- 754 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Nakşeden İzler (anı roman 4)
Adama efendi, bu nasıl bir vişne suyu,hala anlamadım, deyince.
Seyyar satıcı, şaşkın bir vaziyette yüzüme baktı ve siz yabancı mısınız diyerek sorunca, daha çok meraklandım.
Adanalı olmadığımı nasıl anladı bu adam ve bu sorunun vişne suyuyla ne alakası bulunuyordu anlamadım.
Hayırdır neden sordun diyerek, yönelttiği sen yabancı mısın sorusuna,soruyla mukabelede bulundum.
Meğer benim, vişne suyu diye içtiğim, meşhur içeceğin,şalgam suyu olduğunu söylemesi beni daha çok sarstı ve aniden sanki haksızlığa uğramış bir kanaatle;
Kardeşim, o zaman neden söylemiyorsun, bunun şalgam suyu olduğunu, biz nerden bilelim bunun şalgam suyu olduğunu,diyerek çıkıştım.
Adam tamam ama, ben nereden bileyim, sizin Şalgam suyundan bihaber olduğunuzu, deyince daha da çok şaşırdım kaldım.
Ve o anki halime, öyle hayıflandım ki, kendi kendime ve içine düştüğüm açziyet unutulur gibi değildi.
Sıkılarak birader kusurumu bağışlayın dedim ve sessiz bir şekilde o mekanı, arkama dahi bakmadan terk ettim.
Adana ilinin bahsi geçtiğinde veya şalgam suyu yarenliğinde, her zaman bu anımı hatırlarım.
Tam yirmi yıl, şalgam suyu içmememe sebep olan, bu trajikomik olay, maalesef ön koşullu yargımın yanılgısını acıda olsa, silinmeyen bir iz olarak sinemde taşıdım.
Meşhur şalgam suyunu bu vesileyle tanımıştım.
Biraz acı, az tuzlu ve bünyesinde turp kokusunu barındıran dolayısıyla beni oldukça şaşırtan bu meşhur içecek, hafızamda acı bir tecrübe olarak kalacaktır.
Akşam olduğunda, Adana ilinde konaklama yeri olarak, pehlivan otelini seçmiştik. Otele yerleştik,geniş bir odası ve caddeye nazır geniş pencereleri bulunuyordu,biraz dinlendikten sonra ilk iş olarak;
Kayseri de ki gelişmeleri merak ettiğim için telefon açarak, en son durum hakkında bilgi aldım, müspet olarak seyrinde gidiyormuş,bu bakımdan rahatlamıştım.
İki gün sonra, otel personelinden haber geldi, dışarıya çıkmak yasaklandı dedi.Bizde ihtiyari olarak hayırdır yine ne oldu diyerek görevliye sorduk?
Çünkü olağan üstü hal uygulandığından,askerin hali hiç belli olmazdı, her zaman yaptırım gücü bulunduğundan,gerektiği zaman asla kaçınmaz ve hemen yetkilerini uygulardı.
Dolayısıyla bir yere bombamı atıldı veya baskın mı oldu,neler oldu ki iki,üç gün otelde mahsur kaldık.
Nihayet öğrendik ki, askerlerin on yılda bir alışkanlık haline getirdikleri meşhur ihtilalleri olan harekât, devreye konmuş, parlâmento lâğvedilmiş, siyasi partiler kapatılmış,liderlerine tutuklama talimatı çıkmış.
Önceden tespit edilen, her yere baskınlar düzenlenerek,zanlılar yakalanıyor ve televizyon vasıtasıyla millete güven pompalanıyordu.
Bu konularda vatandaştan,özellikle askerlere yardımcı olunması isteniyordu.
Ne enteresandır ki bir anda, vatanın her sathında ve her yerde silahlı eylemler bitmişti!
Zanlılar hemen tutuklanarak, hapishaneye konmuşlar fakat ihbarı delil telakki ederek suçlanan insanı falakaya yatırmak, tazyikli su sıkmak, askıya bağlamak, dizlerin arkasına beşe-on tahta koyarak ördek yürüyüşü yaptırmak en hafif sorgulama yöntemleri olduğu malum.
İşkenceye dayanamayıp itirafta bulunanlar ve suçu kabul etmek zorunda bırakılanlar her zaman olmuştur. Ne derlerdi: r0;kurunun yanında yaşta yanarr1;diye.
Askerler toplu temizlik yaptıklarından kendilerine göre malum suç odakları bulunmuş, terör ve anarşist olaylar bir anda kesilivermiştir. Dolayısıyla huzur ve sükun adeta askeri ihtilali bekliyormuş, zira hiç vakit kaybetmeden bulunması gereken biçimde yerlerini almışlardı.
Daha önce de olağan üstü hal vardı, devlet güvenlik mahkemeleri mevcuttu, böyle bölgelerde emir komuta zaten askerlerin elindeydi.
Neden o zamanlar askerler sessiz kalıyorlardı?
Neden her yerde baskınlar ve öldürmeler devam ediyordu?
Niçin bu olayların önü alınamıyordu ve nelerin oluşumu bekleniyordu?
Bir o kadar zulüm ve talana,gaspa,ayaklanmalara,göz yumuluyordu?
Suçsuz insanların harap olmalarına niçin sadece seyrediliyordu?
Toplumun güçsüz kalması ve panik yaşaması kimlerin işine yarıyordu?
İnsanların çaresizlik içinde bulunmaları ve birilerinden medet umması, hangi kurumların işine geliyordu?
Vatandaşların devletine karşı güven bunalımına düşmesi neden sağlanıyordu?
Parlamentoya ve milletin seçtiği vekillere karşı güvensizlik niçin sürekli pompalanıyordu?
Bunca yozlaştırılma ve huzursuzluk birilerinin meşru olmayan harekatlarına meşruiyet mi kazandırıyordu ve niçin özellikle bu ortam bekleniyordu.?
Askerler aynı görevde bulunuyorlar ve kendilerine göre vazifelerini ifa ediyorlardı.
Zaten mecliste bir anlamda, zımnen de olsa onlardan sürekli çekiniyorlardı.
Askerler ne istediler ki yerine getirilmiyordu, malum devlet bütçesinden en fazla payı dahi, yurt savunması dahilinde onlara ayrılıyordu!
Genel kurmay başkanı ve kuvvet komutanları, hangi bir vakit yürütmenin başı olan bir başbakan kadar, basın mensupları tarafından mercek altına alınarak, sorgulanıyor ve takip ediliyorlardı, hadlerine mi düşmüş, bu nasıl mümkün olur?
Türkiyer17;nin en önemli mevkileri ve şehir içindeki hayatiyet atfeden yerleri, bu insanlar istediler veya talep ediyorlar diye, en ivedi bir şekilde, mesai mevhumu gözetilmeden, bunlara tahsis edilmiyor mu?
Ve sosyal tesisler yapılarak, millette yasaklanarak, yüksek duvarlarla gizlenerek, yetmedi nöbetçiler dikilerek, toplumdan çok farklı ve kopuk, özerk bir statüye bürünerek, merak edilen olmayı başarmak ne büyük bir zafer!
Böylece kuvvet dengesini elde etmek ve her zaman, yön veren konumunu üstlenerek, uygun gördüğü bir zamanda, milletin yetki verdiği, ülkeyi yönet dediği, temsilcilerini, millete rağmen,önemsemeden alaşağı ederek, devletin başına geçmek! Ne büyük bir başarı!
Bu parti ve başkanlarını tedavülden kaldırarak, uygun gördüğü bir vakitte, meşruiyetini kuvvetlendirecek.
Anayasalar yaptırıp, bu eylemde bulunan komutanlara, yargı dokunamazlığı getirilerek, sivil inisiyatifi yozlaştırmak ve halkın gözünde küçültmeyi sağlamak!
Cihandaki sulhu, her zaman ön plan da tutacak!
Fakat yurtta ki sulhu dilediği gibi tasarruf ederek, her zaman yön verecek!
Böyle bir yapılaşmayı ve kurumsallaşmayı, dünyaya ne şekilde izah edeceğiz?
Bu sorunları merak etmeyelim mi, birilerine sormayalım mı,konuşmayalım mı?
Bu soruları kendime sorarak, sinemde çöreklenmiş, duyguları yudumluyordum. Otelin balkonuna çıktım, sessizlik hakimdi,ışıklar uzaktan buğulu görünüyorlardı,fakat ben kimseyi göremiyordum, birkaç araç dışında, birden aşağıdan gelen bir ses duydum.
Balkondan sarkarak, sesin geldiği yöne doğru odaklandım, ne göreyim, üç tekerlekli el arabasında, gecenin o karanlığında, az bir ışıkla görüle bilen, tatlıcıyı fark ettim. Hiç düşünmedim, kimseye sormadım, bir solukta alelacele tatlıcının yanına indim,çünkü kimsenin olmadığı bir zamanda sivil inisiyatifi görmek güzeldi.
Bir miktar para vererek, tatlı istedim ve aldım tatlıyı, tekrar aynı hızla yukarıya çıktım ve bir dilim ağzıma götürerek, damak zevkime baktım.
Tatlının tadı hiç içime sinmemişti, bizim tatlılara asla benzemiyordu, yemeyi içim kabul etmedi, dolayısıyla ödediğim para boşa gitmemeliydi.
Aynı hızla aşağıya indim, efendi bu nasıl bir tatlı, hiç beğenmedim, şiresi ne kadar koyu sanki bir ağda, bu tatlıyı geri al ve ödediğim parayı acele ver deyince, adam adeta yorgun, göz kapakları sünmüş, gecenin karanlığında büzülmüş olarak, bana bakmaya çalışıyordu!
Fakat beni uzaklarda arıyor gibi, bir şeyler mırıldanıyordu, lakin konuştukları hiç anlaşılmıyor, uzatma hadi seni bekliyorum, ödediğim ücreti, istiyorum diyerek meramımı tekrarladım.
Adam tatlıyı eline aldı fakat, bakıyordu tatlıya bir şeyler arıyordu, bir dilim eline aldı tam ağzına götürecekti ki.
Hızlı bir şekilde taksi yanaştı, arkada iki kadın, kolları açık, sacları dağınık, yüz, göz boyalı sanki birer kaçık, ceketi omuzlarında, göbeği sarkık, gömleğinden üç düğme açık, ağzında sigara, ayakkabının ökçesi basık, bir adam;
Daha tam yaklaşmadan, tatlıcı benden aldığı tatlıyı adama uzattı,adam hiç konuşmadan tatlıyı aldı, miktarını sormadan parayı uzattı.
Ve yine hızlı bir şekilde, araç gözden kaybolarak uzaklaştı, biz yine tatlıcıyla baş başa kalmıştık, fakat adam hiç durmadan, cebindeki parayı çıkarıp saydı ve bana paramı uzatarak meseleyi kapattı.
Rahatlamış bir edayla otele çıktım, keyiflenerek telefona sarıldım, memlekette bir gelişme var mı diyerek meraklandım.
Evet haberler hayırlıydı, hocam onaylamış yalnız,Yahyalır17;lı Hacı Hasan efendiden, müsaade alınacakmış.
Bu müsaadeyi neden kendileri değil de, bizim almamız gerekti, hala da anlaya bilmiş değilim.
Önemli değil neyse, gereğini yaparız dedim, eniştelere söyle gitsinler, durum hakkında bilgilendirsinler, kararı öğrensinler ve meseleyi bitirip gelsinler, diyerek ekledim.
Adana ya gelmeden planlamıştım, kimlerin dünürcü gideceğini, Miktat Sevim hocam, Şaban beyin babası Hacı Mustafa emmi, yani yedi, sekiz kişilik bir ekip, dirayetli, tuttuğunu koparan ve aynı zamanda saygın olan insanlardı.
Hocamdan müspet sözünü alan ve şahsıma kefil olan, bu muhterem insanları, unutmak, dua etmemek, hizmetlerinde kusur etmek, ne mümkün Allah işlerini asan eylesin ve hayırlı kısmetler versin inşallah.
Sağ olsun enişte beyler gitmişler, izah etmişler, onlarda dinlenmişler ve bizim tarafımızdan bir sakıncası yok, demişler.
Ama asıl kararı, Mükremin hoca ve daha da önemlisi, kızımızın onay vermesi ve kanaatini annesine bildirmesi lazım demişler ve Allah hayırlı ve mübarek eylesin dualarıyla göndermişler.
Hocamlar da, bizimkilerde problem çıkmadığı için sevinmişler ve daha sonraki zamanlarda, nikah ve nişan gününü tespit etmek için ayrılmışlar.
Nihayet mütevazı bir programla nişan ve nikah işlemlerimde bitmişti, artık ben hayatımı birlikte ve müşterek olarak idame ettireceğim bir eş bulmuştum, fakat henüz eşimi tanıma ve görme fırsatı bulamamıştım.
Hiç unutamam ablamlar da oturuyordum, ablam Mustafa, nişanlını kapıda gördüm bakmak istersen deyince, mahcup bir tavırla acele pencereye fırladım, nişanlımı göreyim diye.
Fakat öyle bir fırlamıştım ki oturduğum yerden, hiç sormayın kafamı pencereye doğru uzatırken, endamıyla ayakta duruyordu.
Omuz hizasından ayaklarına doğru yan vaziyette iplerden bir şeyler alıyordu.
Ancak yüzünün yarısı görebiliyordum, oysa yüz simasını çok merak ediyordum.
Lakin yinede bu kadar bile görmem içime keyifli bir serinlik ve huzur veriyordu, böylece ilk defa nişanlımı görmüştüm.
Fakat bu arada paniğim ve şaşkınlığım peşinden geldi.
Pencere tavana yakın bulunduğundan, ancak kanepeye çıkarak dışarıyı görebiliyordum. Başımı tavana paralel beton kirişe nasıl çarptımsa, gözümün önü karardı, kirpiklerim yaşardı, enişte bey ve ablamın gülmesi de ayrıca beni sarstı, sessiz kaldım, etrafıma baktım, sevinemediğim için mevzuu kapattım.
Yıllarca yaşadığım sıkıntı ve çileler ceremesini göstermeye başlamıştı, iş yerinde dişlerimin ağrısından duramıyordum, aşırı şekilde sancı verdiğinden geceleri uyuyamıyordum, bu yüzdende başımı kaldıramıyordum.
Müessese müdürü Ali Şahan bey, halimi görünce dayanamamış olacak ki bir kart vererek, diş doktoru Hasan Derindere isminde ki beye gitmemi önerdi, tamam dedim gittim doktor beyi buldum ve durumumun vahametini kendisine sundum.
Hasta koltuğuna doktorun söylemesi üzerine uzandım, dişlerimi muayene etti ve nihayet durumu izah etti.
Çürüyen dişim tabii apse yapmış, bir müddet ilaç kullanarak şişliğin inmesi ve intihabın kuruması gerekiyormuş, daha sonra dişim çekilmek üzere doktora yine gelecekmişim,doktor beyi dinledim, söylenenleri anladım ve uygulamak için ne gerekiyorsa hiç aksatmadan yaptım.
Tam bir hafta sonra, dünyamı zindan eden diş ağrılarımdan kurtulmak maksadıyla, doktorun yazdığı ilaçları kullanarak bitirmiştim ve yine doktora gelmiştim.
Dişlerimde ağzımda adeta kayboldu, ağrı sızı az kaldı fakat, doktor mağripten mal bulmuş gibi, dişlerimde bir çok eksiklik sıraladı ve mutlaka dişlerimin yapılmasını tavsiye ederek ayrıca bana danıştı.
Fakat benim bu konuda, bilgisiz olmam sebebiyle çaresiz kalıyordum, söylediklerinin doğruluğunu mukayese edecek bir başka doktor tanımıyordum. Çok acı çekmiştim, aynı acıyı tekrar yaşamamak için her ne gerekiyorsa durmayın lütfen başlayın ve dişlerime çeki düzen verin dedim.
Ama bu arada yapılan işlerin ücretini çok merak ediyordum ve nihayet dayanamadım doktora hesabımın ne olacağını sordum? Doktor gayet rahat bir şekilde önemli değil, gereken ikram neyse yaparız dedi, fakat yinede içim hiç rahat değildi.
Çünkü ben o vakte kadar doktora alışkın birisi değildim, hamdolsun turp gibiydim, tuttuğumu duramaz alaşağı ederdim.
O bakımdan bunların ücretleri nedir, kaça yaparlar hiç bilmezdim ve o nedenle de, haklı olarak bana kaça mal olacağını merak ederim, çünkü dar gelirli biriydim.
Doktor Hasan bey şişman olmayan, gözlüklü, hafif saçları ağarmış, nazik olmaya gayret eden, fakat bünyesinde gizli tuttuğu uyanıklığı deşifre eden, sürekli kalfasına mahkum bir insan gibi tavır sergileyen, borcumun ne olacağını bir türlü söylemeyen ve beni kuşkuya sevk eden, zorda olsa borcumu öğrendiğim bir zattı.
Epey bir zamandır ablama uğramıyordum, biraz sıkılmıştım, tabi bu arada merakımın da çekim kuvveti artmıştı, adeta teyakkuza geçen hislerim, başımın şiddetli ağrımasına rağmen,yinede ablama uğramamı bana icbar etti.
Müsaade alarak biraz sedire uzandım ve bu şekilde hasbi hal ettim, ablam mutfak kısmında biriyle konuşuyordu, kulağımı kabarttım, ahenkli hoş bir ses tonu, kulağımı okşadı.
Tahmin etmiştim bu konuşan nişanlımdı.
Kendisiyle hiç bir şekilde konuşmamış olsak bile, fevkalade içten, samimi, nazik, utangaç ve kendinden emin bir tarzda ifadelerini icra etmesi, oldukça dikkatimi çekmişti ve içimden sevinerek beğenmiştim.
Ablam rahatsız olduğumu söyleyince,sağ olsun kendiside halimi hatırımı sormayı ihmal etmedi ve onu benden esirgemedi, böylece anlamış oldum ki, duygu, çekince ve ödevi birbirine karıştırmayarak, gereğini ifa etti, müteşekkir kaldım.
O an elimde olmayarak canlanmıştım, adeta şifa bulmuştum, ağrıyı sızıyı hatırlamıyor o an unutmuştum, sineme akan bir sevinci ve huzuru hiç masrafsız buluvermiştim.
İşler yolunda gidiyordu, o günün şartlarında gündemi yıllarca uzak kaldığım İslami kaygılar oluşturuyordu.
Öyle ki ülkenin ve dünyanın masaya yatırarak araştırmaya aldığı Kuran ayetleri, bilinen ve bilinmeyen yönleriyle İslam ve Müslüman kimliği, birileri tarafından sürekli araştırılıyordu.
Amerika birleşik devletleri, süper bir güç olarak baş edemediği ve dünyanın gözü önünde hüsrana uğradığı illegal eylemleri sebebiyle madara olmuştu.
Bu eylemlerin mihrakını oluşturan odağı, tavizsiz kişiliğe haiz bulunan şecaat sahibi Müslümanları tespit ederek manipüle etmek en önemli bir görevdi.
Bu insanları koşturan, korkusuz kılan, şehit olayım diye sıraya girdiren ulvi sebebi ve inanç kararlılığını kendine göre bir şekilde mutlaka deşifre etmeliydi.
Canını ve mal varlığını gözlerini kırpmadan feda eden ve bu kimliği şereflerin en üstünü sayan, bu insanlara sebat etmeyi, şecaat ve sadakat göstermeyi, her varlıklarını tasattuk ettirmeyi öğreten, öğütleyen, sürükleyen ne olabilirdi, nasıl bir inançtı bu, hiç vakit kaybetmeden mutlaka bilinmeliydi.
O bakımdan bu nasıl bir güçtür diyerek, gece gündüz düşündüğü, bütçe ayırarak araştırdığı ve dolayısıyla neşter vurmak için uğraştığı en önemli argümanlardı.
Ayrıca bir daha asla bunlara fırsat tanımamak maksadıyla, ön tedbirleri alarak, içine düştüğü, aşağılayıcı ve dünya devletlerinin gözlerinin önünde kaybolan, itibarını ve saygınlığını yeniden kazanmak en büyük arzusuydu.
Hatta açık bir biçimde tehdit edenler ve benzerlerine emsal oluşturacak hangi unsurlar varsa tespit edilerek, ivedi olarak karargahlarının ve güçlerinin derhal ortadan kaldırılması sağlanacaktır, bu çalışmaları iş birlikçileri vasıtasıyla yaparak, halk tarafından suçlanmayı bir müddet öteleyebileceklerdir.
Her türlü İzemleri bir tarafa bırakarak, stratejik araştırma merkezini ve tüm potansiyel gücü bir tek hedefe odaklamak ve bu hedefi her halûklarda çökertmek.
Desise ve entrikalar üreten, sürekli işbirlikçi halkasını geliştiren, bu işbirlikçilerini o ülkelerin başına yönetici getiren, her an ve zaman içinde bu kuvvet dengesini elinde tutarak, itaati daimileştirenlerr30;
Ülke içinde yaşanan ve işbirlikçileri tarafından yasaklanan, özellikle fertlerin can alıcı noktasından hareket ederek, insan hak ve özgürlüklerini kısıtlayan ve bu amaçla toplumun nabzını kontrol edenlerr30;
Dolaylı yoldan bu ülkeleri kınayan ve mazlum insanların güya hamisi kesilen ve bu amaçla kendine yapay olarak, taraftar edinen bir gizli savaş ve uğraşanlarr30;
Dünya para politikasını yönlendirerek, beyin göçleriyle elde ettiği teknolojik hakimiyeti, diledikleri gibi tasarruf ederler, o nedenle de maalesef acıdır ki.
İstedikleri ülkeyi, kendi elleriyle değil de, işbirlikçileri marifetiyle yönetirler, beğenmedikleri zaman değiştirirler ve özellikle sürekli bağımlı olmalarını sağlamak maksadıyla, kaos çıkartarak yokluğa mahkum ederler.
Çünkü refah düzeyine ulaşmış toplumlar, genellikle düşünen, sorgulayan, yön veren ve üreten konuma gelirler, o nedenle kendileri bakımından stratejik öneme haiz ülkelerde bu fırsatların oluşmasına hiçbir zaman izin vermezler.
İşte dünyanın gözünde aşağılanmış, bir süper gücün bunlara fırsat vermesi düşünülebilir mi.
Ülke insanlarının asimile olmasına, kültür yozlaşmasına, aidiyet sorununa kapı aralar, kendi ülkelerini hürriyetler diyarı olan bir mekan diye sunarak, böyle tanıtırlar.
Yazılı ve görsel medyayı, ablukasına almayı katiyen ihmal etmezler ve her ne istiyorsa, istediği mesajları, rahatlıkla verirler.
Geçim derdiyle yorgun düşmüş insanlara,körpe dimağlara,duygusallığın hakim olduğu arenalara,zevk ve eğlencelere daldırmak, baktırmak, ne gösteriyorsa onu düşündürmek, kesinlikle başka bir şey asla değil ,böylece kavgasız bir şekilde hedefe ulaşmak.
Bütün dünya ülkesi insanlarının hayalini süsleyen, o ülkeye gitmekle gururlanan ve öğünen, ülkelerin beyin göçünü kendi geleceği için kaçınılmaz gören ve sürekli tespitler yaparak ve bu değerde bulunan insanlara, kapı aralayarak.
Kendi ülkesinde, hiçbir zaman elde edemeyeceği, imkanları sunarak, cazibesine dayanılmayacak hala getirirler.
İşte süper güce ulaşmanın temel mantığı, her zaman ve zeminde güçlü olmanın şartlarını irdelemek, bunu en iyi şekilde değerlendirmek ve bu fırsatları her halûklarda ve ne pahasına olursa olsun mutlaka muhafaza etmek.
Süper güçler koşullarını oluşturarak, dünya pastasından pay alacak ülkeleri belirlemek, ne kadar alacaklarını tespit ederek hadlerini bildirmek ve yetindirmek.
Dolayısıyla bu amaç ve uğurda, ittifaklar oluşturmak, bu bakımdan da her yaptığı sömürüye, zulme ve gaspa meşruiyet kazandırmak.
Yaptıkları ittifaklarla üye olacak ülkelerin, bağımlılığını artırmak ve masraflarını, dolayısıyla insan gücünü bu ülkelerden karşılamak.
Bu oluşuma veya teklife karşı gelen ülke liderlerini, yok ederek veya ajan ve işbirlikçileriyle ayaklanmaları tertipleyerek, güçten düşürerek bir anda ve hain ilan etmek.
Halkının gözünde mükemmel olan bu insanlar, maalesef hukuktan yoksun mahkemeler tarafından, suçlu bulunarak idam edilmelerini sağlamak, dolayısıyla bir daha buna cüret gösterecek olanları ilelebet yıldırmak.
Önlerini açmak adına ülke yönetimine kendilerine kronik bağımlı, pasifise olmuş, ilke ve hedeflerden yoksun, şeref ve haysiyetten arınmış fertler ve kukla liderler tayin etmek.
Mamafih bu ülkelerin, on yıllık dilimler halinde, kimler ve nasıl bir yönetimle idare edileceklerini hesaplayarak, oluşumları kaçınılmaz yapmak.
Ülke insanlarının tefekkür etmek, irdelemek, üretmek ve bir oluşum sürecine girmelerini önlemek nedeniyle, bazen toplum huzursuzluğu, bazen parlâmento erozyonu, bunlara göre asla kaçınılmazdır.
Çoğu zamanlar, bu insanların az bir paha karşılığında, arenalara toplanmaları amaçlanır, bu sebeple galeyana gelmeleri ve biriken potansiyel enerjilerini, kendilerinin tayin ettikleri mekanlarda tahliye etmeleri sağlanır.
Kronikleşmiş dertleriyle baş başa kalmaları ve mecalsiz, takatsiz bir şekilde bağırmalarına göz yumarak, şayet aşırıya giden olursa, karakolda bir ay kendine gelemeyecek biçimde, sorgulanıp tutuklanarak, perişanlığa düşürülür.
Daha olmadı mahkeme gününü bekleyerek, cezaevlerinin en olumsuz koşullarını solutarak, yaptığına, yapacağına bin pişman bir vaziyetle, sabrı yudumlayarak, henüz çıkmadan hürriyetti duygularında teneffüs ederek mahzunlaşır, bu insanlar.
Tabi ki aile fertlerinin durumu, devleti hiç alakadar etmez, bu sebeple de bir insanın haklı eylemi, bütün aile bireylerini kapsayarak onları da çileye mahkum eder.
Böyle badireler yaşamış bir insan, hiç kalkışır mı bağırmaya, eylem yapmaya, dertlerini anlatmaya, böylece aman efendim, bana değmeyen yılan bin yaşasın dedirtmek zorunda bırakırlar.
Yılanlar sahipleri tarafından terbiye edilir veya uyuşturulur, yani asli varlığına müdahale edilerek, etkisiz hale getirilir.
Bu nedenle, yılanı yılan yapan asıl vasfı ortadan kaldırılır ve o bakımdan bunu bilen bir insan asla yılandan korkmaz.
Ancak bilmeyenler için, hala korku unsuru olarak kalacaktır, korkutanlar değil de korkanlar, tavırsızlığı içlerine sindirenler.
Bu biçimde bir hayat yaşamayı, fazilet addedenler, yılanlardan daha korkunç ve zehirli olduklarının fakına,hiçbir zaman varamayacaklardır.
Yılanı korkunç ve ürkütücü yapan unsur aslîyeti ve aidiyetidir.
İşte yılanın asliyetini tahrip edenlerde, senin gibi insanlardır, sen bu insanlara fırsat verdiğin vakit!
Hayrın kadar şecaatin, yani cesaretinin ve sende bulunan cevherin, farkına varamaman ve bu idrake ulaşmaman için, sürekli seni uyutuyorlar, meşgul ediyorlar ve dolayısıyla böylece seni senden uzaklaştırıyorlar.
Fakat sen yılanla eş değerde olamazsın, zira sen yılana yön veren konumdasın, çünkü sen eşrefi mahlukatsın, yemeğe ihtiyaç duyduğun kadar, uyumaya, hava almaya, pisliklerden arınmaya kadar ne varsa tabii ihtiyaçların!
Bizzat onlar kadar karşılamaya, araştırmaya, bilgi sahibi olmaya, fikir ve çözüm üretmeye, öğrendiklerini uygulamaya, toplumla birlikte solumaya ve oluşumlara katkıda bulunmaya, asliye tini düşünerek seferber olmalısın, en azından buna aday olmalısın.
Yoksa sen acze düşmüş, kendini unutmuş, tebaa olmaktan, sürüklenmekten, yok olmaktan kurtulamazsın, sen seninle birlikte yok olacaklara seyirci kalamazsın, buna hiçbir şekilde hakkın yoktur, kesinlikle bunu bilmelisin.
Tam altı ay nişanlı kaldık, böylece yanlışlar yapmadan birbirimizi tanımaya çalıştık, kayın pederim olan Mükremin hocam ve kayın validem hacca gitmişlerdi.
Büyük kayın biraderim olan ve aynı zamanda Bedir camisinde, imamlık yapan Ramazan hocamda, kayın pederimle birlikte aynı evi paylaşıyordu.
Son derece anlayışlı, tahammüllü bol olan, sevgi dolu, emeğini esirgemeyen evli ve bir çocuğu bulunan, güzel ve gür sesini her fırsatta cömertçe arzu edenlere sunan bir insandı.
Nişanlımın küçüğü ve benim küçük kayın biraderim olan Ali hocamda, İmam hatip lisesinde okuyan, çalışkan, duygusal, kanaatkar, futbolu çok seven, fakat bunu babasından gizleyen, başı yumuşak, itaatkar çok sevdiğimiz bir genç arkadaştı.
Baldızlarım Emine ve Kamile de, Alinin küçükleri olan, evin sevimli, hizmet ehli, nişanlıma halı dokumasında katkıları bulunan kızlarıydı.
Kayın validem, titiz, temiz, becerikli ve sürekli bir işle uğraşan, kanaatkar, hayır öğütlü, ibadetine düşkün, hiçbir zaman şikayetçi olmayan, oldukça sabırlı bir hanımefendidir.
Mükremin hocamın evi, adeta bir imalathane gibi, her hafta bir karyola halısı dokunuyordu, bayanlar kendi kıyafetlerini dikiyorlar, asmalardan üzümler sarkıyor, salçalar kaynıyor, aş makarnalar kesiliyor, peynirler basılıyor,asma yaprakları kışlık olarak basılıyor, patlıcan, biber kurutuluyordu.
Hocam hiç boş durmuyor,boş zamanlarında bal ve halı satıyordu.
Hülasa on nüfusu barındıran bu ev, tek bir memur aylığına bağlı kalmıyor, şartları zorluyor, gıda konusunda sınır tanımıyordu, o kadar çok misafir geliyor ki, köyden, şehirden hepsine de yemek ve meyveler ikram ediliyordu.
Hizmet ehli hocam katiyen yılmıyor köyden, şehir dışından gelen dost ve akrabalarına hanesinin kapısını açıyor, onları yatılı misafir ederek, konaklama ihtiyaçlarını karşılıyor ve gidecekleri adrese refakat ederek işlerini bitiriyordu.
Hocamın bu denli gösterdiği tahammülü, sabrı, hizmeti, sahaveti şehir şartlarında yaşayan, ayrıca on nüfusu bulunan, fakat sanki bir çocuk sahibiymiş gibi, neşesinden, ibadetinden ve metanetinden hiç taviz vermeyen bir kimlik sahibi.
Bereketin ne demek olduğunu özümsemem, anlam bütünlüğünü bu hanede görmem, araştırmaya gerek duymadan idrak etmem, benim için oldukça yeterli bir sebeptir ve ayrıca bunu bizzat yaşayarak terennüm etmem bulunmaz bir nimettir.
Hiç unutmuyorum; bir gün baldızlar kayınvalidelere gelmişler, aş makarna kesmeye karar vermişler, annemize sürpriz yapalım demişler ve böylece hamuru yoğurmanın başına geçerek bir kıvama getirmeyi başarmışlar.
Daha sonra hamurun üzerine bir örtü serilerek, kuvvetli bir şekilde hamurun üzerine çıkarak çiğnemek ve açmaya uygun kıvama getirmek gerekiyormuş, Ramazan hocama ve bana bir şekilde, kuvvetli olduğumuz düşünülerek, ihtiyaç hasıl olmuş, burada bulunmamız bize olan talebi kolaylaştırmış.
Hamurun üzerine çıktık çiğnedik durduk, haylice de huzurluyduk, neşeli şen ve şakraktık, aniden elektrikler gitti, karanlıkta kaldık, ne yapacağımızı şaşırdık, karanlıkta her kez birbirine bakındığını hissediyordum zira, iş yarım kalamazdı.
Yan binalara baktık, lambalar yanıyordu, o zaman burada bir problem vardı, fakat elektrikten kimin anladığı bilinmiyordu, hatta anlayanda yoktu.
İnşaat elektriği kullanıyorlarmış, bu bakımdan binaya çekilen kabloda bir sorun olduğunu tahmin ediyordum, büyük bir ihtimalle kablonun kabuğu inceldiğinden şase yaptığını düşünüyordum.
Lakin mesafenin uzunluğu ve oldukça yüksekte bulunması, ayrıca karanlık olması, tedirgin olmamız için yeterli sebeplerdi, çünkü anlamadığımız bir işti.
Fakat çok karanlıktı, hiç bir ışık görünmüyordu, kablo nerede bilinmiyordu, oldukçada yüksek bir mevkide olması cabasıydı.
Uzanarak havada bağlantı yapmanın zaruretini düşündüm, etrafıma bakındım, eniştem ve kayın biraderim Ramazan hoca vardı, lakin bu işe kimse talip olmadı.
Öyle ya oyuncak değil ki bu elektrik işi, şakası dahi olmazdı alır devirirdi, üstelik bir şey göremiyorsun ki kim neylesin.
Bir müddet sonra bulunan mumlar yakıldı, mumun verdiği ışıkla, hamur işine devam edilmesi denendi, fakat netice alınamıyordu, bu şekilde çok geç kalınıyordu, birileri ortaya çıkıp ben yaparım demeliydi, çünkü her kez çaresiz kalmıştı, bayanlarda sessiz bir şekilde bulunanlardan medet bekliyorlardı.
İş verimi çok düşmüştü, neşenin yerini sükunet almıştı, elektriğin ne zaman geleceğini bilseydik ümitlenirdik.
Saat 21,15 i gösteriyordu hala çözüm bulunamamıştı, bir usta bulsak ki derhal çağırsak, bu manada her şey olumsuz gelişiyordu,hanımların mahzunlaşması ağrıma gidiyordu, mutlaka birilerinin çıkıp bu riski göğüslemesi gerekiyordu.
Ramazan hocam o dallara hiç basmıyor, enişte bey sanayici olmasına rağmen ben anlamam diyordu, dolayısıyla bu işi çözmek mecburen bana kalıyordu.
O halde hemen vakit kaybetmeden çözmeliydim ve uzun zaman alacak bu uğraştan hanımları mutlaka kurtarmalıydım.
Acele bir şekilde aşağıya indim, kablo istikametini belirledim, acele mum istedim gelmesini bekledim, yüksek yere çıktım, şar telin indirilmesini söyledim.
Mum geldi, getirene dikkat ettim nişanlımdı ve ortalık pek karanlıktı.
Nişanlımla rahat konuşmanın tam zamanıydı, ama ne mümkün iş bekliyordu ve bunun sırası değildi, farklı anlaşılır kaygısıyla, hal hatır dahi soramadım, sadece teşekkür ederek kendisini uğurladım.
Mumu yaktım, kabloya uzandım, nihayet kabloyu yerde bularak uzanıp elime aldım, bıçağı hazırladım, kabloyu uçlarından soyarak sıyıracaktım, kablo kabuğunun maksadı, korumak ve kamufle etmek olduğundan asıl öznesi dahilde bulunmaktaydı.
Doğal olarak kıyafetini çıkartıp, tamir için hazır hale gelmesi gerekiyordu, asliyeye ulaşmak için.
Nihayet asıl aktif bağlantıyı yaparak, yeniden telin üzerini bandajladım ve yeniden enerji verilmesini temin ederek, aidiyetinin yerine getirilmesini ifa edecektim.
Hazırlığımı tamamladım, mumu ağzıma aldım, kollarımla uzandım, kablo bağlantısını yapıyordum, yanan mumu dudaklarımla tuttuğum için, eriyen mum aktıkça sakalıma doğru nüfus ediyor ve tabi olarak donuyordu.
Ben acele ederek işlerin biranda bitmesine gayret ediyordum, bu bakımdan başkalarından haberdar değildim lakin açık olan camdan gülme sesleri geliyordu.
Bir baktım ki, benim ve düştüğüm komik halime katılarak gülüyorlardı.
Ben onlara tepki veremiyordum çünkü, yanan mum ağzımda bulunuyordu, dolayısıyla nasıl gülebilirdim, sonunda iş tamamlanmıştı ve şar telin kaldırılmasını söylenmiştim.
Evet nihayet zorda olsa elektrik arızası işini tamir yaparak, lambaların yanmasını sağlamayı başarmış ve böylece çok rahatlamıştım ve hemen şu meşhur cümleyi hatırladım.
r0;Bilgi insanı kuşkudan, iyilik acı çekmekten, kararlı olmak korkudan kurtarırr1;, deyimi ne büyük bir tecrübenin eseri olduğunu daha iyi kavradım.
Yukarıya eve çıktım neşeyle ve gülücüklerle karşılandım, aynaya baktım ki, henüz genç denecek yaşta olmama rağmen, sakalıma akan mum yüzünden bir anda ihtiyarlamıştım, sakalım beyazlaşmıştı.
Allah ömür verirde yaşarsak, yıllar sonra geleceğimiz bu hali, şanslı olduğunuzdan siz bu günden gördünüz diye söyleyince çok hoşlarına gitmiş olmalı ki epey güldüler, bende bu arada boş durmadım tabi gülenlere iştirak ettim.
Böyle muhabbetli,coşkulu ve az maliyetli üretime kimler talip olmaz ki.
İstanbul dan rahmetlik amcamın hanımı yengem geldi, kendilerini haylice özlemiştik, çok sık görüşme imkanımız olmadığından, dağarcığında biriken bir yıllık anılarını, dinleyerek ,duymadıklarımızı, bilmediklerimizi yengem sayesinde öğrenme fırsatını buluyorduk.
Hal hatır ve hoş beşten sonra, yengem içini çekerek r0;ah Mustafa ahr1; deyince şaşırdım ve hemen dikkat kesildim, hayırdır yenge diyerek sorunca, duymadın mı dedi, bende neyi diyerek tekrar soru ile cevap verdim.
Bursar17;daki fabrika iflas etti, kapandı gitti deyince öyle çok şaşırdım, bunun nasıl olduğunu merak ederek durmadan sorular sordum.
O kör olasıca Sabri var ya dedi, elinden tutup adam ettiğimiz, fabrikayı emanet ettiğimiz pis mendebur fabrikayı mahvetmiş, işçiler dağılmış, Mehmet usta denen o ahlaksız serkeş adam hovarda çıkmış, işe bakmamış, çalışan masum kızları ayartmış, sürekli karı, kız peşinde koşuyormuş dedi bir solukta.
Yengemden böyle argo kelimeleri duymam, durumun ciddiyetinin hangi noktada olduğunu anlamama yetiyordu.
Yengem konuşmaya devam ederek sen ne olduysa çok sinirlenmişsin, kimseye sormadan, hiç bir şey söylemeden fabrikayı bırakıp Kayseri ye gelmişsin.
Osman abin, senin yokluğunu çok aramış, çalışanlara sormuş, onlarda senin gayretlerini ve fedakarlığını anlatmışlar, başkada orada neler olup bittiyse hepsini, olduğu gibi anlatmışlar.
Fakat senin hiçbir günahının olmadığını, sana Sabri ve Mehmet ustanın çok haksızlık yaptıklarını ağabeyine anlatmışlar.
Fakat senin yaptığın katkıları geç anlamışlar hiçbir suçun, kusurunda yokmuş, Osman ağabeyinin Sabrir17;den duydukları hep iftiraymış, üstelik fabrikada senin gayretlerinle ayakta duruyormuş deyince yengem, inanın çok üzülmüşüm fakat Cenabı Hakka da hamd ettim.
Boşa söylememişler ya büyükler!
r0;Alma mazlumun ahını,çıkar aheste ahester1; diye.
Artık düğün hazırlıklarını yapıyorduk,amcazadelerim olan Osman abi ve yaşıtım Mehmet yanlış bir anlama nedeniyle, kendilerinin yerine annelerini göndermişler, yengemde gene ne söyledin ki kızdırdın abini diye söylenince.
Peki yenge ben anlatayım sen dinle ve o zaman değerlendir bakalım, hak kiminle olacak, diyerek anlatmaya başladım.
Osman abime telefon açtım ve gayet nazik bir üslup ile düğüne davet etmek maksadıyla, diyerek sözlerime daha bitirmeden!
Mustafa ne düğünü, nereden çıktı şimdi bu, deyince canım sıkıldı, bak Osman ağabey ben size evleneyim mi diye sormuyorum, diyerek sözlerime devam ettim.
Dikkat buyurun düğünüme davet ediyorum, bu ne demek yani Mustafa deyince, benim ne zaman evleneceğime siz değil, ben ve ailem karar verir dedim ve devam ettim ayrıca şunu da belirtmek isterim ki, ağabey!
Düğünümüzde içki bulunmayacak, kullanılmasına da müsaade etmeyeceğim, neden bunu söylemeye gerek duydun diye sorunca.
Biliyorsun ki Fitnat ablamın kocası İbrahim bey, yıllarca bana senin düğününde mutlaka rakı içeceğim derdi, o bakımdan her hangi bir tatsızlığa meydan vermemek için, durum hakkında bilgi veriyorum dedim.
Peki ya mutlaka içeceğim diye ısrar ederse ne olacak diye sorunca, bende o zaman şimdiden kanaatimi bildireyim, bu konuda ısrar edenleri davet etmiyorum dedim.
Osman abimde sağ olsun, sizlere nasıl anlattı bilemiyorum, Fitnat ablamda, beyi de çok gücenmişler ve dolayısıyla düğünüme gelmeyeceklermiş, neyse sağlık olsun diyerek konuyu kapattık.
Düşünüyorum; böyle bizzat şahsımla ilgili bir konuda nasıl toleranslı davrana bilirdim, buna hakkım ve yetkim hangi ölçülerde olabilirdi, böyle bir oluşuma katkıda bulunabilirliyim?
Alkol günümüzde, düğünlerin vazgeçilmez şartlarından sayılıyor ve enteresandır ki o gün, yani düğün gününde milli içeceğimiz sayılan ayran, alkol kadar tüketilmiyor.
Kullananlar hangi maksada binaen kullanıyor, insanı sıhhatli düşünmekten alıkoyduğu biliniyor, ağrasif tavırları kaçınılmaz yapıyor, düğün düzenini ve davetlileri, orada bulunanları oldukça rahatsız ediyor ve ayrıca kaçırıyordu.
Kullananlar genel olarak sevinçlerini teyit etmek için, manasızca silah kullanıyorlar, nara atıyorlar ve neden gerek duyarlarsa, güç gösterisini de ihmal etmeyerek yapıyorlar.
Maalesef, düğün sebebiyle kimsede müdahalede bulunarak seslenemiyordu, dolayısıyla iş çığrığından çıkana kadar seyirci kalınıyordu çoğu kez.
Mutlaka istisnalar da vardır, içenler ağızlarına ne aldıklarının farkındadır, hareketleri sakin ve oturaklıdır, belki de o an başka hülyalardadır.
Fakat; birey Müslüman bir kimliğe sahipse, kimliğinin kendine yüklediği her türlü sorumluluğu, yerine getirmek ve yaşamak durumunda ise, buna da mecbursa, o bakımdan asla kayıtsız kalamaz, seyirci olamaz, böyle bir oluşuma katiyen katkıda bulunamaz.
Yoksa yalnızca ismen tabelalaşmak, hiçbir anlam ifade etmez, bir saç levha olarak, hava şartlarına göre sallanmak, kişiliksizliktir.
Direnç ve mukavemetini sahibinin pekiştirdiği vida ile sağlamak, güneşte solmak, rüzgarda yıpranmak, yağmurda paslanmak ve dolayısıyla, tabela olmak!
Manadan yoksun, estetiği sinesinde taşımayan, cazibesi kalmayan, mahalle çocuklarının taş atma hedefi sayılan ve sadece kuşların konaklama yeri olan bir tabela.
Başka bir ifadeyle;
Kendine dahi faydası dokunmayan, yaşadığı hayattan yılan ve bıkan ve hatta korkan ve o nedenle de sürekli güçsüz ve zayıf kalan.
Çaresizlikten şaşıran, güç bulmak için içkiye, esrara sarılan, fakat her geçen gün kaybolan, herkesin acıdığı, kınadığı, kaçmaya çalıştığı ve hatta yitip yuvarladığı bir belirsizliği taşıyan, kimlikli tabela.
Ve kaybolmuş fakat bulunan, lakin okunamayan bir kimlik, ne işe yarar ve ne çare olursa, ancak o kadar faydası dokunan ilkesiz, mesnetsiz, hedefsiz ve o nedenle de belirsiz bir hayatın tabelalaştığını düşünün.
Hatırlayın, değil mi günü birlik yaşadığımız bu hayatta, karşılaştığımız, şahit olduğumuz, fakat çare olmaktan uzak kaldığımız ve yinede hala bu belirsizliklere kapı araladığımız...
Bulunduğumuz çevrede, katıldığımız etkinliklerde, kimlik sorunu her zaman karşımıza çıkmıyor mu, bu sorunlar, fertlerin problemi değil mi?
Her insan, üzerine düşen sorumluluğun farkında olsa,keyfiyet ve mecburiyeti ayırsa, toplu olarak yaşanılan mekanlarda, saygı ve duyarlılık ön plana çıksa, egolarımız bir müddet rafa kalksa, kimliğimizden ne eksilir?
İştirak edilen veya bulunulan ortama müspet ve kabul gören katkımız olsa, fedakârlık ve anlayış öncelikli olsa, daha iyi olmaz mı, bunlar yapılamaz mı, düşünen insanlar bunu başaramazlar mı?
Yeter ki samimi olalım, kendimizi avutmayalım, neyi niçin yaptığımızın farkına varalım, neticesinin muhasebesini bir yapalım.
Hayat devam ediyor ve o nedenle de, neslimizin geleceğini katiyen unutmayalım, elimizden geldiği kadar katkıda bulunalım, yanlışa adettir, töredir diyerek uymayalım ve uygulayana yardımcı olmayalım.
Taklitten sürekli mukallit olmaktan oldukça kaçınalım, bunları uygulamak çok mu zor, başarılamaz mı,bunlara alternatif olacak pozitif yenilikler yapılamaz mı?
Bunları önemsemediğimiz vakit tekamülün, terakkinin, sosyal açılımların ne anlamı kalıyor şöyle bir samimi düşünelim.
Değer yargılarımız, değişmez sandığımız, mümkün görmediğimiz, hayrete düştüğümüz onlarca örf hızlı değişim sürecinde dumura uğradı.
Sormadan, ne derler acaba demeden, mali yönümüzü düşünmeden, geleneklerimizi önemsemeden, küreselleşme adına öyle bir değişim yaşanıyor ki!
Ulaşım, koordinasyon ve teknolojik yenilikler sebebiyle, mıknatıs gibi adeta seni, sana bırakmadan çekiyor,direniyorsun,gücün kalmıyor,takatsiz kalıyorsun acındırıyor.
Bizler yeniliklere ve değişime hazırlıklı olamadığımız veya anlamadığımız için, bir süre tepki göstersek de, netice değişmiyor, yani bir şekilde kabul ediyoruz, kullanıyoruz ve uyguluyoruz, dolayısıyla müeyyidelerimizi bu şartlara göre tespit etmek zorunda bırakılıyoruz..
O zaman demek ki, zemin ve sıhhat şartları incelenerek, sosyal dengeler gözetilerek, yöresel asabiyetler terk edilebilir.
Onun yerine daha güzel, evrensel oluşumlara paralel olarak, konunun ön yargısız, bilgiyi tarafsız kuşanmış, halkı için ilim yapmış, toplumunu dışlamamışlarr30;
Milletini iyi tanımış, milletinin tarihini özümsemiş, gelişimini sosyolojik olarak incelemiş, halkının tepkisini, kutsallarını ve dünyadaki mevcut değişimi ve bu sürece katkıda bulunan ülkelerin, gerekçelerini ülkesi adına tahlil edenlerr30;
Sathın stratejik temayüllerini, en güzel biçimiyle inceleyerek tespitler yapmak, ayrıca ve en önemlisi de, tarihin ibret derinliğinden ivme kazanarak gayret edenlerr30;
Toplanan bilgileri ve oluşan projeyi, insanı, çevreyi ve ekonomiyi bilen uzmanlar kurulunun tartışmasına açmak, adına uğraşanlarr30;
Sempozyum, panel, açık oturum ve anketlerden oluşan, araştırma, etüt, inceleme ve çözüm üretme merkezlerinin kararlı ve tarafsız olarak denetimlerini artırmak, ayrıca bu merkezlere daha fazla yatırım yaparak, imkanlarını çoğaltmak, için çalışanlarr30;
Bu oluşuma halkın katkısını ve katılımın takibini yaparak, reaksiyonu ve aksiyonu sükunetle tahlil ederek, mukayese etmeyi başaranlarr30;
Tespit edilen, popülist yaklaşımları ve tahrik unsurlarını, ayrıca arşiv oluşturup değerlendirerek, ortaya çıkan projeyi mihenk nedeni saymakr30;
Ülkenin cumhur başkanı, devletin başı olması nedeniyle;
Bu teşekkül edilecek kurulu, o makama bağlayarak atama, görevden alma yetki ve sorumluluğunu bırakmak.
Meclisin bu kurula olan ilgisi ve katkısı oy bakımından referans sayılarak;
Muhtarların ve belediye başkanlarının, yatırım ve inceleme konusu projelerini özellikle seçmelerini sağlamak ve cazip projeye katılım zeminini oluşturmak ve bu konunun önemine vurgu yapmak asıldır.
Sürekli düşünmek, irdelemek, muhakeme etmek ve çözüm üretmek bireyler için tabi olan hasletlerdir.
Bende tabi olan ne varsa onları yapmak istiyorum, farklı bir şey değil, dolayısıyla her kez yapıyor benimde yapmam gerekiyor diyemem.
Düğün hazırlıkları olanca hızıyla devam ediyordu, düzen düzmek için öz mesture ve tesettür giyim ismi ile çalışan mağazalardan ihtiyaçları aldık, mütevazı olarak elimizden ne geliyorsa karşılıklı konuşarak düzen işini anlayışla hallettik.
Davetiyeleri bastırdım, çerezleri aldım, her işe ben koşturuyordum, mali yönden son derece kısıtlı bir bütçem vardı.
Öyle ki, gelin konvoyu için tuttuğum taksilerin parasını ödeyecek durumda değildim, onun için gün evveli taksi durağına giderek ön anlaşmamı ve ödeme programını konuşmuştum.
Hülasa eğer ben evlenirsem, evlenemeyecek hiç bir insan tanımıyorum demiştim, daha zorunu görmediğim için.
Çünkü yük tamamen benim üzerimdeydi, o günlerde Cenabı Hakkın yardım ve inayetini her zaman gördüm.
Düğünde yemek verilecekti, onun hazırlıkları ve malzeme alımları yapıldı, nihayet her bir hazırlık tamamlanmış, yeni çıkan sorunlar son derece hızlı biçimde çözüme kavuşturuluyordu.
Düğün herhangi bir salonda değil, evimizde yapılıyordu, yemeklerde arka bahçemizde dizilen masalarda ikram ediliyordu.
Bacılarım, yakın akrabalarım mutfak işlerini gayet güzel götürüyorlardı, seri olarak yemeklerini yiyenler kalkıyor, diğer misafirler oturuyorlardı.
Kına gecesi dini motiflerle yapılıyordu, karşı komşumuz Ağırnaslı Ahmet amcaların evine misafirler alınmıştı.
Hacı kılıç cami imamı Veli hoca ve düven önünden hastane caddesine dönüşteki solda bulunan cami imamı Mehmet Gacır hoca ile beraber ilahiler, kasideler ve sohbetlerle devam ediyordu.
Bizim evde hanımlara tahsis edilmiş, orda da benzeri uygulamalar yapılıyordu, sülalemizde ve mahallemizde ilk defa böyle farklı bir düğün olgusu gelen misafirler tarafından görülüyordu.
Alkol yoktu, çalgıcılar bulunmuyordu, nara atmak, güç gösterisi yapmak, bay, bayan karışık oturmak ve oynamak imkanı yoktu, oldukça sakin ve sükunetli geçiyordu.
Kınalar geldi dualarla yakıldı, sağdıç ve arkadaşlarım sağ olsunlar görevlerini ihmal etmediler, her zaman fedakarlık gösterdiler.
Nisan ayının dokuzuncu gününde, düğün konvoyu hazırlıklarını tamamlamış olarak ayrılmışlardı, ben evde kalmıştım.
Bacılarımdan büyük olan Hayriye ablam, gelininin koluna girerek ve babasından teslim alarak şehir turu yaptırmışlar.
Nihayet konvoyun korna sesleri uzaklardan duyulunca, annem ve diğer yakınlarım karşıladılar ve gelinlerinin koluna girerek içeriye aldılar.
Ben bahçenin kenarında duruyordum, pür dikkat bir vaziyette etrafı, oluşumları kolluyordum.
Aynı zamanda uzaktan bakarak, orda bulunmanın heyecanını, keyifli bir şekilde deruhte ediyordum.
Cenabı Hakka şükürler olsun ki, düğünümüz huzurlu bir şekilde, vukuatsız ve dualarla nihayet bulmuştu.
Babamın bir oğlu olduğum için, babamlarla beraber kalıyorduk, dolayısıyla aynı evi paylaşıyorduk.
Mütevazı, huzurlu ve hayatı dolu olarak yaşamaya başlamıştık, boş vakitlerimizde bahçemizi belliyor, ekiyor, sitil yapıyor, çapalıyor, ayrık otlarını temizliyor ve çaylarımızı yudumluyorduk.
Ben aynı işyerinde çalışmaya devam ediyordum, epeydir görüşemediğim gazete temsilcisi Zeki efendi;
Artık bu işi daha fazla götüremeyeceğim memleketim Edirne ye gideceğim, gel şu temsilcilik işini sen yürüt dedi.
Ben gazetecilikten ne anlarım ki temsilcilik görevini üstleneyim,dedim.
Sonra milli gazete abone sayısı 150-200 adet civarındaymış, bu rakamla büro kirası, dağıtıcı parası, kısacası masrafların çıkması mümkün görünmüyordu.
Dolayısıyla evimizi nasıl geçindireceğimiz belirsizdi.
Zeki efendi gazete bayisinde epey borç biriktirmiş, abonelerde güven kalmamış, sabit bir büro tutulmamış, şimdiye kadar temsilcilik ticarethanede yürütülmüş, yani temsilciliğin cazip olan hiçbir tarafı bulunmuyordu.
Fakat bir tarafta da bizim gazetemiz diye sahiplendiğimiz, bir gazetenin içler acısı durumu beni çok üzüyordu.
Çevremden, tanıdığım esnaflardan küçük bir araştırma yaptım, genel olarak yardımımız olsun diye alıyoruz dediler.
Çoğu zaman okumuyoruz bile, demeleri beni ayrıca çok şaşırtmıştı, çünkü günlük bir gazete mutlaka ihtiyaç olduğu için okumalı ve bu maksatla alınmalıydı.
Hiç unutmuyorum, Şerafettin Elmas taşr17;ı ve Hüseyin Ekinciyi bu arkadaşlar gazeteye abone olmamışlardı,uğraştık fakat yinede yapamamıştık.
Gerekçeleri ise tespih çekmeye ancak fırsat buluyoruz, onun içinde gazete alıp okumuyoruz demişlerdi ve bende çok şaşırmıştım zira hiçte inandırıcı gelmemişti.
Hüseyin Ekinci bir iş hanında halı ticaretiyle uğraşıyordu,Şerafettin Elmastaş ise Şaban beyin fabrikasının duvarlarını örüyordu.
Ben zikir etmenin,tespih çekmenin veya kitap okumanın günlük bir gazeteyi okumakla ne ilgisi var, hala anlayabilmiş değilim.
Yaptığım araştırmalarda bu gazetenin piyasa şartlarında prestij kazanması ve özellikle zihinlerde oluşan olumsuzluklardan temizlenmesi gerekiyordu.
O nedenle kararımı verdim,çalıştığım iş yerinden ilişkimi kestim ve bir hafta süreyle gazete nereden alınıyor,nasıl dağıtılıyor tespitlerini yaptım.
Abonelerin kimler olduğunu, iş ve ev adreslerini, bizzat bisikletle gezerek gazeteyi abonelere dağıttım ve böylece işi öğrenmiştim, dolayısıyla bu havayı teneffüs ederek, abone ve dağıtıcının psikolojik ortamını deşifre etmiştim.
Hemen acilen bir büro tutmam gerekiyordu, koltuk, masa, ne gerekiyorsa telefon dahil, bu zamana kadar hiçbir şey mevcut değildi, zira gazetenin kayseri temsilciliği adressiz olamazdı.
Hülasa bir temsilcilik bürosunun oluşumları için masraflara ve bunun için bizde bulunmayan paraya ihtiyaç vardı.
Ben kişilik olarak dost ve ahbaptan para istemeyi, borç olarak talepte bulunmayı, pek beceremem onun için talebimi bir müddet tehir etmeyi uygun görürüm ve şartlarım müsait olunca istediğimi gerçekleştirirdim.
Fakat bu iş geciktirilemezdi, zira günlük ve sürekli koşturmayı gerektiren bir iş tercihiydi, her kim işlerinin takip ve tespitlerinde, işinin gereklerini yerine getiriyorsa, başarıda aynı istikamette neticesini vereceği belliydi.
Sabah saat,7,30 civarında abonenin eline günlük gazete geçmiyorsa, saat,11.00 veya öğleden sonra geçiyorsa, o gazeteyi ve okuyucusunu bir düşünün.
Gazete bayilerinde saat 8.00 den önce gazete bulunuyorsa, aboneler neden dört saat sonra gazetesini okusun, üstelik Pazar gününün gazetesini de Pazartesi günü okumak zorunda kalsın.
Bu sorunların niçin düşünülmediğini ve neden çözümler üretilmediğini anlamak hiçte zor değildi.
Sorunların en önemlisi olan, günlük gazetenin dağıtımı yapılamadığı vakitler, İstanbulr17;dan gazete gelmedi diyerek, suçu gazetenin merkezine havale edilirdi veya neden gazete iki günde bir geliyor dendiği zaman, abonelerden paraları toplayamadığımız için, bayiden gazeteyi alamadık diyerek, kendilerinin güya masum olduklarını ima ederlerdi ve böylece işin içinden çıkarlardı.
Birde hiçte hoş olmayan, nezaket kurallarına asla uymayan biçimde, burçak dağıtımın sahibi Mustafa beyi gıyabında, özellikle milli gazetenin dağıtılmasını engellemekle suçlayarak, abonelere şikayet edilirlerdi.
Oysa ki dağıtım şirketi bir ticaret hanedir, siz müeyyidelerinizi yerine getirdiğiniz zaman, şirket para kazanıyor, neden size engel çıkartsın!
Sur iş hanının ikinci katında bir büro kiraladık, arkadaşım diş doktoru Orhan Aslanlaş beyin manevi katkıları her zaman olmuştur.
İslam mobilya isminde, mobilya imalathanesi bulunan sevdiğimiz güzel insan Hamdi Kamberli bey sağ olsun, senet karşılığında büroya koltuk takımını ve acele ihtiyaç duyulan her ne varsa almıştık.
Artık bizim gazetenin de şehrimizde bir temsilciliği vardı, hem de şehir merkezinde bulunuyordu, Hunat camisinin karşısında bulunuyordu, o bakından adresi ve ulaşılması çok kolay olan bir mekandı.
Şehrimizde temsilciliğini yaptığımız gazetemiz, artık abonelerimize erken saatlerde ulaşıyordu.
İki kişiden oluşan dağıtım ekibini ve dağıtımda kullanacakları bisikletlerini satın alarak, bu arkadaşların abonelere yetişmelerini kolaylaştırmaya çalıştık.
Gazete ve dağıtımın ne demek olduğunu, aksamaların nelere sebebiyet vereceğini, lakaytlığın ve umursamazlığın çalışanı saf dışı bırakacağını anlatıyordum.
Böyle bir iş dalı olduğunu izah ederek, elemanları böyle yetiştirerek, yeni abonelerin kaydını yapıyor, ayrıca sorunları dinlenerek tespiti ve çözümleri üretilmeye çalışılıyordu.
Temsilci olmam sıfatıyla, daha önceleri yıpranan ilişkileri, düzeltmek maksadıyla Java motorumla gelerek, ana bayiden gazeteyi bizzat kendim alıyordum.
Saat kaçta biliyor musunuz? sabah 04.30 veya 04.45 civarında, Ankarar17;dan kamyonla gazeteler gelir ve hemen tasnifi yapılırdı.
Ben kendi gazetemi alarak büroya giderdim, elemanlar gelene kadar abone tasnifini yaparak, dağıtılmaya müsait hale getirirdim.
Her güne böyle başlardım, gazetecilik mesleği çok farklı bir iş koludur, zeki, çalışkan, fedakar ve sabırlı olmayınca neticeye de ulaşmak gayri kabildir.
Ana bayi ye ben değil de görevli arkadaşı göndersem, en ufak bir sorunda gazeteyi alamadım diyerek geri geliyor, ne oldu, niye ,neden, sorularına dahi sıhhatli cevaplar alamıyorduk.
Gözlerinden uyku akıyordu zavallıların, böyle işin en can alıcı vaktinde çalışan birey, zinde ve görev bilincinde, rızkının peşinde olamazsa, başarıda o nispette zayıf olur elbette .
Böyle bir insan, o saatte gözüne ilişen önemli bir parayı bulsa, inanıyorum ki gözleri fal taşı gibi açılır, uyku falan kalmaz, bunun sebebi nedir illaki belli.
O an bulunan para, her anda kaybolur, yok olur, ter dökmeden, emek vermeden elde edilen her şey bir şekilde buharlaşır.
Dolayısıyla acıkmayan bir insan, oburluğundan eline geçen her yiyeceği, hiçbir sınır tanımadan yiyebiliyorsa, böyle bir insanın irade ve istidat duyarlığı kaybolmuştur.
Binaenaleyh bu gazetecilik mesleği araştırmayı, tahmini, refleksleri, bilgiyi ve en önemlisi de hızı çok sever.
Plan, prensip ve iş disiplini dahilinde zor günleri aşmıştık, çalışan arkadaşların maaşları, günlük giderler ve kira parasını şimdiye kadar kimseye söylemediğim!
Fakat şu an sizlerle paylaştığım, sevgili eşimin göz nuruyla ilmek ilmek,her sırasında besmele çekerek!
Sabahları erkenden kalkarak, beni yolcu ettikten sonra, aile bütçemize katkıda bulunmak için,oturup dokuduğu halıyı satarak karşılıyordum.
Bunu kimse bilmiyordu, ne yiyoruz, nasıl geçiniyoruz, masrafları neşelik de karşılaşıyoruz kimse tarafından merek edilerek sorulmuyordu, zannedilen ise çalışan herkese gazeteden maaş geldiği veya karşılandığı noktasındaydı.
Oysa ki hiç alakası yoktu, ne maaş, ne gazete hiçbir şey yoktu, sadece reklam alınırsa onun bir kısmı veriliyordu.
Daha önceleri İstanbul dan belirli sayıda gazete geliyormuş, fakat bunu da yasal olmadığı gerekçesiyle ana bayi engellemiş, çünkü taahhütleri öyleymiş.
Ben abone sayısını artırmak için çok çalışıyordum, bir Java motorum vardı, on iki ay üzerinden hiç inmezdim, bu bakımdan oldukça hızlı ve dakiktim.
Cenabı Hakka şükürler olsun ki, 150-200 olan abone sayımız 1200 adeti bulmuştu.
Her gün okurumun eline gazetem ulaşsın diye, 11adet olan abonemi, mağdur bırakmamak maksadıyla, motorumla her gün bu11 gazeteyi her gün Taksana götürürdüm.
Bu götürdüğüm gazetelerin, benzin masrafını karşılaması mümkün değildi, fakat ben gazeteyi götürürken şu düşünceyi taşıyordum.
Sıladan, gurbetten, dünya insanlarından sıcak haberleri maksatsız bir ölçüde yazan, çözümler sunan, aynı zamanda eğiten bir mektup veya dostlardan geleceği merakla beklenen haberler ve hareket yelpazesinin bir pusulası olarak telakki ediyordum.
Gazetemiz adeta şaha kalkmıştı, sosyal ve kültürel amaçlı hediyeler vermeye başlamıştı.
Bunlardan halı seccade, battaniye ve üç aşamalı, oldukça güzel kalarmatikler, bunlar aynı zamanda kupon karşılığı verildiği için, fiyatının çok altında okuyucuya ulaştırılıyordu.
Dolayısıyla oldukça hareketli ve yoğun bir şekilde çalışıyorduk, şehrimizdeki gazetecilerin gündemine girmiştik, başarılarımız konuşulmaya başlamıştı.
Ben birkaç gazeteden teklifler almıştım, beraber çalışalım diye fakat bu tekliflerden daha çok beğendiğim, ana bayilik yapan ve Burçak dağıtımın sahibi olan Mustafa beyin şahsıma iltifatta bulunmasıdır.
Dünya gazetesinin temsilciliğini almamı teklif etmesi ve ısrarcı olması benim için önemli bir olaydı.
Teşekkür ederek teklifini geri çevirdim, çünkü biz bu işleri görev ve hizmet bilinciyle yapıyorduk.
Başka türlü izahı mümkün olabilir mi, hiçbir kazancı olmayan, masrafları cebimizden çıkan, böyle bir işe kimler sahip çıkar ki!
Halı seccadeler gelmişti, üç renkti, en çokta yeşil rengi tercih ediliyordu.
Fakat o rengin sayısı sınırlıydı, tarafımdan yapılması gereken, çuvalların ağzını tam açmadan, sıraya giren herkese, rengini dahi görmeden, kısmetine düşeni almasını sağlamaktı, böylece gayet güzel ve uyumlu gidiyordu, itirazlar kesilmişti.
Bu konuda o kadar titiz davranıyordum ki, bacım dahi geldi, o da herkes gibi kısmetine düşen rengi alarak ayrılmıştı.
Yine bir gün dağıtım devam ediyordu, gürültü duyuldu, elemanlara hayırdır ne oldu diye sorunca, sırayı ihlal ederek öncelik ve ayrıcalık isteyen, biraz tanıdığım, kentimizin elektrik kurumunda çalışan, Abdullah isminde mülayim görünen, aslında hiçte öyle olmadığını hareketleriyle ispatlatan bir insan tanıdım.
Konu neymiş bu beyefendi kardeşimiz, istediği rengi almak durumundaymış, sebepte kendisi bu davanın insanıymış, yani olay bu kadar basitmiş.
Dinledim, sakinliğe davet ettim, örnekler gösterdim, hala ikna olmuyordu,çuvalın içinden beğendiği renge bakarak alacakmış, kabul etmem mümkün değildi, şimdi gidinde başka bir gün, daha sakin olarak gelin dedim.
Fakat ne mümkün, ikna olmuyordu, ben kişilik olarak kavgaya, gerginliğe müsait yapıda bir insan değilim, sakinliği ve huzuru daha çok severim.
Baktım ki insanlar galeyana gelecek, adamı tepeleyecekler, dayanamadım müdahale ettim, derhal burayı terk et, yoksa aşağıya atarım seni diye bağırdım.
Adam şaşırmış olmalı ki, gözlerime baktı ve hiç seslenmeden bir adet halı alarak, kafasını sallayarak bunu unutma, sana gösteririm der gibi kafa sallayarak ayrılıp gitti.
Bizim arkadaşımız olduğunu söyleyen bu enteresan insan, bize göre yanlış tutumuna göz yumulmadı diyerek selamı ve konuşmayı yıllarca kesti, bir mecliste karşılaşırsak bile hala kinle,husumetle bakıyor.
Ne enteresandır ki, bu insan yıllarca, Hak geldi, batıl zail oldu diyebiliyordu, ne hazindir ki, ben samimiyetine kesinlikle inanmıyorum, böyle bir insanla paylaşacak, ortak bir paydam bulunamazdı.
Gazetenin genel merkezinden İstanbulr17;a davet edilmiştik.
Her ay mutat olarak, il temsilcileri toplantısı yapılıyordu, o nedenle de epeydir gitmediğim fetih ve dünya kenti olan şehre yine gidiyordum.
Terminalden otobüsle ayrılmıştık, yanımda oturan arkadaş, kalabada bulunan kireç fabrikasında çalışıyormuş, elektrik mühendisi olduğunu öğrendiğim bu insan, orta boylu, biraz kumral ve konuşmaya müsait bir yapıya sahipti.
Epey sohbet yaptık, bazen uyukladık, zamanla çaylarımızı yudumladık, yolda seyir halindeydik.
Aracın kaptanı iki koltuk önümüzdeydi, arkasında oturan bayanla öyle sulu bir sohbete dalmıştı ki, tüm yolcular dikkat kesilmiş onları dinliyorlardı.
Aracın arka koridorundan bir adam geldi ve şoföre doğru yönelerek,ön kapının basamağında ayakta duruyordu, niçin orada durduğunu doğal olarak merak ediyordum, bu yüzden dikkat kesilerek bakıyordum, mavinden ikinci kaptan olduğunu duyarak öğreniyorum.
Bu arada araç aniden öyle bir sarsıldı ki, ön kapının orada duran ikinci kaptan, kolunu ve başını şiddetli bir şekilde ön göğüse çarptı, tabi olarak yaralandı ve kanın aktığı ön koltukta oturanlar tarafından görüldü.
Bu arada aracı sıkıştıran olmamış, önüne çıkan yokmuş, lastik patlamamış, çukur çıkmamış, peki ne oldu da araç böyle aniden sarsıldı, diye merak ederken!
İkinci kaptan kızarak geldiği yöne doğru ilerliyordu, tabi meseleyi tahmin etmemiz çok zor olmadı.
Meşhur kaptan bey, ikinci kaptanın boşta olduğunu anlayınca, direncini ölçmek için böyle bir eyleme kalkışmış, ne diyelim kaptanların duyarlılığını böylece panik yaşayarak anlıyoruz.
Haliç köprüsüne doğru yaklaşıyoruz, hava oldukça sisli, yerler çiğ düşmüş yaş ve tabi olarak kaygan, bizim kaptan için bu tehlikeli durumlar hiç fark etmiyor, sağ olsun arkasındaki bayanla, sohbete devam ediyordu, gülüyorlar, kahkaha sesleri geliyordu.
Artık sabrım kalmadı çok rahatsız olmuştum, ayağa kalktım şoföre ve bayana müdahale edecektim, kendine gelmelerini söyleyecektim, yanımdaki arkadaş, Mustafa bey gel boş ver, zaten az bir yolumuz kaldı dedi.
Kararlıydım, birilerinin keyfi uğruna, daha fazla rahatsız olamazdım, önümüzdeki koltuktan tutarak ilerliyordum ki, birden şoförün feryat ederek bağırdığını ve otobüsü durduramadığını fark ettim.
Kaptan arkasında oturan enteresan bayanla, yaptıkları muhabbetten dolayı dikkati dağınıktı, bu sebeple haliç köprüsünde kitlenen, trafik kazalarını hiç fark etmemiş, çok geç kalmış.
Frene dokunmuş ama ne mümkün, araç durmuyor kayıyor, hızda zaten mevcut, mübarek sanki kör gibi vardı, demir yüklü kamyona arkadan güm diye vurdu.
Şiddet ve sarsıntı oldukça fazlaydı, ön camlar kırıldı, direksiyon eğildiği için kaptan sıkışmış bağırıyordu.
Yol boyunca şoförün konuştuğu, fakat kimin nesi olduğu belirsiz bayanın, ağzı kanıyordu,fakat bu arada bağırarak terliğini arıyor, yolculardan ağzı, burnu kanayan, kolu kırılan oldukça fazlaydı, takriben kırk civarında araç birbirine girmişti.
Devrilen, deposu delinen, can çekişen, araçların altında kalan, çok sayıda insan vardı, aman ha sigara yakmayın benzin ve mazot depoları patlar diyerek anons yapıyorlardı.
Benim en çok dikkatimi çeken, seyir halindeyken, kimseyi umursamayan, kaptanla lâkırdı yapan bayanın, bir anda şoförü en büyük hain ilan etmesiydi.
Şoför can çekiştirirken, kemerinden aşağısına direksiyon kitlenmiş kıvranıyordu, yardım istiyorken, yol arkadaşı meçhul bayanının, bunları gördüğü halde, umursamadan sarsıntı nedeniyle, şoförün yanına düşen terliğini almak için, benden yardım istemesiydi.
Kaptanın feryadını duyarak, ben ne yapabilirim diye düşüneceğine, hiçbir öneme haiz olmayan terliğinin derdine, düşmesine ne demeliydi.
Dayanamadım, bağırıp durma behey kadın! Eğil ve dizini kır, terliğini şu aradan al, demek durumunda kaldım.
Fakat seyir halindeyken, bir hanımefendi gibi olabilseydi, tabi ki bende hiç tereddüt etmeden, terliğini alır kendisine verirdim.
Elimizden ne geliyorsa esirgeyemezdik, herkese yardıma koştuk, daha sonra kaza mahallisinden ayrılarak, gazetenin top kapıdaki, genel merkezine gitmek için, hedefime doğru yöneldim.
Ben genel merkezi iyice tanımak ve kanaat sahibi olmak için geziyordum,elimi yüzümü yıkadım yemek haneye çıktım ve çok şaşırdım.
İnsanın midesiyle alakalı bir mekanda bir tebessümü, neşeyi veya hoş geldiniz, nasılsınız demek hasletlerini hiç göremedim, adeta buharlaştığını, rafa dahi kalkmadığını yakinen gördüm.
İnanır mısınız, kadavra salonuna mı geldim acaba, diye kendime soru yönelttim, buz gibi bir mekan, muhabbet hiç yok, sanki bunlar dilleri yabancı insanlar, bakımsız odalar beni daha çok hayali sukuta uğratmıştı.
Toplantı vakti gelmişti, bizleri bir salona aldılar, salondaki atmosfer, diğer yerlerde gördüğüm kadar, soğuk değildi, tam tersi bir oluşumdaydı, umduğumuz kadar olmasa da kadavra salonu kadar da değildi.
Sadece bir fark vardı, ilk tespitlerim çalışanlar üzerindeki kanaatlerimdi, ikinci tespitlerim ise idarecilerden oluşan kadrodan ibaretti.
Yine bir çok soru ünlem işaretleri, bir anda zihnimi işgal etmişlerdi.
Gazetenin genel merkezindeki toplantıyı, sahibi durumundaki yönetici Mustafa Karahasanoğlu yönetiyordu.
Ülkü Kumral, Halil Gölve, Necdet Kutsal, Hasan Maden ve bir çok isimlerini yazamadığım yazar bulunmaktaydı.
Mustafa Karahasanoğlu bey açış konuşmasını, tespit ve tavsiyelerini yaparken en çok dikkatimi çeken, mimik ve ifade şekliydi, sanki karşımızda Erbakan hoca oturuyordu onu dinliyorduk.
Başarılı olan il temsilcilerine, söz hakkı veriliyordu.
Kendi illerinde ne gibi bir çalışma yapmışlar ki böyle bir başarıyı yakalamışlar, bu açıdan çalışmaları hakkında, anlatımları sağlanarak diğer temsilciler bilgilendiriliyordu.
Anlatılanların temsilcilere örnek olması ve çalışma prensipleri tarafımızdan özetleniyordu.
İl temsilciliğinde Kayseri, başarı sıralamasında üçüncü şehir seçilmişti.
Mustafa Karahasanoğlu bey özellikle, Kayseri temsilciliğinin, benden önceki tiraj durumuyla ve şimdiki durumun mukayese edilemez, olduğunu söylemesi, beni ayrıca sevindirmişti.
Ve benin için en önemlisi de başarı sıralamasında, ilk iki sırayı paylaşan il temsilcilerinin açık hesapları bulunurken,üçüncü olan Kayseri temsilciliğinin açık hesabı bulunmuyordu.
Bu rahatlık içinde, gazetenin daha çok başarılı olması için, yaptığım tespitleri ve temsilciliklerdeki temel problemleri sıralamıştım, haklı bulundum bu nedenle ilgililer notlarına kaydettiler.
Bizler için çok verimli bir toplantı olmuştu, artık ayrılma zamanı gelmişti.
İstanbul da ikamet eden ve amcamın oğlu olan yaşıtım Mehmet, sağ olsun her gittiğimde yakinen ilgilenir, elinden geleni esirgemez ve böylelikle beni ihya ederdi.
Mehmet beni top kapıdan uğurladığında Mehmetr17;i ve anılarımı düşünüyordum.
İstanbulr17;a ilk gelişimdi, Osman ağabeyimin düğünü vardı, o nedenle davetliydik, sevgili babam tek amcalarıydı.
(devamı nakşeden izler 5 te)
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.