisesi geçmişine ait gizemli kokular ve onların ipuçlarını taşıyor. Kol ve bacakları üç beş santim açık, yalın ayak yürüyor. Aldığı iyi eğitim ona güzel bir karakter kazandırmış gibi gözüküyor. Oldum olası ben de yalın ayakla yürümesini severim. Çukurova’da toprağını doyurmayan su akıp gitmez ve genellikle çocuklar da önüne set kurar.
Yeryuvara ziyaretçi olarak gelen hep ruhlarımızdır. Hayatı bir gece yolculuğu olarak kabul eden ak sakallı yağmur yüzlü dede, kendisine alıcı gözüyle baktığımı görünce :
‘Gülüşü delişmen kız, hadi bakalım. Ne soracaksın?’
‘Adın?’
‘Ali.’
‘Ali Dede. Yanında bir şey yok mu?’
‘Neyin?’
‘Ali’nin?!..’
Duraksıyor! Unutmuş gibi, bakışları iki büklüm. Onun için hayat nedir?.. Bam teline basmışlar, ezilmiş otlar gibi duruyor. Çorak topraklar gibi susuz… Yalın ayakla da olsa, tutunmak istiyor hayata…
‘Anladım, anladım. Üçüncü Ali.’
“Yaa Ali Dede. ‘Da Vinci’nin Şifresi’ romanındaki gibi yapıyorsun.”
‘Kızım, senin adın ne?
‘Eylül.’
‘Eylül. Bak Kızım. Birinci Ali, senin büyük büyük büyük deden Ali, Çanakkale’de şehit oldu. Onun en küçük kardeşi ilk doğan oğluna Ali ismini verdi, Birinci Ali’nin sol kolundaki siyah ben İkinci Ali’nin aynı kolunda da vardı. Şemsi Deden, kardeşinin benini öper gibi oğlunun kolundaki beni öptü. İkinci Ali büyüdü askere gitti. O vatani görevini yaparken sevdiği kızı, babası başka birine verdi. Buna çok üzülen Ali verem hastalığından İstanbul’da öldü. Ben Şemsi’nin torunu Üçüncü Ali’yim.’
Her ölen ölümünü bilir, onu da elinden alır Tanrı… Eksik bir hayatın yaşanmışlığı onu üzüyor. Acıları ruh derinliğine iyice sinmiş. Göğsü cennet bağı bahçelerdeki ardıçlardan pembe sarı sesler geliyor, çığlık gezgini kuşlar geceleri yaprağın kanadında ötüyor. Elindeki değneğe iyice yaslanan Ali Dede’nin yorulduğunu fark ettim. Şefkate aç gibi bakıyor, onun bu hali içinsanımı harekete geçirince imgelerim çatlıyor, merhem olmak istiyorum. Acılarının ığıltılı sızısına zor katlanıyor.
‘Gel şu taşa otur istersen!?’
‘Koluma girer misin? Bir an önce Şahin Tepesi’ne varmalıyım.’
‘Eylül. Bak, benim de sol kolumda o siyah yuvarlak benden var.’
Kolunu yukarı sıyırıp bana gösteriyor, toz içinde kalan ben güçlükle seçiliyor.
‘Cennet çiçeği çocukluğumda, annem hep buradan öperdi.’
Acılarını yaralı bir serçe gibi yüreğinde taşıyor. Sanki içinin kırık sazı dillendi, sesi peltemsi bir hal aldı. Tıpış tıpış yürürken başını bana doğru çevirdi.
‘Sanırım okuyorsun. Kaçıncı sınıftasın?’
‘Lise bir.’
Ay yanığı düşler gördüğüm Şahin Tepesi’nin yamacına gıdım gıdım çıkıyoruz. Kolu, bedenime tahta parçası gibi değiyor, sıcağı vurmuyor tenime. Ama olsun, onun yüreği sıcak. Yürek olmazsa akıl bencildir, bana insanları hep sev dedi içimin öteki sesi. Tabi yürek olmazsa, akıl yüzsüzdür. Ona, merak ettiğim şeyi hâlâ soramamıştım.
‘Güz yüzlü dede. Sen hayalet misin?!.. ‘
‘O da nereden çıktı? Bak işte yaşam taksimetrem açık.’
“Ne bileyim? Torun Dedem, seni uzaktan birkaç kez görmüş. ‘O tahtalı köyün muhtarı. İyi huylu bir hayalet’ demişti.”
‘Halt etmiş o. Torun Ahmet’in içi kararmış. Aman ay gülüşlü kızım. Belleğimizi, kinimizi gömdüğümüz bir çukur değil de güler yüzlü insanların yıkanacağı bir nehir yapmalıyız.’
‘Nereden biliyorsun Torun Dede’min ismini? Yoksa onu tanıyor musun?’
“Uzun hikâye, sonra anlatırım. İnsanın içi yüzüne yansır. Dinler misin? ‘İnsanın cemali, sözünün güzelliğidir.’ ”
‘Torun dedemi tanısan, ona bunu söylemezdin.’
Ay’ın menekşe menekşe baktığı Şahin Tepesi’nin en görülmeli yerindeyiz, giz dolu yamaçlar ıpıssız… Mezarlığın kemanı olan meltem ırıp ırıp vuruyor yüzümüze. Konuştuğumuz sesler gidip gecenin oylumuna yaslanıyor. Yüreğir ovası, dokusunda ördek yeşili oldukça fazla olan bir kilim gibi önümüze serilmiş. İçinde düş biriktiren yüreğimin ezgilendiği yerdeyim. Ay, gümrah gümrah oylumlar oluşturan ekin tarlalarına dökülüyor. İkimiz de başımızı doğanın gizemli sessizliğine yasladık. Belki de güz yüzlü Ali Dede, anılara olta atmış, bulut çobanı olduğu çocukluk günlerini, serçelerin sevişmesini, rüzgârın fısıltısını dinlediği veya mangal sefalarını hatırlamıştır. Kim bilir? Galiba insanlar sahip olduğu güzelliklerin değerini ancak yitirdikten sonra anlıyor. İçsel acılar çekmiş, ezgi dolu sesle :
‘Ay gülüşlü kız. Benim gitme vaktim geldi. Sevildikçe gelirmiş ay vakti. Beni, fildişi kulemden indirir misin?’
‘Yahu dede. Ölmekten, ölümden temelli dönsen.’
‘Mümkünü yok. Olur mu öyle şey!?.. Ölüm, hayattan müsaade de istemez.!.. Bakma sen. Ben ara sıra sıvışıyorum.’
‘Ali Dede. Soruma yanıt vermedin?’
‘Gelecek sefere.’
‘Yani… Tekrar görüşeceğiz?!’
‘Ay gülüşlü kızım. Sırrımızı saklarsan! Neden olmasın.’
‘Gir koluma hadi. Yavaş yavaş inelim.’
“Kız tadında çocuklarımı sevemedim. Gözlerinde düş taşı saklayan Eylül’üm, beni dinle. Derslerini, istikbalini taşa çalma, ilme ver. Güzel konuş, dil düşüncenin evidir. Düşündükten sonra yüreğinin götürdüğü yere git.
‘Kendini fazla yormamalısın.’
‘Bulutlara uçurtma gönderen kızım. Özgür düşüngü, hem tutucu gelenekçi hem de özgür olamaz. Sen bana ne olacağını söylemiş miydin?’
‘Hayır.’
‘Söylemeyecek misin?’
‘Edebiyat öğretmeni.’
‘Çok güzel. İnşallah.’
Hayat oylumunda hüzün her yüze bir başka takılırmış. Şimdi hüzün, onun yüzünü yalıyor… Toz toprak içinde kalan yüzü ve derine düşen gözleriyle bana bakarken elini uzatıyor.
‘Sen gülünce yürek pencerelerim açılıyor. Eylül, seni özleyeceğim. Hoşça kal.’
‘Ben de seni. Güle güle. Nur içinde yat!..’
Ağzına tat bulaşanın gözü pekmez tulumun da olurmuş, o da öyle biri galiba… Gel gel diye toprak seni çağırırken, biz seninle düş kıyısında bir hayat yaşayabilir miyiz? Sana burada hamak kurdururlar mı? Yüreği yüreğime denk düşen dedeyi sevdim, ona kanım kaynadı. Mürekkep yalamış birine benzeyen dedeyi, bir sonraki dolunay vaktine kadar çok özleyeceğim. Bir sağnak gibi geldi geçti. Papatyalar beyaz yüzleriyle vedalaşmamızı seyrediyor.
Kadir gecesinde doğan Ali Dede’nin büyüleyici bir yanı var, insanın içini okur, empati kurar gibi konuşuyor. Bana, onun yakınıymışım gibi hareket ediyor. Peki ama, yakınıysam bu zamana kadar neden bizlerle konuşmadı? Torun dedemle küs mü? Torun dedemin ismini nasıl biliyor? Bunları babamla paylaşmalı mıyım?
Dolunaylı cuma akşamını iple çekiyorum. Yaşam hep beklentilerle geçmiyor mu? Beklemek geleceği gösterir, umutla beklediğimiz yarınları. Aradan tam bir ay geçti, nur yüzlü bilge insanı özledim. Dolunayın on beşi ama günlerden çarşamba, hiç geleceğini sanmıyorum. Kalktım, Gördü ile birlikte eve dönüyoruz.
Efil efil esen meltem kayısı ağacının yapraklarıyla oynaşırken, şıfanak ve gelinciğin boş başakları ırgalanıyor. Deve dikenleri sarı çiçeğe durmuş. Küp kırıklarından taksi yaparak altında oynadığımız incir ağacının yapraklarının sesi kulağıma dökülüyor. Ay, Cebenur Dağı’nın doruklarında sürüklenirken geçen ay onu beklediğim yere oturdum. Kızıl topraklı mezarlık yolunu gözlüyorum, kara dut ağacının dallarından sala sesleri dökülmeye başladı. Bu güzel anı benim gibi kuşlar da beklermiş, onlarda resitalin bir tınısı olabilmek için başladılar ötmeye!.. Ruhum havalandı, yüreğimin ağlamaması için onu zor tutuyorum… Yine de sulanıyor gözlerim.
Ruhunu dip kapanından kurtaran Ali Dede, üzerinde yine aynı takım elbise ile ağır aksak yürüyüşüyle geçen aya göre biraz solgun ağaçlar arasından göründü. Ağaçların karanlık gölgelerine girdiğinde yamalı bohça gibi görünüyor. Çok geçmeden Gördü de onu fark etti, koşarak yanına gitti. Hoş geldin der gibi bir kez havladıktan sonra ona kuyruk sallayarak eşlik ediyor.
Zaman köprülerinden geçerek gelen ak sakallı nur yüzlü dedeyi karşılamak için ayağa kalktım, bir iki adım atıp eline sarıldım.
‘Yüzümün dedesi, hoş geldin.’
‘Hoş bulduk, yeşil gözleri irem bahçesi olan ay yüzlü kızım.’
‘Nasılsın?’
Süklüm büklüm. Gözlerimin içine ölümün emrindeyim der gibi bakıyor.
‘Ağzı açık bekleyen toprak da umutsuzluk kapısı değil. Bekleme kabinlerinde yatan nasıl olursa… İç güvesinden hallice işte!..’
‘Benim sakalı aklanmış dedem. Sen yine şanslısın!?.. Bilirim, ay dönüp baksa, yine gelirsin.’
‘Eylül. Bakarsın, Allah gümüş kapıyı kapatır, altın kapıyı açar.’
Duyguları öyle yoğunlaştı ki, kabına sığmıyor. Bu gün ilk kez geçen hafta aldığım göğsünde ay arması olan tişörtümü giymiştim, onu hemen fark etti.
‘Aah! Gözlerinde düş taşı saklayan ay yüzlü kız. Bunu benim için giydin değil mi?’
‘Tabi, güz yüzlü dede. Beğendin mi?’
‘Hem de çok beğendim. Bana bu güzellikleri yaşatmak istediğin için teşekkür ederim.’
‘Hiç önemli değil.’
‘Sırrımızı saklamasını bildin mi?’
‘Tabi dede. Devlet sırrı gibi sakladım.’
“Aferin kızım. **‘Eline, diline, beline sahip ol’acaksın.’ ”
‘Öğretmenin haklı sözüne öğrenci ne desin?’
Boş kovan gibi görünmüyor, uçuruma kafa tutan ağaç gibi duruyor. Kara dutun dalları arasından süzülürken ay, yamaçtaki pınarların sesi, gelmiş sesimize yaslanıyor. Şaman büyücüsü gibi gözlerini bana dikti.
‘Torun Ahmet’e bir şey söylemedin ya?’
‘Hani, onu nereden tanıdığını söyleyecektin?’
“Üçüncü Ali, onu ‘torun torun’ diye severdi. Zamanla adı ‘Torun’ kalmış olmalı.”
‘Aa dede, sen onun dedesi misin?’
‘Bu kadar sözden sonra! Her halde yani!? Arif olan anlar.’
Gülüşüyoruz.
Ona, bir kahve içimi kadar gelen hayat, kim bilir neler öğretmiştir. Beyaz gece gözlerimizi büyülüyor. Ay, dut ağacının dalları üzerinde gümüşten bir tura yüzlü para gibi duruyor. Doğadaki yeşil avaz avaz bağırıyor, bir hüzzam şarkı dökülüyor Şahin Tepesi’nden aşağıya. İnsanlığın solmaz gülü bir ova Yüreğir’in gümrah malazları, bir kilim gibi serilmiş. Geceyi toplayan dolunay güvencesinde kendimizi yaşamın sularına bırakıyoruz. Belki de ovanın en albenili ve en görülmeli yerindeyiz, yeşile sarılıyor umutlarım. Uçuruma ayarlı seslerin dinginliğini, doğanın ölüm şiirini dinliyorum. Meltem, ruhumun koluna girmiş, mutluluğu duygusallıkla yakalıyorum.
Ali Dede’m, fulü anılarının beşiğini sallarken, ben de kız tadında kendi içsel sesime kulak veriyorum. Onu tanımanın verdiği coşku ve mutlulukla içim deviniyor. Allah, Şahin Tepesi’nde yürek kapılarını bize ardına kadar açmış. Bizse, ha bire kirlettiğimiz duygularımızla kendi çıkarlarımız uğruna yozlaşıp gidiyoruz. Yaşam, sanki bizimle dalga geçiyor. Anıların tortusundan sıyrılan Ali Dede, ısırgan bülbülü gibi yaralı yüreğinde taşıdığı ve imbiğinden geçirdiği düşüngülerini dillendirecek gibi yerinden doğruldu.
“ ‘Gözleri badem yeşili, saçları bal sarısı’* kızım. Yakınlarına söyle, yalnız benden duymuş gibi olmasınlar, toprağın altını unutmasınlar!..”
‘Ata yadigârı dedem. Olur söylerim…’
‘Yaş yaşadım diş dişedim, onca haller gördüm ama şimdi, bir soluğun özlemini duyuyorum. Es bire tembelin meltemi, ılgım ılgım es ruhuma!.. Ilışsın içim…’
Suyun şırıltısı dağın yırtmaçlarını kucaklarken birlikte ayağa kalkıyoruz. Onun duygulandığını hissediyorum, yüreğimi buruk bir çırpınış sarıyor. Koluma giriyor, yamaçtan aşağı usul usul iniyoruz. Ne zaman toprağın yolunu tutsa, duygulanıyor. Zaten insanın dörtte üçü duygu değil mi?
‘“Aah benim seyhan yürekli kızım. “Kişi ölümlüdür, bunu en baştan biliriz, Dağlarca ‘Ben nasıl ölürüm anlamıyorum’ demiş.”** Ne de güzel söz etmiş, değil mi?’”
“Doğru söze senin kızın ne desin? Yürek kapısı açık kalan dedem, bir de ‘hayat ne geriye gider ne de geçmişle ilgilenir’***derler.”
İnsanlar ister devine devine, isterse devrile devrile yaşasın, bu yeryuvardan öyle veya böyle, bir göçmen kuşu gibi geçip giderler.
*- Şemsi Belli
**- Oktay Akbal
***- Halil Cibran
YORUMLAR
yüreğine kalemine sağlık
YAZMAK SANA YAKIŞIYOR
BUDA BENDEN OLSUN
TARİHÇİ SÜLEYMAN
Gönül soframda var...Beklerim
Otuzbeş yaşlarında,saçı sakalı uzamış ve ağarmış,
sıska,zayıf birisiydi.Bizim köyün terkedilmiş,çatısı akan
suyu akmayan,elektiriği olmayan,yıkık harabe halindeki
bir binasında yaşıyordu.İlginç bir kişiliği,mükemmel bir
hafızası vardı.Bütün sayısal işlemleri,aklından hesap ma-
kinasından önce yapabiliyor,tarihte yaşanmış bütün önem-
li olayları,savaşları,depremleri,felaketleri günleri ile söyli-
yabiliyordu.Hatta ve hatta gelecekteki önemli günlerin,bay-
ramların hangi güne rastlıyacağını bile biliyordu.Köyün yaş-
lıları ona TARİHÇİ SÜLAYMAN adını takmışlardı.Gerçek-
tende o yaşayan canlı bir tarihti.O varken ansiklopedilere,
internete,hesap makinalarına gerek yoktu.Bizim köyün ca-
hil gençleri,çocukları ona daha bir acımasız davranmışlar
ve ona DELİ SÜLEYMAN adını takmışlardı...
Amma,
Bana göre SÜLAYMAN,üstün zekalı bir DAHİYDİ
Köyde birinci derecede yakınımız,akrabamız olmaması-
na,kalmamasına rağmen sırf onu görmek,onunla sohbet
edebilmek,onun erzağını,bir takım ihtiyaçlarını giderebilmek
için sık,sık köye gitmeye başlamıştım.
Zira,
TARİHÇİ SÜLEYMAN mükemmel bir şiir yorumcusuydu
ve bütün ünlü şairlerin şiirlerini ezbeer biliyordu.Hele,hele
büyük ÜSTAD,NECİP FAZIL IN SAKARYA şiirini onun yo-
rumuyla dinlemek,bana tanımı mümkün olamıyacak kadar
bir bir haz ve mutlulık veriyordu.SAKARYA şiirini onun yoru-
muyla kaç kere dinlediğimi unuttum bile....Beş,on,elli belki-
de yüz kere...
Şaşılacak şeydi...Benim otuz yılda yazdığım,defalarca
okuduğum halde bir tekini bile ezberliyemediğim,beş şiir
kitabında topladığım,kendisine hediye ettiğim kitaplarımdaki
tüm şiirlerimi TARİHÇİ SÜLAYMAN bir haftada ezberlemiş,
HARDDİSİKİNE almıştı bile.Onun yorumuyla insanın kendi
şiirini dinlemesi,mtluluk gurur verici bir olaydı.
Yaz yaklaşıyordu.Tatile çıkmadan önce hem TARİHÇİ
SÜLAYMAN IN ihtiyaçlarını gidermek,hemde onunla sohbet
etmek için,onun eşsiz yorumuyla kendi şiirlerimi dinlemek
için köye gitmiştim.Arabamı virane evin önünde park ettik-
ten sonra,bağajdaki poşetleri elime alıp tam kilitsiz kapıyı
aralıyacaktımki,BİR ÇOCUK
- AĞBİ DELİ SÜLAYMAN ÖLDÜ.HABERİN YOK MU?
dedi.İçim CIZZ ediverdi.Elimdeki poşetler yere düştü.
Hınzır çocuk bir ölüm haberi böylemi verilirdi.Sanki başımdan
aşağıya doğru kaynar sular dökülmüştü.Çocuğa hiç bir şey
söylemeden,emin olmak için evin kapısını araladım.
TARİHÇİ SÜLAYMAN gerçektende evde yoktu.Çocuğun
söyleiği doğru olmalıydı.Amma doğru olmaması için bildiğim
tüm duaları okumaya başlamıştım.Gözlerim yerdeki hasırın
üzerindeki benim son çıkardığım KARABORSA SEVGİ adlı
şiir kitabına takıldı.Garibim demekki en son benim şiirlerimi
okuyarak ölmüştü diye düşünüyordumki,kitabın yanındaki,
sayfaları yırtık,pırtık bir deftere gözüm ilişti.Defteri elime aldım.
Orta yerinde kurşun bir kalem duruyordu.Kalemde TARİHÇİ
SÜLAYMAN IN adeta ellerinin,yüreğinin sıcaklığını hissettim.
Bir hüzün çöktü üstüme.Ağlamamak için direniyordum...
TARİHÇİ SÜLEYMAN IN yazdıklarını okumaya başladım.
Aman ALLAHIM neydi bu güzellikler...ÖZLÜ VE GÜZEL SÖZ-
LER,HADİSLER...En son sayfadan başa doğru,
-KRAL OLUP PARAMI DİLENCİ GİBİ HARCAMAKTANSA,
DİLENCİ OLUP,PARAMI KRAL GİBİ HARCAMAYI TERCİH
EDERİM
-PARANI VER,GÖNLÜNÜ VER,CANINI VER AMA SIRRINI
VERME
-İŞİNİ BEĞEN,AŞINI BEĞEN,EŞİNİ BEĞEN AMA KENDİNİ
BEĞENME
-DAVET ET,HAYRET ET,İKRAM ET,AFFET AMA İHANET
ETME
-ZENGİNLİK MAL ÇOKLUĞUNDAN OLMAZ,HAKİKİ ZENGİN-
LİK,ANCAK GÖNÜL ZENGİNLİĞİDİR
-MAL CİMRİ,SİLAH KORKAK,KARAR DA ZAYIF KİŞİLERDE
OLURSA İŞLER BOZULUR,DOĞRU GİTMEZ
-GÜNÜN ADAMI DEĞİL,HAKİKATIN ADAMI OL
-BÜTÜN CİHANI ARAŞTIRDIM,İYİ HUYDAN DAHA İYİ BİR Lİ-
YAKAT GÖRMEDİM
-MIZRAK YARASI İYİLEŞİR,DİL YARASI İYİLEŞMEZ
-KUSURSUZ DOST ARAYAN,DOSTSUZ KALIR
-HAKSIZLIK ÖNÜNDE EĞİLMEYİNİZ,ÇÜNKÜ HAKKINIZLA
BERABER ŞEREFİNİZİDE KAYBEDERSİNİZ
-YALAN ÖYLE ZEHİRLİ BİR OKTURKİ,HEDEFİNİ DEĞİL ATA-
NI YAKALAR.
-EN YÜKSEĞE ERİŞMEK İSTERSENİZ,EN AŞAĞIDAN BAŞ-
LAYIN
-HATA ETMEK BİRŞEY DEĞİL,HATA ETTİĞİNİ UNUTMAK
KÖTÜLÜKTÜR
-HARAMDAM MAL YIĞMAK,BALON GİBİDİR.ŞİŞER,ŞİŞER
BİRDEN PATLAR
-KİTAP OKU,MESLEK OKU,DÜNYAYI OKU AMA LANET OKUMA
-YALAN BACALARI KARARAN İS GİBİ,İNSANLARIN İÇİNİDE
KARARTIR
-YENİLMESİ GEREKEN İLK DÜŞMAN NEFİSTİR
-GURUR,KİBİR ŞEYTANIN ARKADAŞIDIR
-MEZARLIKLAR VAZGEÇİLMEZ SANILAN ŞÖHRETLERLE,KAH
RAMANLARLA DOLU.SAKIN ŞÖHRETİNE GÜVENME
-EVLİLİK KUŞATILAN KENTE BENZER.İÇİNDEKİLER DIŞARI
ÇIKMAYA,DIŞINDAKİLER,ÇERİYE GİRMEYE ÇALIŞIRLAR
....
....
Ve....Daha neler,neler
TARİHÇİ SÜLAYMAN IN yazdıklarını okumaya doyamıyordum.
Elimdeki defterle eşikten dışarıya adımımı atmıştım ki,HASAN EMMİ
ile karşılaştım.Belliki birileri haber vermişti geldiğimi,
Hasan Emmi,
-GEÇ KALDIN EVLAT.TARİHÇİ SÜLEYMAN DA TARİH OLDU
dedi.
-EVET GEÇ KALDIM HASAN EMMİ.KOSKOCA BİR KÖY,BİR
GARİBANA BAKAMADI.YAZIKLAR OLSUN BU KÖYE.HİÇ Mİ SİZ-
LERDE ACIMA DUYGUSU YOK.HİÇ Mİ ÖLÜMLERDEN DERS AL-
MIYORSUNUZ,BİRGÜN ÖLECEĞİNİZİ DÜŞÜNMÜYORSUNUZ.ME-
MARK ETMEYİN BU KÖY SİZLEREDE KALMAZ...
Ağzıma geleni söylüyordum.Neler söylediğimi dahi bilmiyordum.
Belki bu yaşlı adamın kalbini,suçu olmadığı halde kırıyordum.HASAN
EMMİ,görmüş,geçimiş olgun birisi,söylediklerime ağzını açıpta tek
bir kelime dahi söylemedi,karşılık vermedi.Elleri ile sırtımı sıvazladı.
Belliki çok acı çektiğimi oda anlamıştı.Yaraya tuz basmak istemiyor
gibiydi.
O üzüntüyle,kızgınlıkla arabama nasıl bindiğimi,köyden nasıl ayrıl-
dığımı dahi bilmiyorum.TARİHÇİ SÜLAYMAN IN mezarına gitmek
bile aklıma gelmemişti.
YAŞ OTUZBEŞ YOLUN YARISI EDER demiş,merhum usta şair
CAHİT SITKI TARANCI...Daha yolun yarısında kara topraklarla bu-
luşmuştu dostum,DAHİ SÜLEYMAN...Bizim köylülerin deliliğe layık
gördüğü TARİHÇİ SÜLAYMAN IN yokluğuna alışmam hiçte kolay
olmayacak çok zor olacak gibi...
Sırf bizim köylülerin değil,TÜRKİYE NİN kımetini bilmediği bir
DEĞERİ,DAHİYİ kaybetmenin üzüntüsünü yaşıyorum.
BAŞIN SAĞOLSUN TÜRKİYE...BAŞIN SAĞOLSUN