CEVİZ
Akşamüzeriydi, caminin duvarına yaslanıp oturduğunda, güneş battı, batacaktı. Ayaklarına kara sular inmişti. Yorgunluktan neredeyse ağlayacaktı. Bir hafta olmuştu, evinden uzaktı. Yılmaz, eşi ve eşinin ailesi tarafından evden kovulmuştu. Yaklaşık iki aydır işsizdi. Tam bir hafta olmuştu, çok sevdiği oğlu Zafer’i göremiyor, sarılıp öpemiyordu. Yoldan geçen insanlara bakıyor, onlara özeniyordu. Hepsinin bir işi vardı. Telaş içindeydiler. Akşam olunca evlerine, çocuklarına koşuyorlardı.
Biraz oturunca sandığından daha fazla yorulduğunu anladı. Ayakları sızlıyordu. Bir haftadır, orda burada, parklarda yatıyordu. Sabahtan akşama kadar da iş arıyordu. Buğun yine çalmadık kapı bırakmamıştı. Eve geri dönmek istiyordu. Bunun için mutlaka iş bulmak zorundaydı. Yoksa karısı onu eve almazdı, biricik oğlunu da göstermezdi. Bunca yıl birlikte olduğu, sevdiği karısı, iki aydır işsiz diye, ailesiyle bir olup onu kapı dışarı etmişti. Hem de çocuğundan kopararak. Oysa Zafer onun her şeyiydi.
Bir an önce güneşin batmasını istiyordu, kuytu bir köşede uyumak için. Ama güneş inatla batmıyordu. Öylece asılı kalmıştı sanki. Bir ara gözü, yolun kenarındaki küçük bir cevize ilişti. Zor da olsa doğruldu. Cevizi yerden aldı. Oğluyla oynarlardı cevizle. Oğlunu hatırlatmıştı ceviz. Zafer henüz üç yaşındaydı. Bayılırdı babasının cevizle yaptığı numaralara. Babası avuçlarında kaybederdi cevizi, Zafer’in omzundan çıkartırdı. Bir anda gözlerinin önüne oğlu geldi. Şişman kırmızı yanaklarıyla ve masmavi gözleriyle ona bakıp gülüyordu. Şimdi yanımda olsaydı diye düşündü. Ne güzel oynardık cevizimizle. Sonra birden karısı geldi gözlerinin önüne. Zafer’i çekti aldı elinden. Yılmaz birden sinirlendi. Avucunda sımsıkı tuttuğu cevizi hızla yere çarptı. Cevizin çıkardığı o çat sesiyle kendine geldi. Çevredeki insanların kendisine baktığını fark edip utandı. Başını öne eğdi. Hava kararıyordu artık. Cevizi aradı yine gözleri. Ceviz ayaklarının arasında öylece duruyordu. Hayret etti. Cevizi yere öyle sert vurmuştu ki, kırılmamasına şaşırdı. “Çetin ceviz”miş diye düşündü. Sonra cevizi eline aldı yine. Hava kararmıştı artık. Elinde cevizle bir süre öylece kalakaldı.
Gözlerini kapatıp uyumak istedi, uyuyamadı. Oğlunu özlemişti. Elindeki cevize bir daha baktı. Sonra iki avucunun arasına aldı. Uyumalıydı. Ama gözlerine de uyku girmiyordu. Cevizi iki avucumun arasında bastırdı. Avuçlarının içi acıdı. Ama ceviz kırılmadı. Sonra cevizi alıp hızla yere çarptı. Ceviz çat diye ses çıkarıp iki adım öteye sıçradı. Ceviz yine kırılmamıştı. Kendi kendine güldü. Bir cevizin bile hakkından gelemediğini düşündü. Biraz da kızdı. Cevizi alıp ayağa kalktı. Bu defa, yukarıdan daha sert bir şekilde cevizi yere çarptı. Ceviz yine kırılmadı. Kızmaya başlamıştı. Eğildi, bir hışımla cevizi yerden aldı. Duvarın dibine gidip cevizi yere koydu. Ayağıyla bastırdı. Bütün kuvvetiyle yüklendi. O küçücük ceviz kırılmıyordu. Sinirlenmişti. Hatta öyle ki, cevize küfür etmeye başlamıştı.
Saat epey olmuştu. Hava soğuktu, sokaklarda kimse kalmamıştı. Cevizi tekrar yerden aldı. Elleriyle bir daha sıktı. Olmuyordu, olmuyordu, olmuyordu. Yorulmuştu. Ceviz kırılmıyordu, kırılmadıkça hırslanıyordu, meraklanıyordu.
Sonra birden aklına geldi. “Tabi ya nasıl düşünemedim” dedi kendi kendine. Hemen bir taş aramaya koyuldu. Taşla rahatlıkla cevizi kırabilirdi. Küçük bir taş alıp, cevize vurmaya başladı. İlk denemesinde başarısız oldu. Taş küçüktü, üstelik elleri de titriyordu heyecandan. Tekrar denedi. Yine başaramadı. Elleri titriyor, kalbi küt küt atıyordu. Cevizin kerametine inanmaya başlamıştı. Heyecanını yatıştırmak için biraz bekledi.
Saat gece yarısına geliyordu ve sokak lambasının ışığı sokağı tümden aydınlatıyordu. Ay dolunay şeklindeydi. Gökyüzünde birçok yıldız vardı. Sol elinin işaret parmağı acıyordu. Üçüncü denemesinde de taşı eline vurmuştu.
Cevize her vuruşunda içine bir kuşku düşüyordu. Bu küçük ceviz, niye kırılmazdı ki. Kerametli diyordu, kendi kendine. Bu ceviz kerametli.
Yılmaz elindeki küçük taşla cevizi kıramayacağını anlamıştı. Yol kenarına köşelere bakındı. Taş arıyordu. Bir yandan da kendi kendine gülüyordu. Ceviz de ne kerameti olabilirdi ki. O da diğerleri gibi bir cevizdi işte.
Oğlunu düşündü. Şimdi ne güzel uyuyordur. Kırmızı yanakları tombul tombuldur şimdi. Ceviz elindeydi. Bir anda cevizi kırmaktan vazgeçti. Onu götürüp oğluna verecekti. Sabah ilk işi bu olmalıydı. Hem bu vesile ile oğlunu görebilirdi. Sevinmişti kendi kendine. Bu sevinci kısa sürdü. Karısı geldi gözlerinin önüne. Eve alınmayacağını ve oğlunu göremeyeceğini çok iyi biliyordu. Doğru ya işsiz bir adamın bir eşe ve çocuğa sahip olmaya hakkı var mıydı? Gözleri doldu bir anda, neredeyse ağlayacaktı. Kızıyordu kaderine. Ama çaresizdi. Sinirlendi yine, cevizi avuçlarının arasında sıktı. Kıracaktı, başka çaresi yoktu. Artık emindi bu ceviz kerametliydi. Hızla büyük bir taş aramaya başladı. Duvarın dibinde iki yumruk büyüklüğünde bir taş buldu. Elindeki taşla cevize vurdu. Taş cevizin yanına değdi, sıçrayıp gitti. Ceviz inatçıydı. Kızmamalıydı, kendine hakim olmalıydı. Öyle ya; kerametli ceviz pat diye kırılır mıydı hemen.
Saat gece yarısını çoktan geçmişti. Sokakta bir tek Yılmaz ve küçük ceviz vardı. Cevizi yerden aldı. Ceketinin iç tarafıyla iyice sildi. Böylece ceviz kaymayacaktı. Cevizi yere koydu. Taşla bir hamle daha yaptı. Ceviz yine kaydı gitti. Çok öfkelendi Yılmaz. Cevizi sımsıkı tutup, taşı vurmaya başladı. Ceviz sıçrayamıyordu. Farkında bile değildi. Kendinden geçmiş bir halde vuruyor, vuruyor, vuruyordu. Tırnakları ezilmiş, kırılmıştı. Bir yandan vuruyor, bir yandan bağırıyor, bir yandan da ağlıyordu. Cevizin kırılmayışına kaderine ağlıyordu. Çok yorulmuştu. Bitkin düşmüştü. Dermansızdı, elleride kan içindeydi. Sırtını duvara yasladı. Oracıkta sızdı kaldı.
Sabah olduğunda cevizi çoktan kırmıştı. Tam beklediği gibiydi. O beklediği ışık doğmuştu sonunda. Cevizin içinden kerametli olduğuna inandığı bir para çıkmıştı. Artık çok rahattı. Hiçbir yorgunlukta hissetmiyordu. Çok sevinçliydi. İlk işi oğluna gitmek olacaktı. Artık onunla her istediğini yapabilecekti.
Ona bir araba alırdı. Bir sürüde oyuncak. Zafer biraz büyümüştür şimdi. Ama yanakları yine kırmızı, tombul tombuldur. Çok neşeliydi şimdi. Karısıda yanlarında olurdu. Bir araba alırlar her sabah şehri baştan sona dolaşırlardı. Hepsi şu küçücük ceviz yüzünden oldu diye düşündü. Cevizi eline aldı. Çocuğunu okşar gibi okşadı. Sonra cebine koydu. Bir anda cebinde başka bir el hissetti. Paniğe kapıldı. Birisi cevizi almaya çalışıyordu. Hışımla ceketini asıldı. Cevizi sıkı sıkı tuttu. İnatla cevizini almak isteyene bakmak istedi. Bir sesle irkildi. Sabah namazına gelen bir ihtiyar uyandırmaya çalışıyordu onu. Bir anda doğruldu. Uyanmıştı. Kaniçindeki eline baktı. İhtiyar Yılmaz’ın elinden tuttu. “Neyin var” dedi. Yılmaz’ı çeşmeye götürüp elini yıkamak istedi. Yılmaz karşı koydu. İhtiyarı iterek yola çıktı. Cevize baktı artık emindi. Bu ceviz kerametliydi, sihirliydi. Kırmalıydı, kıracaktı. Güneş yenice doğmuştu. Kendine boş bir yer aramaya başladı. Hızlı adımlarla sendeleye sendeleye yürümeye başladı. Ceviz elindeydi, yorgundu.
Büyük bir caddeye geldi. Karşıya geçip ara sokaklara dalıp gidecekti. Bir anda ne olduysa cevizi elinden yere düşürdü. Ceviz yuvarlanarak yola savruldu ve yolun ortasında kaldı. Hemen gidip cevizi almak istedi. Bir kamyon sesiyle irkildi. Kamyon cevizi paramparça etmişti. Gözlerine inanamadı. Bacakları titredi. Oracıkta çöktü kaldı. Her şeyi bütün umudu bir anda gitmişti. Dili tutulmuştu sanki hiçbir şey söyleyemiyordu. Kalbi fırlayacakmışçasına atıyordu. Ayağa kalkmak istedi, bir anda başaramadı. Son bir gayretle cevizden çıkacak sihirli parayı aradı, bulamadı. Ağlıyordu, dizleri onu taşıyamıyordu artık. Yıkılmış bir halde caddenin ortasında yürüyordu ki; arkadan gelen arabanın bile farkında değildi. Arkasına döndüğünde artık çok geçti. Arabayla burun buruna geldi. Bir acı fren sesi duyuldu o kadar.
Paramparça olmuş cesedini çevredekiler yol kenarına taşıdılar. Bir saat öncesine kadar hayaller içinde olan adam öylece yatıyordu. Cesedin üzerine bir gazete parçası örttüler. Bundan daha acısı olamazdı. Cesedin üzerindeki gazete, bir gün öncesinin gazetesiydi. Gazetenin baş haberinde bir gün önce boğazına ceviz kaçırıp ölen, küçük Zafer’in dramını yazıyordu. Baba oğul aynı kaderi başlaşıyorlardı şu an.
İnsanlar geçiyordu cesedin başından, baba oğlun kaderinden habersiz. Sabahın ilk saatleriydi. Sokaklar dolmuştu. Güneş insanlara yeni bir gün vermişti, bazılarından çalarak. Yılmaz’ın paramparça cesedi kaldırımda yatıyordu.