KENDİNİ ARAYAN SURET_2
Soğuk bir havada, simsiyah bulutların başımı çevrelediği sırada, Gülhane Parkı’nda birden sen çıkmıştın karşıma. Başın öne eğik, yalpalayarak yürüyordun. Yüzünde tarifsiz kederlerin izleriyle, geçmişinden hatıralarını taşıyordun.Kaldırımlar seni aldıkça içine sen durmadan ilerliyor, böylelikle de yollarını hep daha bilinmeze yolluyordun. İçinden çıkılması güç bir sürü yol yaratıyordun kendine. Bilincin seni çoktan terk etmiş; yalnızlığının verdiği perişanlıkla, çaresizliğinin yok olma arzusunu defalarca beynine fısıldadığı içindeki yabancınla, varlığını sürdürmeyi düşlüyordun. Kim bilir belki de bir son hazırlamakla uğraşıyordun kendine. Lakin sende herkes gibi yaşıyordun, çözmekten köşe bucak kaçtığın bilmecelerinle...
Çoktan geçip gitmiştin yanımdan. Kim olduğunun, nereden geldiğinin ipuçlarını yerleştiremezken beynime, aklımda kalan tek şey; yüzünü örten kocamış, eski bir şapkanın altında sakındığın minik tebessümündü, gözgöze geldiğimizde zihnime yerleştirdiğin. Ve ben senli saatlerde bin bir tahmin içindeydim. Daha kopamamıştım senden. Bilmecelerinin büyüsüne takılmıştı yüreğim ve bir an için herşeyini çözmeyi diledim.
İçimde çelişkilerimle korkularımın birlik olduğu vakit; ansızın yalnız dünyamda beliriverdin, Cuma’nın akşama yanaşan kasvetli, soğuk bir zamanında...
Gün artık geceye devrediyordu nöbetini. Her şey gözden kayboluyor ya da pervasızca yaşamı gölgeleme oyununa(savaşına) katılıyordu. Tüm evren karanlığa bürünmeye hazırlanırken, bu sefer alışkını olduğum bu döngüden içim bunalmıştı. Varlığıma sebep aradığım bu yolda, ansızın içimdeki yaşam isteğinin kuvvetini buldum, Gülhane Parkı’nın ağaçlarının gökyüzüne eriştiği taş kaldırımlı eski, ıssız bir sokağında...
Cumanın cazibesi yağmura kavuşan geceyle birlikte işliyordu insan ruhuna; derin kederle, kaybolmuşlukla, inceden inceye... Rüzgâr eşlik ediyordu bu mağrur tabloya. Kuşların şarkıları içten içe bir ürperme uyandırıyor, yersiz bir telaş verdiriyordu karanlıkta varlığıma. Ardından yavaş yavaş baş gösteriyordu belirtiler. Ve tüm korkular bedenimi sarıyordu. Gecenin karanlığında sessiz, ayaklı bir cenaze misali ne olacağımı bilmeden uzaklara yürüyordum. Gecenin karanlığı üzerime geliyor, tüm ümitlerimi bastırıyor, korkularımın varlığını bildiriyordu bana. Yakınmalarım açığa çıkıyor, üşüyordum. Bilmiyordum kendimi, bedenimin yaşam hücrelerinin her birini söküp atmak istiyordum.
Yaşadığım her günün, belirsiz bir saatinde, kafatasımın ücra bir köşesinde işte böyle bütün aldatıcı, kara düşlerim belirirdi. O anki varlığımı sömüren, beni içten içe kemirip tüm hayati isteklerimi yok eden bir sürü kemirgen üşüşürdü beynime. Varoluşumda beliren sorgulanası şüphelerimden utanırdım. Bütün sevinçlerimin, hüzünlerimin, hayallerimin olduğu geçmişimi yaşatan(anımsatan) görüntüler gelirdi gözümün önüne. Ve akan birkaç göz suyumun ardından ertelerdim maziye seyahatimi. Yine karanlık dünyama dönerdim.
Ardından benim olan tüm sokaklar çağırırdı beni. Caddeler boyunca, kaldırımlar uzadıkça yürürdüm, tıpkı şimdi yaşanan gibi. Yüzüme çarpan yağmur damlaları içimde buhrana sebep olurdu. Sövüp sayardım vücut sıcaklığıma. Oracıkta, bir kaldırımın kenarına yığılmayı dilerdim.
Sık sık bu tür düşünceler içerisinde varlığıma ihanet etme gafletine düşüyordum. Zihnimdeki sıkıntılardan biraz olsun sıyrılabildiğim vakit havanın giderek soğumakta olduğunun farkına vardım. Yağmur artık beni rahatsız ediyordu.
Paltomun yakasını kaldırıp, ellerimi ceplerime ödünç verdim. Sonra ruhumun her bir köşesinden ayrı ayrı seyir eyledim cihanı. Gölgelerin bambaşka âlemler olduğunu anladım. Çevremde gördüğüm her varlığın siluetinin altında yatan gizemi arıyordum, sırf arındırabilmek için ruhumu.
İşte böyle gizemli düşler içindeyken, ne olduğunu hatırlayamadığım silinmekte olan birkaç mısranın kalıntısını gördüm bir sokak duvarında. Nerden anımsadığımı çıkaramadığım bu sözler, terk edilmiş, çaresiz bir çocuğun çırpınışı gibi geldi bana.
“Gün görmemişti gözlerim.
Karanlık bir kuyunun dibindeydim.
Elimde güneşi çizdiğim kâğıdım,
Rutubetli bir kuyuda
Zamanı yitirmekteydim...”
Tıpkı bende o çocuk gibi sadece zamanımı yitirmekteydim. Zihnime çizdiğim hayallerimle kendime bambaşka bir dünya hayal ediyordum.
“Her şey gitmişti oysa
Her şey benden uzağa.
Yine de korkardım ben
Avucunda güneşi taşıyanı içinde barındıran,
O dipsiz, kara kuyudan.”
Ve böyle devam ediyordu o çocuğun hayatı. Benim gibi ürkek, çaresiz ve kimsesiz...
Kendimden bile kaçar olmamın nedeni neydi, niçin bu denli karamsardım, bilmiyorum. Acaba sadece ben miydim böyle çaresizlikler yaratan?
Aslında her birimiz korunduğumuzu sandığımız kuyularda saklanıyorduk. Belki de sevgilerimizin tükenmişliğinin sebebi buydu. Sıcaklığı, güneşi bilmeyişimiz. Kendimizden korku duymamız, utanmamız, güvensizliğimiz... Bizi birbirimizden gizleyen bu ruh yaralarımızın varlığıydı. Ve ben kapatmaya kalkışamadığım utanç yaralarımla, ağzını bile göremediğim bir kuyumun en dibindeydim.
İçimdeki taş yığınının ruhumdaki soğukluğu yavaş yavaş yağmurlu havanın tenimde hissettirdiği gerçekle bütünleşiyordu. İşte bu hastalıklı düşüncelerimle yolumun son noktasına vardım.
Evime geldim. Düşüncelerimden yorulmuştum. Bedenimin ağırlığını yatağımın üzerine bıraktım(serdim). Soğuktan irileşmiş gözlerimi bir süreliğine tavana yönlendirdim. Lakin düşüncelerim gözlerimi çoktan esareti altına almıştı. Artık ne yapsam manasızdı. Çaresiz karanlığın çağırışını kabullendim. Koyulaşmakta olan gökyüzüne bir kez daha gözümü kaydırdım.
Uyandım. Zifiri karanlıkta yüzümü taşlara dönüp ağladığım rüyamın bunaltıcı etkisini hissediyordum hala. Oysa gün odama çoktan doğmuş, hayat yeni umutları türlü aldatmacalarıyla birlikte tekrar bizlere sunmuştu. Ansızın ürperdim, içime zehirler aktı. Yaşadığım boşluğun farkına vardım. Böyle yitip gideceğim düşüncesi aklıma çalındı, korktum...
Benim bitişim bu şekilde olmamalıydı. İçimi arındıracak, varlığıma yeni tatlar katacak; temiz ruhlar bulmalıydım. Bir bebek masumiyetinde yeniden hayata gelmeliydim. İçimdeki kötülerden artık çok sıkılmıştım.
İşte ben bu gelgitlerime anlam arar iken, birden senin varlığının peşindeki geçmişinin gizemi bulmuştu beni.
Bulanıp, kaybolup gitmek istedim; senin ruhunun karanlık sularında. Ne aradığımı bilmeyerek içindeki gizli mabede ulaşmayı istedim. Sen neydin, sen kimdin ki beni kendi benliğimin arayışından uzaklaştırıyordun? Aniden duraksadım ve aklımın hala yerinde olduğunu anımsadım. Lakin sonra yine sen...
Gözümü çoktan açmış olmama rağmen hala bir düşün içindeydim, bu sefer niye böyleydim bilmiyorum. Zihnim kurcalanıyor, içten içe derin bir sızı duyuyordum. Ve hala seni düşlemekteydim.
Ruhumda benim bile bulamadığım bir kapı açmıştın. Bende bambaşka bir ben yaşadığını anladım. Sonra yine seni düşündüm ve seni merak ettim.
Hâlbuki sen bu dünyaya ne kadar da yabancı duruyordun. Bizden öte, varlığından uzak... Bana kalırsa ne bir kuyun vardı gizlenebileceğin, ne de bir kapın ardında saklanabileceğin... Biçare, hayattan kopmuş sersefil bir perişan savruluyordun bilmediğin diyarlara.
İşte buydu senin tablon. Fırçalarım senin için ancak bu kadar iyimser olabilmişti. Paletimde sadece artmış siyah tonlar kalmıştı senin adına. Gerçekten üzgünüm varlığının karamsarlığına...
Ama ben,alaca karanlıktı benim içim. Her yerde, derinlerde bir yerlerde durmadan yayılan kara deliklerim vardı. Bu yüzden ağlamam gerekirdi yahut kaderimi lanetlemem. Hâlbuki bana dair hiçbir şeyin değişemeyeceğini biliyordum. Bulduğum her bir kapımın labirentli yollara denk düşmesi kaçınılmazlığı daha ben doğmadan belirlenmişti. Benimde var oluşumdaki minnetsizlik işte buradan kaynaklanmaktaydı. Kabullenemediğim bu çaresizlikle kendimce çabalamaya uğraşıyordum. Ve her kapımın ardında başka bir ben varken, ben kendimle bu denli meşgulken, ansızın sana rastlamıştım, yerini bulamadığım bir coğrafyasında ruhumun...
Sendeydi belki de tüm anahtarlar, belki sendin kapılarımın bekçisi. Zaten sende bilmiyordun varlığının sebebini. Belki bu yüzden bir bütünü oluşturmaya müsaitti dillerinle, ellerin...
Ama ben yalnızdım, küçük bir korkaktım. Hep ıssız sokaklarda dolaşan, gün ışığına dayanamayan, kendinden kaçan, bahtsız bir bedeviydim. Tek başıma yaşayabileceğim bir dünya bile kuramamıştım kendime. Zihin yanılsamalarımla, hayallerle yaşıyordum. Ve böyle aciz birine senin dünyanda hiç yer yoktu, biliyorum.
Ama biliyorum, yoktun aslında sen. Hiç gerçekleşmemişti varlığın bu hayatta. Bir anlık boşluğumda hiç görmediğim güneşin gözümde oluşturduğu anlık bir karartıydın, olmasını istediğime benzettiğim... Hâlbuki asıl olan bendim, kapıların ardında, korkumdan gün gelip bıraktığım. Sonra da unutup bir daha uğrayamadığım. Diğer bir bendim yıllar evveli yitirdiğim...
Yani senin gölgenin değil, benliğimin yanılsamasının peşine düşmüştüm... Ve bu sefer her zamankinden daha bir mesuttum. Her geçen zaman, bana daha çok yaklaşmaktayım...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.