- 770 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
BELKİ BİR GÜN
Buruk bir hayalin peşinde, gecenin karanlığına sızıp gittin... Puslu bakışlara sinen yüreklerdeki acıyı elbette sen göremedin. Yanaklardan süzülen yaşların aslında senin hayatını anlattığını, bir gülümsemeye, sevgi dolu bir bakışa hasret gidişinin öyküsünü uzun uzun yazmıştım. Ne gariptir ki hayatın çizgisi öyle bilinen kalemlerin çizdiği çizgiye benzemiyor. O çizgilere ne hasretin, ne çocuklara özlemin, ne de çekilen çilenin izleri sinemez. O çizgilerde gözyaşı görünmez, kalbin sızlayışını, zerrelerin titreyişini gösteremez o çizgiler...
Ya kaderin çizgisi...
İşte o çizgi; senin hayatını tufana döndürmedi mi?
Sevgili dayıcığım; kanayan yüreğinde ki dinmeyen sızıyı, bedenine sarıp götürdün. Bir annenin çocuğunu sarıp bağrına basmasını andıran büyük bir sevgiyle toprağına götürdün. Belki de kimsenin anlayamayacağı duygularını toprak anlayacak, karanlıklar; yılların kalbinden söküp atamadığı çocuklarına duyduğun inanılmaz özlemi sarıp sarmalayacak. Kuş kanadı gibi çırpınan, dalgalar gibi köpüren sevgini uzansan dokunacak kadar yakın olan çocuklarına anlatamadın. Onlar varlıklarıyla sana ne kadar yakın olsalar da, biliyorum ki kalplerinde; gökteki şu parlayan yıldızlar kadar uzaktaydın... Bağrına saramadın onları... Saçlarını okşayıp, kokularını hissedemedin, dünyaya değişmeyeceğin o saç tellerini soluk dudaklarınla öpemedin... Gözlerine bakamadın, için dolu dolu... Tutamadın ince, narin ellerini doya doya...
Yaralarını saramadı aylardır yattığın hastanede ki doktorlar... Nereden bilebilirlerdi ki sendeki asıl yaranın merkezini... Nereden bileceklerdi ki senin ilacının çocuklarının olduğunu.
“Bu hasta maalesef kendini bırakmış, tedaviye cevap vermiyor!...” demişti doktorların. Niçin cevap verecektin kahrolası ilaçlarla hayata bağlanmaya? Niçin gözlerinde ışıklar parlayacaktı şu loş hastane odalarında... Niçin şu kahrolası hayata sıkı sıkı tutunacaktın... Yapamazdın, yapmadın da. Gözlerinde ki pusları çok iyi biliyorum. Bakışlarına sinen o inanılmaz ıstırabın sebebini, titreyen dudaklarına kadar gelip de söyleyemediğin o özlemi elbette biliyordum. Başucunda olmama her zaman sevindin. Fakat bu sevincin burukluğunu çoğu zaman kalbim kanayarak seyrettim. Sen başucunda kızlarını istiyordun. Sen onların kalplerini, ellerinin sıcaklığını, bakışlarında ki sevgiyi istiyordun. Hangi ilaç, hangi hastahane, hangi doktor sana bunları verebilirdi... Hangi merhametli bakışlar karanlık gecelerini yıldızlar gibi süsleyebilirdi. Hangi ellerdeki şefkat ve sevgi kızlarının elinden daha duygusal, daha müşfik olabilirdi... Dağların zirvelerinde açan kır çiçekleri gibi yalnızdın... Bir güneşin vardı üzerinde, birde ılık ılık esen rüzgarın... Bazen seni fark eden birileri oluyordu... Oluyordu ama sen her zaman boynu bükük duruyordun... İstediğin gözler gözlerine değmiyor, isteğin eller seni okşamıyordu..
Ne acıdır ki son yolculuğunda bile o sevgilerden mahrumdun... Acımasız sonbahar rüzgarlarının haber verdiği kış; dünyana girmiş, dallarını kırmış, rengini soldurmuştu.
Islak gözlerin, ne söylediği anlaşılmadan kıpırdayan dudakların yaklaşan son anını öylesine haber veriyordu ki bana... Kavrulan yüreğim; senin bu halini gördükçe volkana dönüyor, kızlarının son dakikalarında başucunda olmayışları hayatın ne kadar acımasız ve boş olduğunu bir daha anlıyordu. Sevgiden uzak, hasretin çemberinde, daralan; daraldıkça mengene gibi sıkan bir hayat. Sen o hayatın tâ kendisi olarak bende ki yerini alıyor, kahretmenin, sızlanmanın faydasız olduğunu ruhuma dirhem dirhem işliyordun…
Sadece sana bakmak, rahatsızlığını ve çektiğin sancıları görmek, tedavin için fedakârlık yapmak hiç önemli değildi sanki... Çünkü; hasretin, ayrılığın, özlemin alevi senden bana doğru süzülüyordu. İşte bu duygular beni esir ediyor, bu mahkûmiyet omuzlarıma çöküyordu.
Yılların azabını çeken vücudun yakalandığı hastalığı umursamıyordu... Sağında ve solunda bir anlıkta olsa görünmek istediğin çocuklarının olmayışı bembeyaz yüzündeki gizlemeye çalıştığın ıstırabı bir türlü gizleyemiyordu. Belki o izler toprakla bütünleşecek, mezarının üzerinde açacak birkaç çiçeğe sinecekti. O çiçekler de senin ıstırabının kokusunu belki kızların ziyaret ettiklerinde hissedebilecekler, belki de akıllarına dahi gelmeyecek bu çiçeklerin neden boynu bükük olduğunu... Ama yıllar; bırakmayacak o rengi ve duruşu... Her yıl yeniden, yeniden görünecek... Belki bir bahar çiçeği olacak toprağında, yağmurdan sonra kendini fark ettirecek, belki de bir sonbahar çiçeği olarak rüzgarın eğdiği boynunu onların önüne sergileyecek... Tâ ki o duyguyu hissedinceye kadar. Senin hissettiğin gibi olmasa da ileriki yıllarda vahim bir şekilde anlayacaklar. Kabrin başında semaya kalkarak duaya duran elleri; yüreklerinde ki acı ile toprağına dokunacak ve o anda ellerine değen çiçeklerin farkına varacaklar. Uykuya dalmadan önce o çiçeklerin neden kabrinde açtıklarını, neden boyunlarının bükük olduğunu anlayacaklar...
Sen pek belli etmemeye çalışsan da gözlerin çok şey anlatırdı çocuklarından bahsederken... Evimizde kaldığın zamanlarda çocuklarıma davranışlarımı süzer, zamanı sorgular, bizlerin mutlu olmasından duyduğun memnuniyeti dualarına nakşederdin. Her iç çekişinde hissettiğin o parçalanan duygularını kalbinde muhafaza ederdin. Mevsimlerin gelip geçmesi, dondurucu kış günlerinden sonra baharın sımsıcak yüzünü göstermesi sana neyi ifade ederdi bilemiyorum. Umursamaz duruşun, kalbi fırtınalarla savaşan birisinin hislerini anlamakta benim için zor değildi. Asıl zor olan mağlubiyeti peşinen kabullenmendi. Bunu bir türlü anlamak istemedin. İncinen gururun, çocuklarına duyduğun özlemin önünde ne yazık ki sonbahar yaprakları gibi şuursuzca sürüklendi… sürüklendi…
Son pişmanlıklar fayda etmiyor, çatışan düşünceler inadına yüreğine saplanıyordu. Her geçen dakika seni eritiyordu… Kar gibi… Sen göremedin ama ben şahit oldum kızlarının ölümünü öğrendiklerinde yıkılışlarını. Her hıçkırık geçmişte yapılan her yanlışın aynası olarak orada duruyordu. Senin bakmaya kıyamadığın, hep özlemini hissettiğin o gözler; akıttığı yaşlarla, titreyen yüreklerle çok geç de olsa gerçek yerini onların kalplerinde alıyordu.
Şu kış gününde üşüyen ellerim, tenim, kulaklarım değil hüzün diyarına sürüklenen yüreğimdi. Mezarına bakarken gözlerimin buğulanması, seni garip biri olarak hissetmemden ibaretti. Değildin aslında. Bizler vardık. Ablaların, yeğenlerin ve onların çocukları…
Rüzgar yine hırçınlaştı… Kar delicesine yağıyor… Yerler çamur deryası… Berbat bir hava dolaşıyor mezarlıkta… Sanki senin yaşadıklarını Yüce Yaradan bana bir kez daha hatırlatıyor, geçmişin puslu gölgesine sinen hayatını gözlerimin önüne seriyordu. En kısa zamanda kalemimi elime alıp yazmak hissini benliğime çiviliyordu.
Oradan uzaklaşırken dualarımı senden esirgemiyordum. Zaten yapacak başka bir şeyimin olmadığını da biliyordum.
Belki bir gün çocuklarını mezarının başında görür, senin onları ne kadar önemsediğini ne kadar çok sevdiğini, hasret duygusunun insanı nasıl kıskacına aldığını anlatabilirim. Kim bilir belki bir gün…
27.02.2007 Resul KARAHAN
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.