- 1062 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
Nakşeden İzler (anı roman 5)
Babam rahmetlik amcamın, iki yaş büyüğüydü, fakat amcam, babamın her işine yıllarca koşturmuş ve bu bakımdan da, babalarının hatırasına olan hürmeti, her zaman gösterirler ve bu konuda kusur etmezlerdi,ayrıca amcalarını da çok severlerdi.
Akşam düğüne gidecektik, vakit çoktu, biraz yorgunluk hissettim, Mahmut paşadaki dükkanın arka bölmesine uzandım, biraz uymuş olmalıydım ki, gürültü ve gülme seslerine uyandım.
Dışarıya çıktım, baktım ki bizim Mehmet ve dükkan komşuları beraberce mum tablalarını kırmaya çalışıyorlardı.
Kalınlığı sekiz santimden aşağıda olmayan, kırk çarpı otuz ebadında bulunan, mum kütlesine vurarak, kırmaya çalışıyorlardı.
Hararet oldukça fazlaydı, iki kişi denedi kıramadı, elleri acımış olmalı ki, ovalıyorlardı.
Orta yaşlı biri beni göstererek, Mehmetr17;e kim olduğumu sordu, amcamın oğlu Kayseri den düğünümüz için geldiler dedi.
Adam çok uyanık birine benziyordu, ana doludan gelen yiğitler sıkı olurlar, birde arkadaş denesin demez mi!
Ben zaten şaşkınlığımdan onlara bakıyordum, ne yaptıklarını anlamaya çalışıyordum.
Böyle bir teklifi hiç beklemiyordum, Mehmet bana şöyle bir tereddütle baktı, sen bilirsin dercesine sessiz bir şekilde kaldı.
Mehmetr17;in o masum hali olmasaydı, kesinlikle denemeye kalkmazdım, fakat neye mal olursa denemeye karar vermiştim, hedefim olan mum tabağına yaklaştım, nefes aldım, gücümü topladım, bu arada hiç kimseden çıt çıkmıyordu.
Gücümüm yoğunlaştığı kolumu, dolayısıyla bileğimi tereddütsüz bir şekilde, var gücümle öyle indirdim ki, insanlar daha da şaşırmış vaziyette bana bakıyorlardı.
Maalesef mum kırılmıştı, Mehmet bana sarılmıştı, bende hiç bozuntuya vermeden köşeme çekilmiştim.
Kimseye söylemiyordum fakat, bileğim ve elim iyi ağrımıştı, hiç sevinememiştim, bir müddet sonra ağrı azaldı ve böylece unuttuk gitti.
Akşam dükkanı kapatmıştık, herhangi bir mağazaya giderek Mehmetr17;e takım elbise alacaktık, birkaç yere baktık, sonunda bir yerden, beyaza yakın olan bir renk beğenerek, pantolonun hazır hale gelmesini bekledik ve nihayet aldık.
Düğün bitmişti, sabah Mehmet beni Ataköy plajına götürmek istiyordu, benim denize girmek adına ilk tecrübem olacaktı.
Olur gidelim diyerek ayrıldık, nihayet plaja girdik, üzerimizi değiştik, benim tenim hiç güneş görmemiş olduğundan, adeta bağırır gibi ortadaydı, fakat bu kimin umurundaydı.
Bu benin denize ilk girişimdi, fakat yüzmeyi biliyordum, yılana sarılmamak için öğrenmiştim, samırsaklı ırmağında, oysaki yüzmeyi öğrenmek oldukçada basitmiş.
Öğrenmek için ne yapmıştım, Ahmetr17;ten, Mehmetr17;ten yardım istememiştim.
Su yüzünde yüzerken gördüğüm, beyaz fıs fıs diye bilinen, beyaz eşyaları korumak maksadıyla aralarına konan, suyun batırmaya gücünün yetmediği nesneyi, karnıma kemerle bağlayarak, kendimi suya atmıştım.
Öyle yüzüyordum korkum yoktu, saatlerce sudan çıkmıyordum, yorulmuştum dinlenmek niyetiyle sudan çıktım ki, karnıma bağladığım fıs fıs yoktu.
Şaşırdım kaldım, ne zaman çıktığını hiç fark etmemiştim, hemen tekrar suya daldım ki, yüzmeyi aslanlar gibi öğrenmiştim ve buna da çok sevinmiştim, dolayısıyla kendime olan güvenimi tazelemiş ve ayrıca kuvvetlendirmiştim.
Plajda rasgele yüzüyorduk, ilk defa bayanları plaj kıyafetiyle görüyordum, ama inanın hiçbir cazibesi bulunmuyordu, rahatsız bile oluyordum.
Böyle kendi halimde yüzerken, sırtımdan birisi aniden bastırınca, ilk defa deniz suyunu yutmak zorunda kalmıştım.
Deniz suyu, biraz tuzlu ve balık kokusunu içinde barındırıyordu, yutmak zorunda kalanlar için, hiçte keyifli olmayan bir durumdu, rahatsız olmuştum, böyle gafil avlanmak, benim hiçbir zaman tarzım değildi.
Sağ olsun amcazadem Mehmet zahmet buyurmuş ve beni sırtımdan suya batırmış, içimden tamam canın sağ olsun diyerek yüzmeye, o unutana kadar, devam ettim.
Suyun içinden giderek ters döndüm ve Mehmetr17;in göbeğinin altına geldim, belini kavrayarak onu dibe çektim ve bir müddet sonra bıraktım.
Mehmet çok korkmuş olarak dışarı çıktı, birazda su yutmuş tabi.
Misafir olduğum ve birazda yufka yürek taşıdığımdan, onun kadar acımasız davranamazdım, fakat ilk tecrübem olduğu için bu olayı hiç unutamam.
Artık vakit gelmişti, Kayserir17;ye dönüyordum, yanımda hürriyet gazetesinin muhabiri olduğunu söyleyen bir arkadaş oturuyordu, birlikte seyahat ediyorduk.
Gecenin bir vaktinde gözlerimi nispeten dinlendiriyordum, saat 03.45 gösterdiği bir zaman diliminde, araçta bir hareketlilik olduğunu, kulağıma gelen farklı ve ahenk siz seslerden fark ettim.
Göz kapaklarımı aralayarak bir baktım ki, ters yönde duran bir araç, yolun ortasına usulsüz durmuş, üstelik uzun farlarını yakmış ve böyle bir vaziyette, el kol hareketleri yapıyordu, telaşlandık, bir şeylerin ters gittiğini anladık.
Nihayet otobüs durdu ve biz araçtan aşağıya indik, el ve kol hareketleri yapan adamın, şaşkın bir vaziyette işaret ederek gösterdiği istikamete doğru yöneldik.
Aşağıya baktık ki ne görelim, karanlık olmasına rağmen, bir yolcu otobüsü, yolun kayganlığından, takriben 70-80 metre derinliği bulunan ve oldukça keskin olan bu uçuruma, takla atarak bir çırpıda yuvarlanmış ve sonunda gideceği bir başka yol olmadığından, en dip kısımlarda bulunan sıra selviler dediğimiz, kavak ağaçlarına dayanmış ve böyle bir vaziyette en nihayet durabilmiş.
Aşağı kuytu yerden gelen seslere göre, bağıran, ağlayan, aracın altında kalan ve ölen, o kadar çok insan var ki, ne yapacağımızı şaşırdık kaldık.
Böyle vahim ve hazin olaylar karşısında, neler yapabileceğimizi öğreten, herhangi bir sivil savunma kursu almamıştık.
Bu bakımdan çaresizlik hat boyuna çıktı, aşağıya inenin tekrar yukarı çıkması mümkün görünmüyordu, çünkü aşırı dik ve bir o kadarda kaygan olan toprak yapısı, çamur olduğundan ayaklar, yer tutmuyordu.
Karanlıktan pek fark edilmiyordu lakin, o kadar hızlı ve dik uçuruma, otobüs yuvarlanırken, şiddet ve sarsıntıdan doğal olarak tüm camlar kırılmış.
Dolayısıyla, camın boşalttığı çerçevelerden dışarıya fırlayan insanları, farklı yerlere savrulmuş cesetleri görüyorduk.
Ayrıca canı yanan, yaralanan, en yakınını kaybeden insanların feryatları, yüreğimizi dağlıyor, içimizi burkuyordu.
Bu dramatik durum karşısında, tereddüt etmeye fırsat dahi bulamadan, yuvarlanarak aracın yanına geldim, fakat durumun aşağıda, çok daha vahim olduğunu, yakinen görerek öğrendim, bu halde ben ne yaparım telaşına düştüm.
Yardıma koştuğumuz arkadaşlarla,yaralıları bir taraftan yukarıya gönderiyoruz, diğer yandan cesetleri bir kenarlara çekerek, aracın makaslarının altında sıkışan, bu nedenle de çok acı çektiği için bağıran, yaralının yanına doğru eğildim.
Yaralı yan vaziyette yatıyordu, aracın makası kaba etine oturmuş, kıpırdaması mümkün değildi, öylece bağırarak duruyordu, tek bir çözüm gözüküyor, oda aracın kriko marifetiyle kaldırılmasıydı, fakat ne mümkün, nasıl kaldıracağız, kriko aklımıza geliyor, getirtiliyor ve deneniyor fakat son derece yetersiz kalıyor.
Dört kişiyi buraya görevlendirdik, yukarıdan kamyon ve araçlarda ne kadar kriko varsa hemen aşağıya getirmelerini bağırarak söyledik.
Çok acele ederek,yaralıları yukarıya taşımaya çalışıyorduk, fakat o kadar çok zorlanıyorduk ki, gücümüz ve takatimiz kalmıyordu, ayaklarımız durmadan kayıyordu, ama yinede yılmadan bu işi, hakkıyla başarmaya çalışıyorduk.
Hala yukarda şaşkın bir vaziyette bekleyenlere,sesleniyorduk neden hala bakıp duruyorsunuz, niçin yardıma koşmuyorsunuz ve neyi bekliyorsunuz diye kızınca, üç beş kişi dayanamadı aşağıya indi, yardıma muhtaç o kadar insan vardı ki.
Saatler geçtiği halde, maalesef ambulans ve kurtarma ekiplerinden, hiç kimseler yoktu, yaralıları diğer küçük araçlarla sevk ediyorduk, tekrar aşağıya indim, ve bir arkadaşla, sekiz civarında cesedi kenara çektik.
Aracın makasının altında kalan, yaralının sesi kısılmıştı, lakin iniltisi hala duyuluyordu, fakat bu arada yardıma koşan, elinden geldiğini esirgemeyen insan sayısı, diğer araçların durmasıyla daha çok artmıştı.
Belirli yerlere krikolar ve halatlar takılarak, oldukça hassas bir şekilde, dengeli hareketlerle, aracı kaldırarak, yaralı insanı kurtarmayı ve aracın altından çıkarmayı başarmıştık.
Bu duruma o kadar sevinmiştik ki, bizlere moral bakımından adeta ilaç oldu, cesetlerin durumunu bir anda unuttuk, anladığım kadarıyla yolcular kıyafetlerinden, genel olarak dar gelirli ailelere benziyordu, öğrendik Kahramanmaraşr17;a gidiyorlarmış, çoğunun kıyafetleri yöresel izler taşıyordu.
Üç saatten fazla bir zaman diliminde orada kalarak, kazazedelerin yardımına koşmaya ve derman olmaya çalışmıştık, biraz faydamız olduysa, ne mutlu bize, en azından vicdanen acı çekmekten kurtulmuştuk.
Boşa söylemediler herhalder1;iyilik yapmak, vicdanı acı çekmekten kurtarır r0;diye;
Hürriyet muhabirinin, aşağıya inmeye tenezzül etmeden, sadece bakması ve hiçbir yardımda bulunmaması, çok garibime gitmişti ve beni oldukça düşündürmüştü.
Kayseri ye nihayet geldiğimde, telefonla haberin özetini izah ederek, olay haberin, ilk olarak bizim gazetede çıkmasını başarmıştım.
Böyle görevli olarak, şehir dışına çıktığım zamanlar, büromuzda çalışan görevli arkadaşlar, gazeteyi bayiden alarak, abonelere dağıtımını yaparlardı.
Yine bir gün elleri boş olarak, gazeteyi almadan gelmişler, r0;hayırdır gazete mi gelmemişr1; diye sordum, hayır gelmiş fakat, bayi sahibi Mustafa bey, bir gün ödemeyi geciktirdik diye, gazeteyi vermiyor dedi.
Peki neden ödeme yapmadınız diyerek sordum, abonelerden paraları toplayamadık, onun içinde bayi ye ödeme yapamadık dediler.
O zaman daha çok canım sıkıldı, ben buradayken sorun yaşanmıyor, ayrılınca problem başlıyor, bunu bana nasıl izah edeceksiniz, söyler misiniz dedim ve cevaplarını dahi beklemeden, hemen hızlı bir şekilde bürodan uzaklaşarak, motoruma atladım ve ana bayi ye bir solukta vardım.
Gergindim, içeriye hızlı ve sert bir şekilde girdim, iki kişiydiler konuşuyorlardı, selam verdim mukabelede bulundular, gözlerime baktılar, önce seslenmedim mevzuları bitsin diye, lakin ısrarlı bakışları müdahale etmemi kaçınılmaz kıldı.
Mustafa beye, siz nasıl ve hangi mantıkla, 1250 aboneye ulaştırılan bir gazeteyi, komik bahanelerle elemanlara vermiyorsunuz ve böylelikle dağıtımına engel oluyorsunuz diyerek sözlerime devam ettim.
Benim şehir dışında olmam nedeniyle, elemanlar ödemeyi bir gün geciktirmişler, bu günlük bir gazetenin verilmeme nedeni sayılamaz, sizi bu tavrınızdan dolayı kınıyorum diyerek konuşmama devam ettim.
Sakın bir daha böyle bir tutuma şahit olmayayım, aksi taktirde şu ana kadar gelişen ve müspet olarak seyreden hukukumuzu, gözden geçirmek zorunda kalırım, deyerek gazeteyi ücretini ödemeden aldım ve oradan hızlı bir şekilde ayrıldım.
O günlerde son derece kararlıydık ve birilerine karşıda, bir o kadar ön yargılıydık, fraksiyon çatışmaları çok ön plandaydı.
Bizim gibi düşünmeyen her kim varsa, zavallı, tebliğe muhtaç, kalb gözleri kapalı insanlar alarak telakki ederdik, çünkü bizlere öğretilen bunlardı, inanıyorduk.
O kadar enteresan ki, bir kimse içkimi içiyor, altın yüzük mü takıyor, bayanlar açık mı giyiniyor, hemen yargımız kati ve çok kesindi.
Namaz kılmıyor mu, haremlik selamlık uygulamıyor mu, kağıt, tavla veya okey oynuyor görüyoruz işte tamam yargımız kesindi.
Bizim dışımızda kalan insanlara, böyle çarpık bir düşünceyle bakmamızı, kimler önerdi, bu kanaat bizlerde nasıl oluşmuştu, yalnızca bizim söylemlerimizin doğruluğunu neye göre, tespit ediyorduk, ayet-hadis deniyordu ama biz bilmiyorduk.
Bizim insanlara şu veya bu şekilde diyerek, ön yargıyla bakmamız, onlardan uzak kalmamız, bizlere ne kazandırıyordu, hala merak ederim.
Asabiyet ve gerginlik dışında, tefrikaya sebep olan bu nevi davranışlar, bir ilahi din öğretisi olabilir mi, o zamanlar ağabeylere inandığımızdan pek anlayamıyordum.
Bizim insanları dinlemeden, sosyal ilişkilere girmeden, ne demek istediğini ve ne düşündüğünü bilmeden, tercih etmek en doğal hakkı olduğu halde, bizim düşüncelerimizi paylaşmıyor diyerek, onu haksız görmemiz ne ile alakalıdır.
Bizim insanları yargılama hakkımız var mı, böyle bir hak bize verilmiş mi, sürekli başkalarını mahkum ediyoruz fakat, şunu da biliyoruz ki, hiç kimsede mahkum olmak istemez, buna rağmen en az yaptığımız şey iç muhasebemizdir.
Yani, aklımızı, izanımızı, tecrübemizi, mukayesemizi, muhakememizi, insan olabilmek sürecindeyken, elde ettiğimiz bilgileri değerlendirmez isek!
Bunun nedenli önemli olduğunu bilmeden, merakı ve öğrenmeyi askıya alırsak, başkaları daha iyi bilir diyerek, düşüncelerimizi bir şekilde dondurur isek!
Hayat ve nizam ölçüsünü, çok değişken ve farlı yazan yazarların kitaplarından, belirli kalıp ve ölçülerde okuyarak, bulunduğumuz şartları tanımadan, gelişim ve değişimleri özümsemeden, uygularsak!
Nasıl bir hayatın, bizleri beklediğini görmek için, zorlanmaya asla lüzum yoktur, zira bu denli açık bir tehlikeyi göremeyenin, basireti kapanmıştır, dolayısıyla böylesi kronik kişilerden, ne bağ olur ve nede bahçe. İlahi adaletten uzak, bir hayalin peşinde olduğumuzu, hiç düşündük mü, hayır çünkü bizim için düşünenler var zaten.
İşte böyle garip ve anlaşılmaz olunca, birey kimdir, kul nasıl olmalıdır, hak ve yetkilerimizin sınırlarını nelerdir?
Bunları tespit etmeden, yaşadığımız hayatın koşullarını tanımadan, inancımızın gereklerini anlamadan yaşıyor isek?
Bilgisizliğimizden kuşkular ve zanlar peşimizi asla bırakmazlar, dolayısıyla iliklerimize kadar bizleri kuşatarak, bizim tek yol pusulamız olan, akıl, mantık, idrak böylece dumura uğrarlar.
Bir zamanlar haremlik selamlık, en katı biçimiyle uygulanırken, futbola ve dolayısıyla topa farklı anlamda yaklaşırken, bayanın sesi haramdır diyerek, peşin hükümlü karar alırken, ne oldu da birden bire, bu tavırlardan vazgeçtik?
Şimdi stadyumlarda, bayanlara özel ilgi ve alaka göstermenin, futbol takımlarının, yöneticiliğine soyunmanın ve bizzat futbol oynamanın dolayısıyla çocuklarımızın oynamalarını teşvik ederek bu duruma gelmemizi nasıl izah edeceğiz ve ne şekilde yorumlamalıyız?
Bu konuları daha önceleri bilmiyor muyduk, veya yanlış mı yorumluyorduk, bunlara benzer o kadar çok değişimler var ki, kime ne demeliyiz, ağabeyler nasıllar?
Binaenaleyh sosyal yapıyı, mutlaka en güzel biçimiyle analiz etmeliyiz, bu çok önemli sosyal konuyu ihmal edersek veya önemsemez isek, bunun faturasını ödemekte çok ağır olacaktır.
İnsanları anlamsızca yokuşa sürmenin, bu manada hedef göstermenin, yok olmadı sil baştan demenin, bizim sucumuz yok, suç başkalarının demenin, ne kadar manasız ve mantıksız olduğunu izah etmeye dahi gerek yoktur.
Dava diyerek partilere bağlanırsan, mahkum olmanda, yok olmanda hiçbir zaman uzak değildir, konjoktör önemlidir?
Partileri siyasi bir kuruluş olarak tanıyıp, oyunu da tercihlerine göre kullanırsan, aldanman veya hayıflanman bu nispette olur.
Yok daha çok bel bağlarsan, bir gün elbette bel fıtığı olacağını da bilmelisin, böyle bir durumda dahi seni, doktora götüreninin bulunmayacağını bilmelisin.
Hayatta her şey, kuvvet dengesine göre irtibatlıdır, cazibe çoğu kez güzelde, kuvvetlide ve varlıklı insanda anlam bütünlüğüne ulaşır, bunlar sende kalmayınca, hiç durmaz hemen kaçar!
Yok bir ulvi dava sahibiysen, kaybeden veya kapatılan siyasi partiler, senin davanın yok olmasına, sebep olacak bir gücü, asla bulamayacaklardır.
Çünkü bir dava sahibi olmak, siyasi bir partiye üye olmakla hiçbir alakası yoktur, davanın ne olduğunu bilmeyen ve sahibi olmayı beceremeyen insanlar, bir dava zannederek siyasi partilere sahip çıkarlar.
Bu seviyede bulunan insanlarda, kendilerini dar kalıplara mahkum ederler, siyasilerin yanlışlarına, meşruiyet kazandırmak için, her şeyi göze alırlar, siyasi tercihini değiştirdiğin vakit, seni hemen hain ilan ederler.
Bunca yozlaşmış, kokuşmuş, ahlakı açıdan soysuzlaşmış bir sistemde, hoş görü, sabır, fedakarlık, tebessüm, dürüstlük, en manalı olan, büyük bir değerdir.
Bizlere düşen, önümüze sunulan oluşumlardan, ilgimizi çeken hangisi ise, onu hakkıyla araştırarak, kendi kanaat ve tercih hakkımızı, bizzat kendimiz kullanarak, sorumluluğuna da katlanmamızdır.
Canımıza sahip çıktığımız gibi, paramıza kıymet verdiğimiz gibi, tercihlerimizi ve kanaatimizi de, bu anlamda önemsemez isek, bu ne yaptığımızı veya ne yapacağımızı bilmiyoruz demektir.
Böyle yapıda bulunan, o kadar çok insan var ki toplumumuzda, insanın üzülmemesi, hayıflanmaması elbette içten bile değil.
Bu bakımdan da yılmadan, umursamazlık yapmadan, bu insanlara ufuk kazandırmak, tefekkür ve düşünce odaklarını, kendi asli ihtiyaçları kadar, önemsemelerini sağlamak, toplum öncülerine, mütefekkirlere ve yazarlara düşüyor.
Çok yoğun geçen bir gündü, bu bakımdan oldukça yorulmuştum, büroda işler yoğun olduğu için, eve saat 20.30 civarında gitmeye karar vermiştim.
Motoruma binerek, Erkilet bulvarından ilerliyordum,Sümer bez fabrikasını henüz geçmiştim, önümde beyaz renkli, fort marka bir otomobil ilerliyordu.
Atatürk lisesinin oraya yaklaşırken, sağa dönmek için sinyalini yaktı, bende tabi olarak sol şeride geçmek niyetiyle ilerliyordum.
Önümde sağa dönmek için, sinyal veren aracın şoförü, direksiyonu aniden önüme kırınca, bir anda çaresiz kaldım. Motorun frenine bastım fakat ne mümkün, kayarak vardım ve o hızla, aracın arkasında bulunan tampona çarptım.
Bu çarpmayla motordan fırlayarak, havada taksinin üzerinden iki veya üç takla atarak, kaldırımın üzerine düştüm, kulağıma bir annenin feryadı geliyordu, ama ben çarpmanın şiddetiyle, kendimde olmadığım için, hayal gibi geliyordu.
Kollarımdan, bacaklarımdan tutmuşlar, bu vaziyette araca bindirirlerken, kendime geldim, iyi olduğumu söyleyerek, hastaneye gitmeme gerek olmadığını belirttim. Yalnız karşımda hiç tanımadığım, çırpınan bir adam dikkatimi çekti, bu kişi ısrarla hastaneye gitmemizi, tavsiye ediyor ve böyle olmasını istiyordu.
Meğer arkasından çarptığım aracın sahibiymiş, sağa dönmesi gerekirken neden karar değiştirdiğini ve hangi sebeple tekrar sola döndüğünü sordum.
O dizlerine vurarak, suçsuzluğunu anlatmaya çalışan adam, bak gardaşım, sana kurban olayım ki, benim hiçbir suçum yok, önüme aniden çıkan, şu yaşlı teyzeye çarpmamak için, sola kırdım deyince, tamam onunla geçmiş olsun ve Allah hayırlısını versin diyerek onları gönderdim.
Ayağa kalktığımda, müthiş derecede kaval kemiklerim, bileklerim ve kasıkların ağrıyordu, motorun öyle enteresan duruşu vardı ki, devrilmemiş, amortisörler dikelmiş, adeta göreve hazırım der gibi bekliyordu.
Arkadaşların yardımlarıyla, motoru elimizde götürerek eve gelmiştim, fakat hiç bir şey söylemeden yatağa uzandım, ağrılarım çok fazlaydı, belki de kendimi dinleyince sakinleşirim, kanaatiyle sessizce yatıyordum.
Cenabı Hakka şükürler olsun ki, sakat kalmadan iki,üç gün sonra yeniden çalışmaya başlamıştım.
Askerlik vazifemi yapmamıştım, tecillide olmadığıma göre, beş yıl geçtiği halde, arayan, soran olmaması benim garibe geliyordu.
Belki basın mensubu olduğumu bildiklerinden, mühlet tanıyorlardır zannıyla, düşündüğüm oluyordu, beklide böyle düşünmemin hiç alakası bulunmuyordur!
Fakat sürekli olarak, ne zaman çağrılacağımı düşünmek, ve bu kaygılarla yaşamak, benim tarzım değildi, sırf bu nedenle araştırmaya ve durumumu netleştirmeye karar vermiştim.
O günlerde İstanbulr17;dan gelen ve misafirim olan Mehmet Maden bey, aynı zamanda gazetemizin, yayın, dağıtım ve pazarlama müdürüydü.
Son derece beyefendi, bir kişiliğe sahipti, aslen Konyalıymış, mesleği de edebiyatçı ve yayıncılık işleriyle de uğraşıyormuş, akşam fakir hanemizde yemeğimizi yedik, sohbet ediyorduk.
Kapının zili çaldı, açtım karşımda küçük kayın biraderim Alir17;yi görünce sevinerek hoş gedin dedim. Alinin yüz ifadesi, mahcup ve endişeliydi, eve girmedi ve Mustafa ağabey, babam seni evimizde acele bekliyor dedi.
Hayırdır Ali, bu saatte neden bekliyor bir, problem mi var deyince, ağabey inan ki ben hiçbir şey bilmiyorum, sadece bana söyleneni yapıyorum, fakat biraz sinirli olduğunu gördüm dedi.
Ali şu anda misafirim var gelemem deyince, Ali eğer siz şimdi gelmezseniz, babam buraya geleceğini söylememi istedi dedi, bu duruma çok şaşırmıştım!
Neden bu saate bekleniyordum, niçin ısrarla gelmem isteniyordu, çok merak ediyordum, fakat icbar edilmeye de müsait bir kişiliğe sahip değildim.
Peki Ali babana gelemeyeceğimi söyle, buna rağmen gelmek isterse, buyursun gelsin, onu bekliyorum dedim ve Aliyi uğurladım.
Fakat keyfim kaçmıştı, şaşkınlık hoşlanmadığım halimdi, bu durumu çok gizleyemedim, misafirimize de durumu kısaca özetledim.
Hanıma sordum, haberim yokken herhangi bir şey odumu diye, kendiside meraklandı fakat, ne olduğundan haberinin bulunmadığını söyledi.
Sabah kahvaltımızı yaptık ve misafirimi terminalden yolcu ettim.
Daha sonra süratli bir şekilde, kayınpederim olan sevgili Mükremin hocamın, beni beklediğini düşünerek, sabaha kadar beni rahatsız eden çok önemli meseleyi öğrenmek ve vuzuha kavuşturmak niyetiyle evlerine vardım.
Zile bastım, kapıyı baldızım Emine açtı, hocamın evde olduğunu öğrenince içeriye girdim, selam verdim ve sedire oturdum.
Hocamı, şimdiye kadar hiç görmediğim ve şahit olmadığım bir gerginlikte buldum, kayınvalidem de yanı başında oturuyordu.
Hocama, hayırdır inşallah buyurun sizi dinliyorum dedim.
r0;Biz kızımızı bunun için mi sana verdikr1; deyince beynimden vurulmuşa döndüm, hemen benim bilmediğim veya benden saklanan bir meselemi vardı, endişesiyle ne olmuş, hayırdır dedim.
Benim eşim, ehlim, zevcem olan ve emanetimde bulunan, ve bu sebeple de hayatımı kaygısızca paylaştığım bir insan olarak!
Her şeyini benimle paylaşması gerektiği halde, annesine, babasına, benden gizlediği herhangi bir derdini mi paylaşmıştı, eğer böyle yaptıysa bu durum benim için affedilmez bir hataydı.
İçimden inşallah böyle bir şey olmamıştır diyerek temenni ediyordum, çünkü eşimi seviyordum, ondan memnundum.
Hocam titrek bir sesle,yutkunarak kızıma soğan ve çemen ekmek yediriyor muşunuz, bunu ben asla kabul edemem, diyerek konuşmasına devam etti.
Onun için sana iki şık söylüyorum, birincisi; hemen annen gilden ayrılacak ve başka bir eve taşınacaksınız!
İkincisi de; şayet bunu yapmaz isen, kızımı hemen getir ve bana teslim et deyince, daha birçok şaşırdım!
Asabım bozulmuştu, sen bu kanaate nasıl vardın, bunları kızın mı anlattı sana, yoksa yanında oturan şu hanımın mı diye sordum?
Ben kızımı hiç görmedim, onu hiç dinleme fırsatı bulamadım ve bunları da nereden öğrendiğime gelince, bu sadece benim bileceğim bir konudur dedi.
Ayağa kalktım, kayın pedere yönelerek seni uyarıyorum, ben yaşadığım müddetçe, bir daha anamı ve eşim olan kızını, bu şekilde ağzına almayacaksın, bunu bir daha denersen, sana çok farklı mukabelede bulunurum, bunu sakın ola ki unutma, dedim ve kapıyı sert bir şekilde çarparak, oradan uzaklaştım.
Kafam, dimağ durmuştu, adeta duman olmuştum, sağlıklı düşünemiyordum, eve geldim, konuyu farklı bir şekilde araştırdım, kimsenin bir şeyden haberleri olmadığını anladım ve rahatladım.
Ehlime bir müddet sonra, baban bana bu teklifleri yaptı ne dersin deyince, üzerine hiç bir zaman toz kondurmadığı babasına.
Kararlı ve oldukça emin bir tarzda, olacak şey mi bu, ne saçmalık, demesine içimden çok sevinmiştim ve hala bu günkü gibi hatırlarım.
Annemden şüpheleniyordum biraz, sabırlı, ehli salat ve hoş görülü değildi.
Sevgili babamı ve garip olan gelinini, ben evde bulunmadığım zaman, oldukça rahat bir şekilde gagalardı, babam annemden çekindiği için, onun olmadığı zaman bana içini dökerdi, hatun zaten hiç şikayette bulunmazdı!
Annem benden çok çekinirdi, babamdan değil de benden korkardı, yıllarca tespit ettiğim yanlış ve hissi, nefsi tavırları çekilecek gibi değildi.
Bir keresinde, eğer babama bir daha bağırdığını görürsem ve hizmetinde kusur edersen, seni bir daha anam diye saymam, bunu bilesin diye kızmıştım!
Benim böyle bir hakkım olmadığını biliyordum, ama babam için yaptıklarımın, şahsımla alakası olmadığından, bu nedenle zulüm sayılmayacağına inanıyordum!
Çünkü annem her şeyin tazesini, iyisini kendine ayırır, kalanını babama ikram ederdi, bununla da yetinmeyip, onu uşağı gibi çarpıp azarlardı, bu yüzden babam sürekli mazlum durumundaydı.
O nedenle, çocukluğumdan itibaren gelişen ve bu konularda, kronikleşen hassasiyetim, bir kadının bu anam dahi olsa, sesini yükseltmesine, pervasızca davranmasına, asla tahammülüm yoktu, mutlaka hanımefendi olmalıydı, olmasa dahi, olmaya çalışmalıydı.
Aksi taktirde kadınsız bir hayatı tercih etmek zorunda kalırdım.
Epey sonra öğrendim ki, annemle, kaynanam biraz atışmışlar, sebepte eşim halı dokurken, bazen annesi de yardıma gelirdi, annem gariptir fakat istemezdi.
Kaynanamda bir sabretmiş, iki sabretmiş dayanamamış, efendisine durumu izah etmiş, bana anlatılan bunlar.
Bunlar doğru bile olsa, kayın pederin böyle davranmasını asla gerektirmez ve böyle bir üslûp hatasını da, kesinlikle affettirmez, tüm bunlardan daha da önemlisi!
Kayın pederler, hiçbir suretle talak talebinde veya teklifinde bulunamazlar, onların böyle bir hakları bulunmamaktadır, bu nedenle bazen böyle gelişen müessif olaylar, sinemizde silinmeyen izler olarak kalacaktır.
Eşimle oldukça güzel bir şekilde anlaşarak, huzur buluyordum, fakat bazen annem ne hikmetse, sudan bahanelerle huzursuzluk çıkartıyordu.
Bazen bahçede çalışırken yanıma geliyordu, gelininin olumsuz davranışları olduğunu söylüyordu.
Oysa ki benim olmazsa olmaz kanaatim, eşimin haklı gerekçeleri dahi olsa, anneme ve babama katiyen sesini yükseltemez ve hürmette kusur edemez, bunu ima olarak dahi gösteremez.
Bana uygun bir zamanda meseleyi izah eder ve ben müdahaleyi gerekli gördüğüm vakit yapardım.
Gariptir ama eşim, annem hakkında hiç şikayette bulunmuyordu, bana şikayette bulunan sürekli annem oluyordu, hanım ise yüzleşelim diyordu, yine bir gün anacığım madem ki böyle diyerek çağırdım gelinini, haydi her ne olduysa anlat bakalım dedim.
Annem ben sana daha önce anlattım, bana güvenmiyor musun diyerek çıkıştı, anacığım elbette güveniyorum fakat, birde gelinini dinleyelim diyerek ısrar ettim, hanım anlattı olayı, hangisi doğru şimdi söyle anne deyince, gelinin anlattığı doğru demezmi
Mesele vuzuha kavuşmuştu, annem enaniyet inden, sudan sebeplerle, huzursuzluğu neden çıkarttığını, mütefekkir ve alim şehit Seyit Kutup ne güzel analiz yapmış ve demiş ki!
Analar erkek evlatlarını everdikten sonra, onları gelinlerinden kıskanırlar, gerekçe olarak, büyüttüğüm, gözüm gibi baktığım oğlumu, elin kızı elimden aldı ve kendine bağladı, kanaatiyle iç mücadele başlatır!
Yetersiz olduğunu anladığı zaman efendisine, inandırıcı olmak için nüfus etmeye başlar, beyini kendi safında göremezse, onu da düşman ilan eder, daha da olmadı, herkesin kendine tabi olmasını sağlamak ister, başarana kadar huzursuzluğu devam ettirir, daha da olmadı mı, oğlundan da vazgeçerek onları dışarı attırır, fakat tüm bu eylemlerinde kendini sürekli haklı görürr;
Zatım ve sabırlı ehlim Allahr17;a şükürler olsun ki, bu tespitlerin hepsini en acı haliyle, yaşamak durumunda kaldık ve tecrübe olarak sinemize silinmeyen bir izi nakşederek koyduk.
Gazete temsilciliği ve dağıtım hizmetleri gayet güzel gidiyordu, askerliğimi henüz yapmadığım için, ne zaman çağrılacağım belli değildi, işlerimi bir program dahilinde yürütebilmem ve ileriye dönük hesaplarımı, düzenlemem maksadıyla, askerlik meselesinin netleşmesi gerekiyordu.
Normal süremden beş yıl geçtiği halde ne hikmetse çağrılmamıştım, askerlik şubesine giderek neden bu zamana kadar geciktirildiğimi öğrenecektim.
Askerlik şubesinde muhatap olduğum şahıs, kaydımın olmadığını söyleyince, bu nasıl olur demek zorunda kaldım.
Fakat bazen böyle olabildiğini söyleyerek, takip edeceğim prosedürü izah etti, yani ben askere gitmek için baş vurmasaydım, ne arayan var, ne soran fakat ben buna duyarsız kalamazdım.
Nüfus müdürlüğünden kütüğümü çıkartım ve gerekli evrakları alarak askerlik şubesine yeniden gittim.
Mart ayının üçüncü gününde, Ankara zırhlı tümende olacağımı, mızıka sınıfına gideceğimi, ve o nedenle de evraklarımın hazırlanacağını, dolayısıyla bir müddet sonra, yeniden uğramamın, daha isabetli olacağını ifade ettiler.
Mızıka sınıfı dikkatimi çekti, benim mızıkayla ne ilgim olabilirdi, ilk aklıma gelen ağıza götürülerek üflenen bir alet olmasıydı, merakımdan duramadım araştırdım ve askeri bando bölüğüne verilen bir isim olduğunu öğrendim.
Askere gideceğimi ve ne zaman gideceğimi, öğrenmem benim için çok önemliydi, dolayısıyla her şey netleştiği için oldukça rahatlatmıştım.
Evimizde sevinçle karışık tatlı bir hüzün, baş göstermeye başlamıştı.
Sevgili ehlimin yükü oldukça fazlaydı ve bir o kadarda kutsaldı, çünkü neslimizin devamı niteliğinde bulunan, muhabbetimizin tezahürü sayılan ve bizlere bir emanet olarak bahşedilen, daha da önemlisi, bir anne olmanın ve babalık sıfatını kazanmamın müjdesini taşıyordu.
Artık kendimi ,ehlimi ve işlerimi askerlik günüme kadar hazırlıyordum.
Gazeteyi, dolayısıyla temsilciliği yeni askerden gelen, temiz ve iyi bir arkadaş olarak tanıdığım, Mustafa Öztürk kardeşime teslim ederek bırakacaktım, o bakımdan onun yetişmesini bekliyordum.
Yaptığım araştırma ve tespitler neticesinde eşimi, babasına askerden dönene kadar teslim edecektim.
Maksat eşimin daha rahat ve huzurlu bir ortamda, yolumu beklemesini temin etmekti, çünkü biliyordum ki annem, burnundan fitil fitil getirir, ona hayatı zindan ederdi.
Babamın bana ve gelinine dert yanmasını katiyen istemez, arbede çıkartırdı.
Annem saf, duygusal, hisleriyle hareket eden, fakat genellikle yanılan bir kişiliğe sahipti, akletme, düşünme, mukayese ve muhakeme yapmak her zaman son tercihi olurdu, başka bir çözümde yoktu, böyle yaşamak durumundaydık, zira evin bir oğluydum.
Ehlimi babasının evine teslim etmek fikrini de, rahmetlik Hacı Hasan Efendi bak oğulum, kız evladı babasının evinde emin olur, huzur bulur ve kaygısız oturur.
Fakat senin olmadığın bir mekan zaten ona dar gelir, bu babasının evi dahi olsa, ama o mekanda laf söz olmaz.
O bakımdan biz tavsiye ederiz ki, kız evladı askere giderken, eğer babanız ve anneniz bakıma muhtaç değillerse, bırakın babasına, orada sizin yolunuzu beklesin, diyerek tavsiyede bulunmuştu ve bende öyle yaptım.
Zaten annemin bir çok tavır ve hareketlerine sınır getiriyor, kısıtlıyordum, bulunmadığım bir mekanda, babam zaten zavallı, kendine faydası yok, ehlim garip bir kuş ne yapabilir.
O nedenle ben, geleceğimi ve aile yuvamı, çok sağlam temellere dayandırarak, şekillendirmek ve istediğim seviyeyi yakalamak zorundaydım, bu sebeple de keyfiliğe, asla pirim verilmemeliydi, böyle düşünüyordum.
Biraz yağmur atıştırıyordu, motorla eve gelerek, evrakları aldım ve muhtara gitmek için dışarıya çıktığımda, annem arkamdan bağırıyordu, oğlum gitme hava bozuk ıslanırsın diye, anacığım sen merak etme, hemen gider gelirim diyerek, arkama dahi bakmadan muhtarın evine geldim.
Motorumu çalışır vaziyette bırakmıştım, ufak bir problem vardı, bu nedenle bazen çalıştırmak zor oluyordu, bujilerin değişme zamanı gelmişti artık, fakat bunu gerçekleştirmeye henüz fırsat bulamamıştım.
Muhtarla işimi bitirdikten sonra, motorun yanına geldim ki, maalesef stop etmiş, uğraştım çalışmadı, oradan geçen gencin birine, rica ederek yardımcı olursan, şu motoru iterek çalıştıralım dedim, sağ olsun beni kırmadı ve yardıma geldi.
Motoru her zamanki gibi, vitese takarak itmeye başladık, her zaman olmasa da bazen, denemek zorunca kaldığımız bir uygulamaydı, genelde netice alırdık.
Motoru bir müddet ittik çalıştı fakat, öyle bir hızla çalıştı ki motor, benim üzerine atlayarak binmem, bir türlü mümkün olamadı, zira çok hızlı bir şekilde koşmama rağmen yinede binemedim.
Yüz metre kadar, motorun direksiyonunu ellerimle tutarak, bırakmadan ve çok hızlı bir şekilde, koşmaya devam ederek, atlaya bilir miyim diye onunla koştum.
Lakin motor beni, sürükleme noktasına getirdiği an, dayanamadım ve motoru bıraktım, ağız üstü yere düştüm, yine duramıyordum, o hızla yerde yüz üstü vaziyette, otuz metre kadar maalesef sürüklendim.
Motor hızını almamış olmalı ki hala, aynı hızda devam ederek, kaldırımın kenarına öyle bir çarptı ki, adeta şaha kalktı ve daha sonra hüzünlü bir biçimde, yere yan yatarak yuvarlandı ve motorun haşmeti, beş paralık olmuştu.
Zavallı motorun sesi kesilmiş, ön teker jantı ikiye katlanmış, amortisörlerin dikey ve yatay özelliği kaybolmuş, boyunları bükülmüş bir vaziyette adeta pes etmişti, çaresiz bir şekilde bekliyordu.
Bir kendi durumuma ve birde motorun durumuna baktım, enteresandır belki fakat, ikimizde tarumar olmuştuk,Yarabbi kusurum mutlaka vardır, fakat ben yine sana sığınıyor ve hamd ediyorum diyerek boynumu büktüm ve şükrettim.
Motoru, annemin ve ehlimin ısrarları sonucu, daha da önemlisi, askere gidecek olmam nedeni ile, marangozluk yapan Ahmet usta, diye bildiğimiz bir ademe pazarlık sonucu anlaşarak satmıştım.
Satış sonucunda aldığım senetlerini, ben askerde olacağım için, ticaretle uğraşan Yunus enişteme verdim.
Maddi darlık yaşıyordu, senetleri tahsil etmesini ve sermayesine katarak, çalıştırmasını konuşarak fikir birliğine vardık, ayrıca ben istedikçe, asker harçlığımı da göndererek hesabıma yazacaktı.
İşlerimi yetiştirdiğim, Mustafa Öztürk arkadaşıma teslim ettim, bu şekilde gazeteyi, güvendiğim bir kişiye bıraktığımdan, haylice rahatladım.
Böylece askere gideceğim günleri beklerken, bu arada eksiklerimi gidermeye çalışıyordum, annemi gelini konusunda, ikna edemedim fakat, fazla direnemedi zaten bildiğimi yapacağımdan, anlayışlı olmasını istedim.
Ehlimi babasının evine götürerek, tekrar onlara teslim ettim ve ben yokken nasıl ve hangi hudutlarda yaşayacağını, kimlere gidebileceğini, hiç bir kimsede yatamayacağını ve benzeri konuları işleyerek anlattım.
Bu verdiğim talimatlara, harfiyen uymasının gereğinin ne olduğunu izah ettim, ben kalbi olarak , ehlimin samimiyetinden emindim.
Vedalaştım en yakınlarımla, kendi hanelerinde, zira beni yolcu etmeye gelmelerini istemiyordum, sade bir yolcu olarak valizimi aldım ve terminale gitmek için aheste bir şekilde dolmuşa bindim.
Biletimi gün evveli almıştım, otobüs yerini almıştı, sükunetle yolcuları bekliyordu, hazırlığımı yapmıştım, sakalımı kestim, saclarımı dört numaraya vurdurmuştum.
Nihayet Ankara ya geldim, fakat nedense keyfim yoktu, hiç bir yeri gezmedim, hemen teslim olayımda meseleyi biran önce anlayalım.
Dolayısıyla askerliğin havasını, bir an önce soluklanırsam, meseleleri unutabilirim düşüncesiyle, Etimesgutr17;a gidecektim, yani meşhur 12 Eylül harekatını yapan, zırhlı tümene asker olarak varacaktım.
Etimesğutr17;a geldim, benim gibi gelen başka askerlerde vardı, ben bu yuvaya kendimden emin bir şekilde, peygamber ocağı diyerek, kutsallık atfederek geliyordum, bu vatana hizmeti Allahr17;a ibadet olarak görüyordum.
Kapıdan içeriye girdim, nereye baş vuracağıma bakıyor ve düşünüyordum ki, bir onbaşı beni hızlı bir şekilde çekti ve sırtımı ağaca yasladı, dirseğini çenemin altına dayayarak, peş peşe sualler sormaya başladı.
O kadar enteresan ve hazin bir durumdu ki, sanki bir zanlıyı kıs kıvrak yakalamışlar, sıkıştırarak itirafta bulanmasını ve gerçek maksadının açığa çıkmasını istiyorlardı.
Etrafıma bakınıyordum, bir taraftan cevap vererek, durumu anlamaya çalışıyordum, aksi taktirde onbaşıyı al aşağı ederek tekmeleyecektim.
Kimsenin durumu benden farklı görünmüyordu, demek ki buranın durumu böyleymiş diyerek, içimden geçiriyordum fakat, tahammülüm kalmamıştı artık, sıkılmaya başlamıştım.
O kadar çok konuşmanın arasında, Kayserili olduğumu söyleyince, onbaşı Kazımı tanıyor musun, diyerek bana soru yöneltti.
Kendimi bu badireden, bir vukuat işlemeden kurtarmak düşüncesiyle, hiç tanımadığım halde, evet tanıyorum demek, zorunda bırakılmıştım, onbaşı doğru söyle yoksa, sonun çok kötü olur diyerek, tehdit dolu edayla yeniden sordu.
Anlama özürlü müsün tanıyorum dedim, duymadın mı, diye emin bir vaziyette tekrar ifade edince, onbaşının biraz gevşediğini hissettim, çağırtıyorum bak karışmam dedi, tamam sen çağır gerisine karışma dedim.
Orada birinin Kayserili olması benim için yeterliydi, onun beni tanımaması mümkündü, fakat ben her halükârda onu tanıdığıma ikna ederdim, zira reddetmezdi, edemezdi, bu fırsatı ona asla vermezdim, aldığım riskin gereği buydu, öyleyse bunun üstesinden gelmeliydim.
Her şeyden ziyade kendime olan güvenim tamdı, o bakımdan böyle kararlı olmam, beni kuvvetli kılıyordu.
Merakla bekliyorduk, hem şehrimizi, benim rahatlamamın veya tam tersi olarak, yalan söyledin diyerek, çarptırılacağım cezanın, mümessili olacaktı, bu hiç tanımadığım hem şehrim.
Onbaşı benim rahat oluşum karşısında, etkilenmiş olacak ki, durmuyor anlatıyordu, Kazım çavuşun nizamiyeden sorumlu olduğunu, albayın yakını bulunduğunu, dolayısıyla onun himayesinde bulunan askerin, yaşayacağını anlatıyor.
Bir anda beni ağaca yaslayarak ve bir zanlı yakalamış gibi sorular sorarak, ufkumu tarumar eden onbaşı gitmiş, onun yerini bir insan evladı almıştı, oldukça mülayim, aklı başında sorular soran biri gelmişti.
Korkunun ve torpilin, bir insanı bu kadar değiştireceğini ve aynı anda, çift kişiliği yaşatacağını, ne kadar düşünsem de, bu denli bariz şahit olacağıma asla beklemezdim.
Hafif kilolu, çakı gibi, uyanık olduğu uzaktan fark edilen, Kazım ismindeki çavuş, bir onbaşıyla bize doğru geldiği görününce, yanımdaki onbaşının kendine çeki düzen verdiğini fark ettim.
Zatım için düşündüğüm, çavuş Kazımı hiç tanımasam bile, ruhlar aleminde tanıştığımızı biliyordum, dolayısıyla onun beni tanımaması, benim için pek fark etmiyordu, nasıl olsa benim kendisini tanıdığıma, ikna edeceğime hiç şüphem yoktu.
Yanımıza iyice yaklaştılar, çavuşun yüz ifadesi oldukça sertti, başında duran kepini ani bir hareketle eline aldı ki, karşımda kimi göreyim, sanat okulu bando takımında birlikte çalıştığımız Uğurdu.
Ne kadar şaşırdıysam, Uğur ne yapıyorsun burada, dediğimi hatırlıyorum, tabi sarılıp, kucaklaştık ve beni alarak o mıntıkadan uzaklaştık.
Askerlerin saçları hep ikiye kesiliyordu, berberi çağırdı ve kibar bir şekilde saçlarımı kestirdi, şayet burada kestirmez isem, bölüğümde zor durumda kalacağımı ifade etti, birde çay ikram ederek, eski günlerimizi yad ettik.
Bir müddet sonra beni, çavuş talimgahına götürdü, oradaki çavuş ve onbaşılara sıkıca tembihledi ve merak etmememi ,yine geleceğini söyleyerek ayrıldı.
Çavuş eğitimi görecekmişiz, fakat yine problem çıktı, mızıka sınıfında bulunanlar çavuş veya onbaşı olamazlarmış, eğitim bitince subay ve astsubaylarla birlikte çalışırlarmış.
Tank taburu dördüncü bölüğe kaydettiler, sıramızı bekliyorduk, akşam saat 20.15 civarında görevli askerler, bizleri sıraya dizerek soğuk ve rüzgarlı bir akşamda, askeri elbiselerimizi almamız için, deponun önüne getirdiler.
Çok rüzgar vardı, oldukça üşüyorduk, bu yetmiyormuş gibi, çavuş ve onbaşılardan, ağza alınmayacak basitlikte, argo küfürlerde duyuyorduk, dört yıldır içmediğim sigarayı, arkadaşların ısrarı ve ortamın bulanıklığı sayesinde, yeniden yakarak ve öksürüklerin refakatinde nefeslenmiştim.
Depolardan kıyafetlerimizi aldık, doğruca banyoya götürüldük, oldukça kısa ve bir o kadar da tazyikle, nasıl banyo yaptığımızı, anlamadan askeri kıyafetleri giydik.
Kıyafetlerimiz o kadar enteresan oldu ki, tanıştığımız ve yanımızda bulunan insanları tanıyamaz hale geldik.
Her kez durumun vahametini anlıyor ve birbirimize daha çok yakınlaşıyorduk, yani askerlik bu ana kadar beni hiç açmadı, oldukça basit, görevli askerler birbirleriyle sürekli çatışıyor, küfürleşiyor, gücü olan dilediğini yapıyordu.
Koğuş kalk taliminden sonra, önüne gelen toplu halde, mıntıka temizliği yaptırıyordu, dört yüz on beş kişi mevcuttu, yemekhane yetersiz geliyordu, su, tuvalet problemi bulunuyordu.
Eğitim alanına gittik, oldukça uzaktı, sabah koşusunu ve kültür fizik hareketlerini, yaptıktan sonra içtima, hazırlığına başlanmıştı, bölük astsubayı teftişini yaptıktan sonra, bölük komutanı beklenecekti ve tekmil verilerek eğitime başlanacaktı.
On beş gün geçti, gözümüz açıldı, epeyce bir şeyler öğrenmiştik, çavuş ayağa kalktığı zaman, nasıl bir komut vereceğini seziyordum.
Çaya hasret kalmıştık, karavanada kaynatılan çay, suyu bittikçe su ilave edilerek, ücret karşılığında tekrar erata satılıyordu.
Fakat bir demlemeye mahsus çay, defalarca kaynatılıp servis yapılıyordu, toplanan paraları kimlerin paylaştığı ve nasıl bir vicdanla harcadıklarına tercüme gerekmiyordu.
Bir ağacın altında, İbrahim isminde uyanık olduğunu zanneden, himmet dedeli olduğunu, hiç sormadan söyleyen, arkadaşla oturuyorduk.
Bu İbrahimr17;le tanışmamızda, benim için çok enteresan olmuştu, çarpıp azarlamıştım ve bir daha yakınımda dahi, seni görmeyeyim diyerek ikazda bulunmuştum.
Askerliğimizin ilk günlerinde, yemekhanede topluca oturuyorduk, benim yanıma yaklaştı, ön dişleri altın kaplama, göz rengi yeşile yakın, ilk aklıma gelen çalgıcı veya çingenemi olduğu idi.
Tanıştık, kaç atış yaptığımı sordu, anlayamadım, daha bölükle atışa gitmemiş tik ki, atış yapılsın, bu arkadaş benden önce gelmedi ki, atış yapmış olsun.
Sen nerede ve ne zaman atış yaptın dedim, buraya teslim olmadan deyince, nasıl yaptın diye yeniden sordum, maksadını anlamaya çalışıyordum, bet teresine gittim, orada işimi hallettim deyince, bu salağın en çok önem verdiği meselenin, uçkuru olduğunu anladım o an anladım fakat, çok canım sıkılmıştı.
İlk tabirim lan sen dangalak mısın, senin ne yaptığını,niçin yaptığını merak eden mi var, sakın bir daha benimle böyle densiz konuşma demiştim, bu çocuktan gıcık kapmıştım.
Daha sonraki günlerde, baktım ki durumunu düzeltiyor, bana yakın olmak istiyor, bende acıyarak ses çıkartmamıştım.
Ağacın altında oturuyorduk, dedi ki: büyük revirde hemşehrimiz anbulans sürüyormuş, kıdemliymiş yanına gidelim, ziyarette bulunmuş oluruz deyince, bende uygundur tanışalım diyerek, o istikamete doğru yöneldik.
Revire vardık, hem şehrimizi sorduk ve onu bularak tanıştık, hoş kalender, ezilmişliği çehresinde barındıran, dahili dertlerini yansıtmayan bir insandı, izzet ve ikramda bulundu, hasret kaldığımız çayı ve kahvaltıyı onun sayesinde içerek ve yiyerek gidermiştik.
Bir anlamda acemi olduğumuz için, rahat oturuyorduk, bilmediğimiz bir konu olursa, hem şehrimiz bizleri uyarır diye umuyorduk.
Bir çavuş yanımıza yaklaşarak, saat 20.50 civarında, arkadaşları merak etmezler mi diye sorunca, hem şehrimiz vallahi bilemiyorum, misafirim oldukları içinde seslenemiyorum demesin mi, anladık ki bir şeyler ters gidiyor, fakat çok geç kalmıştık.
Biz acemi bir askerlerdik, nasıl olsa hemşehrimiz herkesi tanıyor diyerek, rahat oturuyorduk fakat, durum öyle değilmiş.
Mahcup olduk, onunda fazla üzülmemesi için, sen merak etme biz gereğini yaparız dedim ve müsaade isteyerek, teşekkür ettik ve oradan ayrıldık.
Biz gereğini yaparız diyerek,aslında çok büyük bir laf ettik, fakat neyi, hangi mazeretlerle yapacaktık, bölük koğuşa çıkmış, yat komutu biz bulunamadığımız için verilemiyormuş, bölük askerleri bizleri aramışlar bulamamış, firar ettiğimize dair kuşkuları bir hayli yoğunlaşmış.
Yanımda bulunan İbrahim titriyor, parolayı bilmiyoruz, koğuşa oldukça uzak bir mesafedeyiz ve ayrıca parala bilmeden, oraya nasıl ulaşacağız, koğuş binasına varsak bile, nöbetçilerden nasıl kaçacağız, bu ihtimallerin hepsi başımıza iş açacaktı.
Zorluklar, insanları her zaman güçlü kılar, öğretisiyle hareket ederek, bir şekilde aşmamız ve en az zararla telafi etmemiz gerekiyordu.
Sinsi ve gizli bir şekilde karanlıkları tercih ederek, apar topar ilerliyorduk, düşünmeye çalışıyordum fakat, İbrahim durmadan panikliyor ve şimdi ne yapacağız diyerek, sızlanıp duruyordu.
İbrahim sus, canımı sıkma, koğuşa sağ salim çıkarsak, ben ne söylersem, sen doğru olduğunu teyit et ve gerisine karışma dedim, ama ne söyleyeceğimi ve nasıl bir mazeret bulacağımı hiç bilmiyordum.
Birileri gibi ağlamayı ve sızlanmayı, katiyen tercih etmiyordum, çünkü benim böyle, basit bir tarzım bulunmuyordu, gerektiği taktirde, lüzumu ölçüsünde riski her zaman üslenmesini bilmişimdir.
Nihayet kamufleler dahilinde, nöbetçileri atlatarak, koğuş binasının kapısından içeriye girebilmiştik, ilerliyorduk, soluk soluğa kalmıştık, bizleri arayanlarla karşılaştık, vallahi durumunuz çok vahim, tüm bölük soyunmuş vaziyette, kaç saattir sizleri arıyor ve bekliyorlar dediler.
Ben onlarla hiç konuşma gereği duymadan, bölük çavuşu bana gizli bir görev vermişte ve ben o görevi, harfiyen yerine getirmiş bir asker edası ile çavuşun önüne vardım ve dikildim çakı gibi durdum.
Herkes ayaktaydı, çıt dahi çıkmıyordu, ne olacağını merakla bekliyorlardı, çavuş Kayserili, anlat bakalım neredeydiniz, diyerek sordu?
Fakat çavuşun bizi sorgularken, çok alaycı bir tavrı vardı, benim anladığım ve yüz hatlarından okuduğum şuydu, sen ne söylersen söyle, asla kurtuluşun yok, şapa oturdunuz edasıydı.
Sözlerime komutanım, siz bizlere sürekli olarak, botlarınızı veya keplerinizi çaldırdığınız veya kaybettiğiniz zaman, bölüğün şerefinin, beş paralık olacağını ve böylelikle bölüğe, en büyük saygısızlığı yapacağımızı söylemiştiniz.
Biz İbrahimr17;le gezerken, bir asker kafamdan kepimi aldı ve çok süratli bir şekilde kaçtı, bu şekilde ve kepsiz gelemeyeceğim için, kaçan askeri takip ettim, bu askeri havan taburunda buldum.
Bölük çavuşlarına, şikayette bulunarak kepimi aldım, askeri dövdüler, bana da bölük çavuşuna selam söyle, çakı gibi asker yetiştirmiş, tebrik ederim ve en kısa bir zamanda onun ziyaretine geleceğimi söyle dedi, diyerek sözlerimi bitirdim.
Bölük çavuşu İbrahimr17;e dönerek, doğrumu söylüyor diye sordu?
İbrahim komutanım doğru söylüyor aynen böyle oldu deyince, bölük çavuşu kasaturayı çıkarttı, ellerimize yavaş sayılacak bir şekilde, birer tane vurarak seni kutluyorum, bölüğün şerefini kurtarmışın, ama çok geç kaldığın için sana, bir kasatura mükafatı verdim diyerek, meseleyi bu şekilde neticeye kavuşturdu.
O kadar rahatlamıştım ki, içim içime sığmıyordu.
Günlerimiz çok hızlı geçmiyordu, spor, yürüyüş, marş, selam, sağa-sola dönüş, tekmil ve silah eğitimi aynı hızda devam ediyordu.
Nöbet tutmak, en çok sevdiğim görevlerimin arasında geliyordu, kendi halimde efkarımı gecelerle paylaşmak, şiir yazmak beni çok rahatlatıyor, tüm stresten arındırıyordu, işte bu zaman askerlik benim için bir mana ifade ediyordu.
Silah eğitimi, günümüz teknolojik şartlarından uzakta kalarak, çok eski olan ve savaş mazisi bulunan Kırıkkale tüfekleriyle sağlanıyordu.
Marş söylemekten, selam durmaktan, dönüş yapmaktan, ot toplamaktan, taş toplayıp taşımaktan, daha sonraki haftalarda aynı taşları, eski yerlerine getirmekten, kulağıma gelen bol küfürden, en çok kullanılan ruh ve hoca kelimelerinden bıkmıştım.
Bir vukuata bulaşmamak için, zekamı askerliği özümsemek yerine, manasızlığın hat boyuna çıktığı bir mekanda, anlam ifade eden konularla ilgilenmeye başlamıştım.
Güneşin altında, susuz bir mekanda, sineklerin bol olduğu bir tarlada, ot toplamak ve öğle yemeği olarak bulgur pilavı ve turşu yedirmek, askerin tahammül eğitimine tabi tutulduğu hissini veriyordu.
Lakin anlam bütünlüğünü bulmak mümkün değildi, bu nedenle sabretmekten bıktım, başka çözümler üretmeye başladım.
Askerliğin en çekilmez olduğu durumlarda, ben sürekli ziyaret bahçesinde veya izin alarak tercih ettiğim mekanlara gidiyordum, yani bir anlamda kafama göre tümen içinde takılıyordum.
Bu son derece zor başarılacak ve bir o kadarda riski barındıracak tehlikeli bir konuydu, dolayısıyla herkes cesaret ederek tercih edemezlerdi.
Hafta sonlarında kıdemli askerler, onbaşı ve çavuşlar Allah muhafaza kendilerini mürebbi görerek, keyifleri nasıl isterse o şekilde davranıyorlardı, sende emir kulusun, reddetme gibi bir tercihin yok, elbisesini mi yıkattıracak, içkimi aldıracak, keyfi hizmetinde emir erimi yapacak hiç belli olmazdı.
Ben vatan hizmetine talip olmuştum, bunu kanun emrettiği için yapmalıydım, fakat çok daha da önemlisi de, burayı Peygamber ocağı diyerek öğrenmemiz ve bu nedenle, çağrılmadan kendi isteğimizle gelmemizin, başka bir sebebi olamazdı.
Maalesef burada, hayali sukuta uğramam, çok geç olmadı, bölük komutanının içtima alanında, askerlere dönerek **** çocukları diyerek bağırmasını, nasıl izah edeceğiz, eğer o alanda bir tek **** çocuğu varsa, oda bizzat ve zaten kendisiydi.
Başımıza komutan olarak, görevlendirilmiş bu müsveddenin, taşıdığını genlerinin odağını ve kimin tohumu olduğunu hala merak ediyorum.
Üst teğmendi, onun için puşt kelimesi, son derece yetersiz kalıyordu, tabur komutanının gözüne girmek için, gece geç saatlerde, Reolara bindirilerek, kara yollarından veya başka resmi kurumlardan inşaat ve başka malzemeler çalınıyordu!
Eğitim alanına, zatıalilerinin talimatlarıyla, yazlık oturma yeri ve kapalı kamelyalar yaptırılıyordu, komutan rahat edecek ve misafirlerini ağırlayacak diye.
Ne yazık ki, askerin biri aracın arkasından düşerek, beyni parçalanmış ve eğitim zayiatı olarak tümeni terk etmişti.
Yazlık yerler yapılmıştı bitmeye çok yakındı, fakat tabur komutanı, bölüğün duyacağı bir şekilde bağırarak, bölük komutanını azarladı ve günlerce uğraştığımız, güneşin altında ne emekler vererek yaptığımız yerler, bir günde yerle bir edildi ve onca malzeme heder oldu gitti.
Biz bunları kimlere anlatacaktık, mümkün mü anlatmak, on başı namaz kılıyor diye, garibanları koruyor diye, pusu kurdular tüfeğini çaldılar, hapse attırdılar, bunları yapanlar bölükte sözleri geçen, köpeklerle çiftleşmek için peşinde koşan, rahatlıkla akşamları içki içen, vatan ve millet sevgisinden yoksun bulunan, İzmir ve İstanbul da yaşadıklarını söyleyen azmanlardı.
Bunlara yurttaş, dindaş vatanın asker evlatları diyebilirler birileri, fakat ben hiçbir şekilde bunları tedaviden geçirmeden, normal bir insan statüsünde bakamam.
Gariptir belki fakat, genelde bu sıfatta bulunan insanlar, askeri kışlalarda kuvvetti ellerinde bulunduruyorlardı, tabi ki böylece adeta saltanat sürüyorlardı.
Yazdığım şiirler askerde çok işime yarıyordu, bölükte ki tahakküm sahipleri, yazdığım şiirleri, benden isteyerek kendi nişanlısına veya eşlerine yazıyorlardı.
Yemekhanede oturuyorduk oldukça sıcaktı, sürekli terliyorduk, bölük çavuşuna Hasan abi bir bardak su içebilir miyim dedim, hassi...tir lan git ve komutanım diyerek yanıma gel dedi, bu tavır o kadar zoruma gitti ki!
Kalktım ve sert bir şekilde, komutanım su içebilir miyim dedim, oda iç dedi, fakat ben içmiyorum diyerek yerime oturdum.
İçimden Mustafa, eğer bu çavuş Hasandan, hıncını alamazsan yazıklar olsun sana, dedim ve o gün bu stresle günümü geçirdim.
Tabur test olacaktı, o bakımdan herkes tüm kıyafetlerini yıkamak durumundaydı, ben zaten temizdim fakat ortalıkta görünürsem, biri çıkar al şu işleri de hallet derse işim kötüydü, reddetmek beni daha çok zora sokardı.
Yemekhanenin önüne çıktım, beş kişi aralarında konuşuyorlardı, oraya doğru yöneldim, henüz üç dakika geçmeden, arkamdan yüzüme biraz sert tokat geldi, kim lan bunu yapan, diyerek arkamı döndüm ki, bizim sanat okulundan cart tin diye lakap taktığımız, arkadaşım olmasın mı!
Sarıldık kucaklaştık, hal hatırdan sonra, beni götürmeye gelmiş, çavuş talimgahında çamaşırhaneden sorumlu on başıymış, sağ olsun izin istedi, beraberce mekanına gittik, benim tüm kıyafetlerimi, yıkadı, ütüledi ve yemeğimi getirdi, yedik daha sonra muhaberede hemşehrilerimiz var, hadi oraya gidelim de, seni onlarla tanıştırayım iyi arkadaşlar dedi.
Sevindim olur diyerek oraya vardık, tanıştık ve aklıma hemen çavuş Hasan geldi, bir şekilde hıncımı almalıydım ondan, yoksa rahatsız oluyordum.
Dedim ki hem şerim, bana müsaade ederseniz, geçici bir müddet kıdemli astsubay, Mustafa Eren olacağım dedim, hayırdır dediler olayı kısaca anlattım, bu fırsatı değerlendirmem lazım, diyerek onları ikna ettim.
Kabul ettiler fakat, çok sıkıntılı olacağını belittiler, ben her sıkıntıya razıyım dedim ve bizim bölüğü bağlattırdım.
Tank çavuş Hasan Sağlam buyurun komutanım dedi, bende Hasan evladım, bölüğünüz askerlerinden Mustafa Cilasun ve Musa Usanmaz diye iki askerin, ziyaret bahçesinde, anne ve babaları sabahtan belli bekliyor, hemen onları buraya gönder, bekliyorum dedim.
Emredersiniz komutanım, derhal göndereyim dedi ve telefonu kapattım, aradan beş dakika geçti yeniden bağlattım, oysaki kırk beş dakikada gelemezler, fakat bulamayacağını bildiğim için, aynı tekmili tekrarladı oğlum henüz gelemediler ne yaptın dedim.
Komutanım araştırıyorum, bulmaya çalışıyorum demez mi, lan zevzek geri zekalı, senin bölüğünde ki askerden haberin yok mu, komutanım yanlış anladınız, elbette haberim var, hemen gönderiyorum dedi ve ben telefonu kapattım.
Bir müddet sonra yeniden arayarak, küfür dışında ağzıma gelen hakareti yapmıştım ve dolayısıyla oldukça rahatlamıştım, fakat beraber olduğumuz arkadaşlar, bu duruma katılarak gülüyorlardı.
Akşama yakındı, teşekkür ederek arkadaşlarla vedalaştım ve ziyaret bahçesine vardım, Musar17;yı gördüm yanarak beni arıyormuş, ona merak etme durum kontrolüm de, ben ayarladım bu durumu deyince, yapma ya Allah aşkına nasıl yapabildin, gerçekten mi söylüyorsun diyerek defalarca sormuştu.
Musa da benim yaşlarımda evli ve iki çocuğu olan iyi, fakat oldukça çekingen bir arkadaştı, cesareti yok denecek kadar azdı.
Musa dan ayrıldım, çavuş talimgahın oradan bölüğe gidecektim, çünkü nereden geliyorsun denince rahatlıkla söyleyecektim.
Gidiyorum fakat yol bitmiyordu, hiç görmediğim yerler karşıma çıkıyordu, uzaktan bir kulübe gibi görünen yere yaklaştım, iki tane asker, tüfeği bana doğru yönelterek, parola sordular.
Baktım ki durum oldukça kritik, oğlum ne parolası siz kafayı mı yediniz, alay komutanının şoförü Yunusla beraber geziyorduk, komutanın hanımı çağırdı oda hemen ayrıldı, bende buradan bölüğüme gidiyorum deyince, peki biz nereden bilelim doğru söylediğini dediler.
Öğrenmek çok basit, telefon açar sorarsın dedim, o zaman tamam tertip biz seni görmemiş olalım, şuradan nereye gidiyorsan çekip git dediler.
Fakat ben bu yolun nereye gittiğini bilemiyordum, askerlerde soramadım, çünkü açık vermeyeyim diye.
İlerliyordum fakat nereye gideceğimi bilemiyordum, içimi bir ürperti sardı lakin metin olmam gerektiğini biliyordum.
Metanetimi korumak adına, tek yardım isteyeceğim, kulu olduğuma inandığım, Allahr17;a gönlümü açtım, içimden geldiğince dua etmeye ve ezberimde ne kadar sure varsa su içer gibi okuyordum.
Zırhlı tümen olması sebebiyle, tatbikatların tanklarla yapıldığı, ayrıca yabancı misyon şeflerinin, nezaret ettiği bir mekan olması, daha da önemlisi bizlere anlatılan bilgilere göre, o meşhur 12 EYLÜL harekatının tapıldığı, bir tümen olması nedeniyle, arazisi de o anlamda oldukça geniş olduğundan, gözümün aldığı alan, yüksek tepelerin olduğu ve her şeyin tam net görülemediği için, sanki meçhule doğru yol alıyordum.
Acemi bir askerdim, gizli paniğim o yüzdendi ve öylece ilerliyordum derken, yorucu olan uzunca bir yoldan sonra, fark edilebilir bir yeşil alan ve daha yüksek bir tepede binaları gördüm.
Çok sevindim lakin, bir koşuşturmaca dikkatimi çekiyordu, burası herhalde çok önemli bir yer diye içimden mırıldanıyordum ki, yaklaştıkça üst rütbeli komutanlar olduğunu, hemen fark ettiğim an, daha da çok heyecanlandım!
Fakat durmuyor ilerliyordum, bir başka seçeneğin olmadığını da biliyordum, ne olacaksa olsun diye içimden geçiriyordum.
Tahmin ettiğim kadar, tabur içtiması yapılmış, komutanlar karargaha geliyorlardı ve dolayısıyla bu binada o meşhur çamlı köşk olmalıydı, yani tümen komutanının mekanıydı.
Hiç istifimi bozmadan, nizami bir biçimde selam vererek, aşağıya doğru ilerliyordum, kıyafetim yeni temiz ve ütülü olduğundan zannederim ki, karargahta görevli askerlerden biri zannederek, hiç kimse bir şey sorma gereğini bile duymadı.
Komutanları geçince, koşarak tabur yemek hanesine, yemek almaya gelen, bölük askerlerinin arasına karışarak, kendi bölüğümün askerlerinin arasına karıştım, yemek ekibindenmişim gibi yaptım.
Arkadaşlarım beni fark edince, özellikle İbrahim, nerdesin herkes seni arıyor, bölük çavuşu burnundan soluklanıyor, fena halde sana kızgın, haberin olsun dedi.
Tabi durumun çok vahim olduğunu hissettim, fakat İbrahimr17;e çaktırmadım, sanki oda telaş memuruydu!
Bölüğe geldik, oldukça haşin ve gaddar olan Hasan çavuş, gür bir ses tonu ile bağırarak, Kayserili gel buraya dedi, fakat tüm bölük ona bakarak, olacakları merakla bekliyorlardı!
Alaycı bir tavırla söyle bakalım Kayserili, sen nerdeydin, bölük seni aradığı halde izine rastlanmadı, nerede olduğunu bir bilen kimse çıkmadı, yaklaş ta askerliğin kaç bucak olduğunu göstereyim sana dedi.
Komutanım beni çavuşum gönderdi, çavuş talimgahından, çamaşırhane sorumlusu arkadaşım geldi ve onunla, çavuş talimgahına gittik dedim, lakin yüksek bir ses tonu ile hangi çavuş gönderdi dedi.
Çeçen çavuş, diyerek karşılık verdim ve hemen çeçeni çağırttı oda geldi, çeçen çavuşa, bunu sen mi gönderdin, diyerek kızgın bir edayla sordu, çeçen çavuş benim yüzüme baktı, sabahki olayı bir an hatırlayamadı ve cevap vermekte geç kaldı.
Hasan çavuş bana dönerek, hani ne oldu Kayserili derken, Çeçen çavuş tamam hatırladım, doğru ben göndermiştim ve sana da söylemiştim diyerek çıkıştı, bu arada oh be elhamdülillah, diyerek oldukça ferahlamıştım.
Hasan çavuş ulan Kayserli, yine yırttın hadi gözümden kaybol dedi ve ben tabi ki oradan hemen kayboldum, fakat içim içime sığmıyordu, yüreğim serinlemişti.
Normalde askerlik, oldukça önemli ve hatta zevkli, yirmi yaşına kadar, herkes den ve her bir yerde dinlemek zorunda kaldığın, askerlik muhabbetini, tüm açıklığıyla ve bir solukta öğrenmiş oluyorsun.
Fakat ne zaman görev dışında, yani erbaşların keyfe keder istek ve talepleri seni buluyorsa ve de yapmak zorunda bırakıyorsa, işte o zaman bir yolunu bulup stresten kurtuluyorsun, tabi ki riskinin de oldukça çok, olduğunu bildiğin halde.
Zira aklın yolu birdir, ne yapacağını, nasıl yapacağını ve ne zaman yapacağını hesapladığın vakit, çok bir meselede kalmıyordu zaten.
Mesela bir örnek verirsem, daha da iyi anlaşılacağını umuyorum.
Bir gün bölük, oldukça ciddi bir şekilde, sayım yapılarak toplandı, tabi bizde tabi oluyoruz, fakat nereye gideceğimizi bilemiyoruz.
Sıraya girdik, daha sonra çok uzun olan, yorucu bir yürüyüşle, bazen uygun adım ve bazen marşlar eşliğinde ve çok sıcak bir günde, sivri sineklerin serbest atış yaptığı bir mevsimde, hafif çamurlu ve otların hür büyüdüğü bir mekanda, bölük çök diye bir ses duyuldu.
Merakla bekliyorduk, fakat sinekler fırsat vermiyorlardı, düşünmeye bile.
Çavuş tiz bir ses tonuyla, bölük haberiniz olsun, bu gördüğünüz otlar, bugün yolunacak ve bu gördüğünüz alan, tamamen temizlenecek demesin mi!
İşte o an, mutlaka bir çözüm bularak, ziyaret bahçesine intikal etmem lazım diyerek, hızlı bir şekilde kararımı verdim ve zemin yoklamasına başladım.
Bir miktar otları toplayıp kucakladım ve uzak bir yere atmak için yürümeye koyuldum, gittiğim yerde üç, beş askeri gözüm kesti.
Kimseye çaktırmadan dikkat kesildim, bizim bölüğün askerleri değildi, selam verdim ve hangi bölükten olduklarını öğrendim, havan bölüğünden olduklarını söylediler, hepside benim gibi acemi askerlerdi.
Cebimde her zaman hazırda tuttuğum, not yazılmış kağıdı çıkartarak, telaşlı bir şekilde, tertip biraz önce ziyaret bahçesinden geldim, şu arkadaşın annesi, babası ziyaret bahçesine gelmişler ve saatlerce bekliyorlarmış, bölüğü burada yazıyor bir yardımcı olursanız sevinirim dedim ve yanlarından istikametimi değiştirerek, hızlı adımlarla ayrıldım ve başka bir yoldan bölüğe karışarak otları yolmaya koyuldum.
Bir taraftan da onları gözetliyordum, ne zaman gelecekler diye, hiçbir şey yokmuş gibi bölük askerleriyle konuşarak, bazen de şakalaşarak, içimden gizlice neticeyi bekliyordum.
Takriben yarım saat sonra, Kayserili diye çağrılmaya başlandım, fakat bu çağrılmayı hiç duymuyordum, çünkü kağıdı getiren askerlerin gitmesini bekliyordum.
Onların uzaklaştığını görünce, yeni duymuş gibi irkilip, çavuşun yanına doğru yürümeye başladım, buyurun komutanım beni istemişiniz dedim.
Çavuş biraz gülerek, lan Kayserili seni anan kadir gecesi doğurmuş aslanım, ben ne yapayım, hadi gözün aydın ziyaretçilerin gelmiş memleketten, seni bekliyorlarmış, hediyeden bizi mahrum bırakma, akşama geç kalma kaybol dedi.
Ziyaret bahçesinin yolunu tuttum, fakat oldukça uzakta bulunduğu için, hızlı bir tempoda oradan uzaklaştım.
Nihayet oraya ulaştım, tabi ki ziyaretçim yok biliyorum, sivil vatandaşları seyretmek bile yetiyordu, rahatlamak için, bu zorlayan psikoloji, beni çözüm bulmaya zorlamıştı ve hamt olsun ki, yine ufak bir gayretimle vukuatsız atlatmıştım.
İşte bu ve buna benzer durumlarda, mutlaka bir çözüm bulmuşumdur, tabi bu benim zeki olduğumdan değil, gayret ve zamanlama noktasında sabretmem ve tevekkel olmamdan kaynaklanıyor zannediyorum.
Bir insan askere neden gitmek ister, tabi bir çok sebep sıralamak mümkündür, fakat en önemli unsur, temel bir görev olması, kendini tanıması, müşterekliği tatması, vatan müdafaasında seferber olması, bunun içinde eğitim alması, daha kaba bir ifadeyle, yaşadığı toplumda adamdan sayılması denilebilir.
Fakat, askerlik o kadar farklı bir meslek ki; anlaşılamayan, meşkuk, monoton ve birazda basit ve hatta teknoloji oldukça geri kalmış, basit bir eğitim masası, ezbere dayalı eğitim vesaire, bunlar o günün şartların da böyleydi, bugün nasıl bilemiyorum!
Şefkati, sevgiyi, nefreti, övgüyü, mananın mantıksızlığını, tahakküm ve disiplinin ifrat noktalarını, güvenin en fazla olması gereken yerde, tedbirin önemini daha iyi anlıyorsun, hele gurbeti öylesine yaşıyorsun ki, sanki aile fertlerinden ilk defa ayrı kalıyorsun vallahi sormayın gitsin.
Yeni ve bir yıllık evliğim, yirmi dört yaşın da evlendim, eşime hasretim, çocuğum olacak merak içindeyim derken, akşamın bir satın da,19,30 civarın da bölüğün yemek hanesin de, Kayserili telefonun var demesinler mi, öyle şaşırdım ki, hala etrafıma bakınıyorum, gerçekten mi diye!
Ne bakınıyorsun haydi durma koş çabuk gel dediler.
Tabi şaşkınlığı üzerimden attıktan sonra, ahizeyi kulağıma tuttum alo buyurun diyerek, kulağıma gelen sesi tanımaya çalışıyordum, çünkü aile efradımın beni aramaları mümkün değil gibiydi.
Mustafa ben Mustafa dayım, nasılsın iyi misin, nasıl gidiyor askerlik dedi.
Dayı hamt olsun alıştık, aramanızı beklemiyordum onun için şaşırdım diyerek karşılık verdim.
Mustafa dayım, havacı ve kademeli, kıdemli bir astsubay olarak görev yapıyordu.
Sürekli şehir, şehir tayinle gezdiğinden pek sık görüşemezdik, birde dayım asker olduğundan herhalde, oldukça ciddi ve sert bir yapısı vardı, nedense yanına pek yaklaşamaz idik.
Zeki dayım da, karacı bir ast subaydı, lakin kara takım diye bildiğimiz, halktan biri gibi sıcak ve ilgiliydi.
Yine de itiraf etmek gerekirse, arayan ciddi dayımdı, Mustafa sana müjdeli bir haberim var, gözün aydın bir kızın dünyaya gelmiş, tebrik ederim seni, Allah analı, babalı büyütsün dedi.
Bende bu nazik davranışından dolayı, kendisine teşekkür ederek, sevincimi onunla paylaştım, asker ocağında böyle hayırlı bir haber, insana farklı ve garip bir duygular yaşatıyor.
Allah herkese nasip etsin ve bu haberle merakla beklediğim çocuğum, sağ-salim dünyaya gelmiş ve sevgili eşimde selametle kurtulmuş, ve ben böylece baba olma mutluluğuna erişmiş oldum.
Benim yüzünü dahi göremediğim biricik kızımım ismini, babası olarak ben koyacağım dediğim için, yirmi bir gün isimsiz kalarak, dağıtım için izine gelmemi bekliyordu, kolay mı ilk çocuğum onun ismini, güzelce araştırarak koymam gerekiyordu, böyle düşünüyordum.
Kayın pederim hoca olduğu için, sekiz çocuğunun ismini koyduğu gibi, sayısız bir çok çocuğun da ismini koymuştur, içimde ki gizli kanaat benim çocuğuma, babamın isim koyması uygundu.
Lakin, canım babam böyle işlerle pek alakası olmayan, kendi halin de, saf tevekkel, hinliği hiç olmayan canlı bir tarihti, hatıralarını bilmem kaç kez, defaten dinlemişimdir, hatıralarından birisini anlatmaya başlayınca, arkasını ben getirebiliyordum.
Aslan babamın böyle bir hissiyatı olmadığından, benim devreye girmem kaçınılmazdı, babam adına böyle düşünüyordum ve öylede yaptım.
Dağıtım iznine gelmek için, tümene otobüsler gelmiş onlara binerek ayrılacaktık, tümenden elli kilometre uzaklaştığımız halde, tekrar çağrılırız kaygısı içimiz de hakimdi, zira muazzam bir baskı uygulamışlardı.
Daha sonra bu duygunun yok olduğunu fark ettik ve sanki askerliği bitirdik coşkusuyla sılaya, yuvama kavuşacaktım, kolay mı bu!
(devamı nakşeden izler 6 da)
YORUMLAR
yüreğine kalemine sağlık
YAZMAK SANA YAKIŞIYOR
BUDA BENDEN OLSUN
TARİHÇİ SÜLEYMAN
Gönül soframda var...Beklerim
Otuzbeş yaşlarında,saçı sakalı uzamış ve ağarmış,
sıska,zayıf birisiydi.Bizim köyün terkedilmiş,çatısı akan
suyu akmayan,elektiriği olmayan,yıkık harabe halindeki
bir binasında yaşıyordu.İlginç bir kişiliği,mükemmel bir
hafızası vardı.Bütün sayısal işlemleri,aklından hesap ma-
kinasından önce yapabiliyor,tarihte yaşanmış bütün önem-
li olayları,savaşları,depremleri,felaketleri günleri ile söyli-
yabiliyordu.Hatta ve hatta gelecekteki önemli günlerin,bay-
ramların hangi güne rastlıyacağını bile biliyordu.Köyün yaş-
lıları ona TARİHÇİ SÜLAYMAN adını takmışlardı.Gerçek-
tende o yaşayan canlı bir tarihti.O varken ansiklopedilere,
internete,hesap makinalarına gerek yoktu.Bizim köyün ca-
hil gençleri,çocukları ona daha bir acımasız davranmışlar
ve ona DELİ SÜLEYMAN adını takmışlardı...
Amma,
Bana göre SÜLAYMAN,üstün zekalı bir DAHİYDİ
Köyde birinci derecede yakınımız,akrabamız olmaması-
na,kalmamasına rağmen sırf onu görmek,onunla sohbet
edebilmek,onun erzağını,bir takım ihtiyaçlarını giderebilmek
için sık,sık köye gitmeye başlamıştım.
Zira,
TARİHÇİ SÜLEYMAN mükemmel bir şiir yorumcusuydu
ve bütün ünlü şairlerin şiirlerini ezbeer biliyordu.Hele,hele
büyük ÜSTAD,NECİP FAZIL IN SAKARYA şiirini onun yo-
rumuyla dinlemek,bana tanımı mümkün olamıyacak kadar
bir bir haz ve mutlulık veriyordu.SAKARYA şiirini onun yoru-
muyla kaç kere dinlediğimi unuttum bile....Beş,on,elli belki-
de yüz kere...
Şaşılacak şeydi...Benim otuz yılda yazdığım,defalarca
okuduğum halde bir tekini bile ezberliyemediğim,beş şiir
kitabında topladığım,kendisine hediye ettiğim kitaplarımdaki
tüm şiirlerimi TARİHÇİ SÜLAYMAN bir haftada ezberlemiş,
HARDDİSİKİNE almıştı bile.Onun yorumuyla insanın kendi
şiirini dinlemesi,mtluluk gurur verici bir olaydı.
Yaz yaklaşıyordu.Tatile çıkmadan önce hem TARİHÇİ
SÜLAYMAN IN ihtiyaçlarını gidermek,hemde onunla sohbet
etmek için,onun eşsiz yorumuyla kendi şiirlerimi dinlemek
için köye gitmiştim.Arabamı virane evin önünde park ettik-
ten sonra,bağajdaki poşetleri elime alıp tam kilitsiz kapıyı
aralıyacaktımki,BİR ÇOCUK
- AĞBİ DELİ SÜLAYMAN ÖLDÜ.HABERİN YOK MU?
dedi.İçim CIZZ ediverdi.Elimdeki poşetler yere düştü.
Hınzır çocuk bir ölüm haberi böylemi verilirdi.Sanki başımdan
aşağıya doğru kaynar sular dökülmüştü.Çocuğa hiç bir şey
söylemeden,emin olmak için evin kapısını araladım.
TARİHÇİ SÜLAYMAN gerçektende evde yoktu.Çocuğun
söyleiği doğru olmalıydı.Amma doğru olmaması için bildiğim
tüm duaları okumaya başlamıştım.Gözlerim yerdeki hasırın
üzerindeki benim son çıkardığım KARABORSA SEVGİ adlı
şiir kitabına takıldı.Garibim demekki en son benim şiirlerimi
okuyarak ölmüştü diye düşünüyordumki,kitabın yanındaki,
sayfaları yırtık,pırtık bir deftere gözüm ilişti.Defteri elime aldım.
Orta yerinde kurşun bir kalem duruyordu.Kalemde TARİHÇİ
SÜLAYMAN IN adeta ellerinin,yüreğinin sıcaklığını hissettim.
Bir hüzün çöktü üstüme.Ağlamamak için direniyordum...
TARİHÇİ SÜLEYMAN IN yazdıklarını okumaya başladım.
Aman ALLAHIM neydi bu güzellikler...ÖZLÜ VE GÜZEL SÖZ-
LER,HADİSLER...En son sayfadan başa doğru,
-KRAL OLUP PARAMI DİLENCİ GİBİ HARCAMAKTANSA,
DİLENCİ OLUP,PARAMI KRAL GİBİ HARCAMAYI TERCİH
EDERİM
-PARANI VER,GÖNLÜNÜ VER,CANINI VER AMA SIRRINI
VERME
-İŞİNİ BEĞEN,AŞINI BEĞEN,EŞİNİ BEĞEN AMA KENDİNİ
BEĞENME
-DAVET ET,HAYRET ET,İKRAM ET,AFFET AMA İHANET
ETME
-ZENGİNLİK MAL ÇOKLUĞUNDAN OLMAZ,HAKİKİ ZENGİN-
LİK,ANCAK GÖNÜL ZENGİNLİĞİDİR
-MAL CİMRİ,SİLAH KORKAK,KARAR DA ZAYIF KİŞİLERDE
OLURSA İŞLER BOZULUR,DOĞRU GİTMEZ
-GÜNÜN ADAMI DEĞİL,HAKİKATIN ADAMI OL
-BÜTÜN CİHANI ARAŞTIRDIM,İYİ HUYDAN DAHA İYİ BİR Lİ-
YAKAT GÖRMEDİM
-MIZRAK YARASI İYİLEŞİR,DİL YARASI İYİLEŞMEZ
-KUSURSUZ DOST ARAYAN,DOSTSUZ KALIR
-HAKSIZLIK ÖNÜNDE EĞİLMEYİNİZ,ÇÜNKÜ HAKKINIZLA
BERABER ŞEREFİNİZİDE KAYBEDERSİNİZ
-YALAN ÖYLE ZEHİRLİ BİR OKTURKİ,HEDEFİNİ DEĞİL ATA-
NI YAKALAR.
-EN YÜKSEĞE ERİŞMEK İSTERSENİZ,EN AŞAĞIDAN BAŞ-
LAYIN
-HATA ETMEK BİRŞEY DEĞİL,HATA ETTİĞİNİ UNUTMAK
KÖTÜLÜKTÜR
-HARAMDAM MAL YIĞMAK,BALON GİBİDİR.ŞİŞER,ŞİŞER
BİRDEN PATLAR
-KİTAP OKU,MESLEK OKU,DÜNYAYI OKU AMA LANET OKUMA
-YALAN BACALARI KARARAN İS GİBİ,İNSANLARIN İÇİNİDE
KARARTIR
-YENİLMESİ GEREKEN İLK DÜŞMAN NEFİSTİR
-GURUR,KİBİR ŞEYTANIN ARKADAŞIDIR
-MEZARLIKLAR VAZGEÇİLMEZ SANILAN ŞÖHRETLERLE,KAH
RAMANLARLA DOLU.SAKIN ŞÖHRETİNE GÜVENME
-EVLİLİK KUŞATILAN KENTE BENZER.İÇİNDEKİLER DIŞARI
ÇIKMAYA,DIŞINDAKİLER,ÇERİYE GİRMEYE ÇALIŞIRLAR
....
....
Ve....Daha neler,neler
TARİHÇİ SÜLAYMAN IN yazdıklarını okumaya doyamıyordum.
Elimdeki defterle eşikten dışarıya adımımı atmıştım ki,HASAN EMMİ
ile karşılaştım.Belliki birileri haber vermişti geldiğimi,
Hasan Emmi,
-GEÇ KALDIN EVLAT.TARİHÇİ SÜLEYMAN DA TARİH OLDU
dedi.
-EVET GEÇ KALDIM HASAN EMMİ.KOSKOCA BİR KÖY,BİR
GARİBANA BAKAMADI.YAZIKLAR OLSUN BU KÖYE.HİÇ Mİ SİZ-
LERDE ACIMA DUYGUSU YOK.HİÇ Mİ ÖLÜMLERDEN DERS AL-
MIYORSUNUZ,BİRGÜN ÖLECEĞİNİZİ DÜŞÜNMÜYORSUNUZ.ME-
MARK ETMEYİN BU KÖY SİZLEREDE KALMAZ...
Ağzıma geleni söylüyordum.Neler söylediğimi dahi bilmiyordum.
Belki bu yaşlı adamın kalbini,suçu olmadığı halde kırıyordum.HASAN
EMMİ,görmüş,geçimiş olgun birisi,söylediklerime ağzını açıpta tek
bir kelime dahi söylemedi,karşılık vermedi.Elleri ile sırtımı sıvazladı.
Belliki çok acı çektiğimi oda anlamıştı.Yaraya tuz basmak istemiyor
gibiydi.
O üzüntüyle,kızgınlıkla arabama nasıl bindiğimi,köyden nasıl ayrıl-
dığımı dahi bilmiyorum.TARİHÇİ SÜLAYMAN IN mezarına gitmek
bile aklıma gelmemişti.
YAŞ OTUZBEŞ YOLUN YARISI EDER demiş,merhum usta şair
CAHİT SITKI TARANCI...Daha yolun yarısında kara topraklarla bu-
luşmuştu dostum,DAHİ SÜLEYMAN...Bizim köylülerin deliliğe layık
gördüğü TARİHÇİ SÜLAYMAN IN yokluğuna alışmam hiçte kolay
olmayacak çok zor olacak gibi...
Sırf bizim köylülerin değil,TÜRKİYE NİN kımetini bilmediği bir
DEĞERİ,DAHİYİ kaybetmenin üzüntüsünü yaşıyorum.
BAŞIN SAĞOLSUN TÜRKİYE...BAŞIN SAĞOLSUN