Suç ve Ceza
Hipermarkete girer girmez bir alışveriş arabası alıp giriş kapısının solundaki ilk koridora yöneldim. Niyetim hiç bir yere uğramaksızın doğrudan gıda bölümüne gidip, buraya gelmeden önce evde bir liste haline getirdiğim ihtiyaçlarımı alıp çıkmaktı. Listemin dışına kesinlikle taşmak istemiyordum. Son gelişimde, insan kulağının duyamadığı bir ses çıkartıp böcekleri kaçırtan garip bir alet bile almıştım. Hem de evimde hiç böcek olmadığı halde.
Raflara bakmamaya gayret göstererek son sürat giderken arabanın ön köşesi koridorun tam ortasında istiflenmiş bulunan kutulara çarptı ve en üstte sergilenmiş olan yeşil bir demlik yere düşerek parçalandı. Kırılmış demliğe çaresiz bir şekilde bakarken karşımda birdenbire nereden çıktığını kestiremediğim bir reyon görevlisi beliriverdi. Kısa boylu ve şişko reyon görevlisi, gözlerini yeni uykudan kalkmış gibi kırpıştırarak yere baktıktan sonra elindeki dosyayla birlikte bana döndü.
- Eveeet efendim. Bugün C11 koridorunda ilk vakaya sebebiyet verdiniz. Dört ceza arasında seçim yapabilirsiniz. Bir dakika lütfen, seçenekleri hemen söyleyeceğim size.
Sinirlenerek atıldım.
- Ne cezası canım. Fiyatı neyse öderim, olur biter. Cezasımı olur böyle bir şeyin?
Reyon görevlisi kafasını dosyadan kaldırarak hayretle gözlerime baktı.
- Siz yenisiniz galiba. Buraya ilk defa mı geliyorsunuz? Neredeyse bütün hipermarketler artık bu uygulamaya geçti. Biz sorumluluk sahibi bir kuruluşuz ve müşterilerimizi eğitmek istiyoruz.
Kızgınlığım giderek artıyordu.
- Beni eğitmek size kalmadı herhalde. Böyle bir saçmalık olmaz canım. Ne hakla bunları söyleyebiliyorsunuz anlamıyorum.
Görevli alttan almaya niyetli değildi.
- Bakın beyefendi, girişte işletme kurallarımız asılı. Herşey orada yazılı. Alışveriş için bizi seçtiyseniz o kurallara uymanız gerekiyor. Ayrıca demliği de siz kırdınız, ben değil, bunu unutmayın lütfen.
Sıkılmıştım artık. Ne olacaksa bir an önce olsun diye düşündüm. Nasıl bir ceza olabilirdi ki sonuçta? ‘Tamam tamam’ dedim, ‘ne gibi cezalar söz konusu, söyleyin de seçeyim bari’.
Görevli elindeki dosyanın bir sayfasını açarak işaret parmağını satırların üstünde gezdirmeye başladı. Aradığını bulduktan sonra tekrar bana döndü.
- Ah, evet, koridor C11, düşük fiyatlı mutfak eşyaları. Şanslısınız, cezalar ağır sayılmaz. Ayrıca ilk vaka olduğunuz için dört seçenek arasından seçebilirsiniz. Dördüncü vaka olsaydınız, sona kalan cezaya katlanmak zorunda olacaktınız.
Kafamı iki yana sallayarak söylenmeye başladım.
- Fazla uzatmayın lütfen. Daha alışveriş yapacağım. Zaten bir hayli geciktim.
Reyon görevlisi gözlüğünü düzeltip öksürdü ve sıralamaya başladı.
- Pekala, cezaları sırasıyla okuyorum. Bir:Ellere cetvelle vurulması. İki:Surata tükürülmesi. Üç:Kuyruk sokumuna tekme atılması. Dört:Marketin ortasında ‘ben bir hayvanım’ diye bağrılması. Ne diyorsunuz? Hangisini alalım?
Ellere cetvelle vurulması ile ‘ben bir hayvanım’ diye bağrılması arasında gidip geliyordum. Ama yine de sormadan edemedim.
- Kim tükürüyor? Siz mi?
- Hayır. Bizim mal kabulde balgamı çok ağır bir arkadaşımız var. Genelde ona tükürtüyoruz. Geçenlerde bir müşterinin suratına öyle bir tükürdü ki, adamcağız az kaldı boğuluyordu. Gerçekten tavsiye etmem.
Hemen kararımı verdim.
- Ellerime vurulsun bari, ne yapalım, katlanacağız artık. Kim vuracak peki ve daha önemlisi neyle?
Görevlinin yüzünde sanki bu cevabı bekliyormuş gibi sadistçe bir gülümseme belirdi ve cebinden ikiye katlanmış bir cetvel çıkartarak göğüs hizasında tuttu.
- Ben vuracağım ve bu cetvelle. Lütfen elinizi açar mısınız?
Elimi açıp öne uzatmamla birlikte, hantal görünüşünden umulmayan bir hız ve şiddetle cetveli avucumun tam ortasına patlattı. Gözlerimde şimşekler çakmıştı sanki. Bütün vücudumdaki sinirler, aniden bin volt verilmişçesine titreşip duruyor, tarifi mümkün olmayan bir acı saçlarımın dibinden ayak parmaklarımın ucuna kadar gidip geliyordu. Aynı anda gözlerimden de yaşlar boşanmıştı. Salya sümük ağlayarak konuşmaya başladım.
- Yavaş vursana be, öldürecek misin beni. Böyle vuracağını bilseydim, ‘ben bir hayvanım’ diye bağırırdım şuracıkta. Offff, bu ne yahu, böyle gaddarlık olmazki.
Görevlinin yüzündeki sadistçe ifade daha da belirginleşmişti. Beni sırıtarak yanıtladı.
- Hiç beklemiyordunuz değil mi? Övünerek belirtebilirim ki, ağlatamadığım müşteri şimdiye kadar hiç çıkmamıştır. Lütfen öbür elinizi uzatırmısınız.
Öbür elimi açıp vücuduma bitişik vaziyette tuttum. Hala hissettiğim acı biraz hafiflemeden önce elimi uzatmaya hiç niyetim yoktu. Fakat görevlinin kendi konusunda uzmanlaşmış olduğunu hiç hesaba katmamıştım. Birdenbire elimi kavrayarak öne çekti ve benim herhangi bir tepki göstermeme fırsat vermeden cetveli yarı açık elimin ortasına yapıştırıverdi. Bu seferki acı dayanılmaz derecedeydi. Artık hüngür hüngür ağlamaya başlamıştım. Gelen geçen bana bakıyor, fakat ben bir türlü kendimi tutamıyordum. Görevliye hiç bir şey söylemeden ve önümdeki alışveriş arabasını dirseklerimin arka tarafıyla itekleyerek oradan uzaklaştım. Bu arada cetvelini katlayarak cebine sokan reyon görevlisi arkamdan sesleniyordu.
- Reyon ziyaretiniz için teşekkür ederiz efendim, tekrar bekleriz.
Bir yandan gözlerimi kurulayıp burnumu çekerken, diğer yandan ‘çok beklersin, iğrenç sadist’ diye içimden geçirdim. Nihayet gıda bölümüne gelmiştim artık. Acıdan titreyen sağ elimi dikkatli bir şekilde cebime sokup evde hazırladığım listeyi çıkardım. Küçük kağıt parçasını ancak parmaklarımın ucuyla tutabiliyordum. Listenin en üst satırında ‘pirinç ve makarna’ yazılıydı. Arabayı dirseklerimle yönlendirmeye çalışarak yoluma devam ettim. Ellerimin içi cayır cayır yanıyordu hala. Arabanın nasıl kontrolden çıktığını bugün bile – olaydan beş gün sonra 39 derece ateşle hasta yatarken – anlamış değilim. Koca araç gıcırdayan tekerleklerle, sanki uzaktan kontrol ediliyormuş gibi sağdaki raflara yönelip turşu kavanozlarının tam ortasına büyük bir gürültüyle çarptı ve durdu. Bundan sonra olanları seyretmekten başka bir şey gelmezdi elimden. Raftaki bütün kavanozlar şangır şungur sesler çıkartarak yere düşmüş ve tespit edebildiğim kadarıyla en az üç tanesi kırılmıştı. Ortalığı birdenbire ekşi bir turşu kokusu kapladı. Kaçmak üzere arkamı döndüğümde tam karşımda beyaz önlüklü bir görevli duruyordu ve sağ elinde bana tanıdık gelen bir dosya vardı. Hemen atıldım.
- Tamam tamam. Marketin ortasında ‘ben bir hayvanım’ diye bağıracağım.
Yaka kartından isminin Sedat olduğu anlaşılan görevli başını iki yana sallayarak yanıtladı beni.
- Üzgünüm, fakat bu mümkün değil efendim. Burası L8 koridoru ve bu koridorda işlenen suçlar için böyle bir ceza yok. Ama yine de şanslı sayılırsınız. Bugün bu koridordaki ikinci vakaya sebebiyet verdiniz ve üç ceza arasında seçme hakkına sahipsiniz.
Karnımın içinden boğazıma doğru nedenini anlayamadığım mazohistçe bir his yükseldi. Elimde olmadan böbürlenerek görevliye seslendim.
- Bu bugün benim ikinci cezam olacak. Söyleyin bakalım neler var listede.
Görevli nazik bir şekilde gülümseyerek böbürlenmeme cevap verirken dosyanın ilgili sayfasını açmıştı bile.
- Öyle mi? Bizim için ne büyük bir onur. Bakalım neler varmış. Eveeet, L8 koridoru, gıda malzemeleri. Şanslısınız gerçekten. Çok ağır sayılmaz. Şöyle sıralayalım. Bir:Baştan aşağı bir kova soğuk su dökülmesi. İki:On değneklik falaka. Üç:Kızgın kömürler üzerinde yürüme. Bir de tırnak sökülmesi varmış, ama bu seçenek daha önce kullanılmış. Evet hatırladım şimdi, öğleden önce bir bayanın tırnağını sökmüştük. Çok bağırdı zavallı, sonra ağrı kesici verdik. Alış verişe devam edemedi gerçi ama, gayet iyiydi giderken.
Tüylerim diken diken olmuştu. Ne diyordu bu adam böyle. Kekeleyerek sordum.
- Tı...tı...tırnağı ne...nerede söktünüz? Burada her...herkesin içinde mi?
Görevli ellerini hayır anlamında telaşla sallayarak cevap verdi.
- Hayır efendim, olur mu hiç. Altı kat aşağıda gayet konforlu bir işkence odamız var. İhtiyaç duyulması durumunda ceza işleminden sonra duş bile alınabiliyor. Mini barlı, klimalı ve jakuzili bir işkence odası. İnşallah sizi de bir gün misafir ederiz...Şey, kusura bakmayın, öyle demek istemedim.
Aman allahım, nereye düşmüştüm ben böyle. Şu ceza işini bir an önce bitirip buradan kaçmalıydım. Bu hipermarketlerin böyle uygulamalar içerisinde olduğunu bilseydim zaten adımımı bile atmazdım hiç birine.
Kafamda cezaları tartmaya başladım. İlk elediğim ceza falaka oldu. Bunlar iki cetvel şaklatmasıyla beni yarı sakat bırakabildiklerine göre, ayaklarımın tabanına yiyeceğim on falaka darbesinin bundan sonraki yaşamımda bırakacağı derin izleri düşünmek bile istemiyordum. Büyük bir ihtimalle en az bir yıl tekerlekli sandalyeyle dolaşmak zorunda kalabilirdim. İlk önce başımdan aşağıya dökülecek olan bir kova soğuk su cazip geldi. Fakat dışarıda havanın çok soğuk olduğunu ve kar yağdığını göz önünde bulundurarak bu seçeneği de saf dışı bıraktım. Kendimi bildim bileli çok çabuk hastalanırım ve ağır bir zatürree kapmaya hiç niyetim yoktu. Geriye bir tek kızgın kömürler üzerinde yürümek kalıyordu. O denli zor olamazdı herhalde. Daha geçenlerde Discovery Channel’de izlemiştim. Çok çabuk yürünüldüğü zaman kolaylıkla karşı tarafa geçilebiliyordu. Daha fazla bilgi edinmek amacıyla sordum.
- Kızgın kömürler üzerinde kaç metre yürümek gerekiyor?
Beyaz önlüklü görevli bilmiş bilmiş gülerek yanıtladı sorumu.
- Çok değil, yalnızca on metre.
Kendimi tutamadım ve ağzımdan ‘çüşşşşş’ diye bir ses çıktı. Bir an için soğuk suyu tercih etmek aklımdan geçtiyse de hemen vazgeçtim ve son kararımı verdim.
- Tamam, kızgın kömürler üzerinde yürüyeceğim. Nerede yapacağız bu gösteriyi?
Görevli ‘cesaretinizden dolayı sizi tebrik ederim, lütfen beni takip edin’ diyerek önüme geçti. Gıda bölümünü geride bırakıp ev eşyaları bölümünün yanından kıvrılarak hırdavat bölümüne geldik. Rafların arasında bulunan bir kapıdan geçip depoya benzeyen büyük bir yere girdik. Deponun arka tarafında kamyonların yanaşabileceği bir rampanın yanında düzgün kiremitlerle çevrilmiş yaklaşık on metre uzunluğunda ve bir metre genişliğinde bir alan vardı. Önümde yürüyen görevli rampanın yanında duran adamlardan birisine ‘kömürler hazır mı?’ diye sordu. Adamın yüzünde birdenbire sevinçli bir ifade belirdi ve rampanın öbür tarafına doğru koştururken ‘gelin arkadaşlar, hemen kömürleri getirin, enayinin biri kömür cezasını seçmiş’ diye bağırmaya başladı. Acaba bir hata mı yapıyordum? İçimde yükselen korku ve dehşet dalgasını belli etmemeye çalışarak salakça gülümsemekle yetindim. Bir anda kiremitlerin etrafında 30-40 kişilik bir seyirci topluluğu birikti. Kendimi colosseumda aslanların önüne atılacak bir gladyatör gibi hissediyordum. İki el arabasıyla getirilen kömürler kiremitlerle çevrili alanın içine yayıldıktan sonra görevli bana dönerek ‘ayakkabılarınızı ve çoraplarınızı çıkarabilirsiniz artık’ dedi. Çok sakin görünmeye çalışarak ayakkabılarımı ve çoraplarımı çıkartıp pantolonumun paçalarını özenle dizlerime kadar kıvırdım. Ne denli yavaş davransam da hazırlanmam bir dakikadan fazla sürmedi. On metrelik cehennem parkurunun önünde durup biraz sonra üzerinde yürüyeceğim kömürlere baktım. İçlerinden bazıları kıpkızıl olmasına karşın, çoğu için için yanmaktaydı. Sanki çok sıcak değilmiş gibi. Görevli tereddütümü anlamıştı ve cesaret vermek istercesine bana yöneldi.
- İstediğiniz kadar hızlı yürüyebilirsiniz. Korkmayın gerekli olursa hemen yanık kremi süreriz. Şimdiye kadar kalıcı bir yara olmadı. Gerçi bu cezayı seçen ikinci kişisiniz henüz ama...
Damarlarımdaki kanın donduğunu hissettim. Her neyse, biraz sonra kaynamaya başlayacaktı nasıl olsa. ‘Korkunun ecele faydası yok’ diye düşünerek aniden ileriye atıldım. En geç beşinci adımda beynimin tutuştuğunu sandım. Yalnızca ayaklarımın altı değil, her tarafım yanıyordu adeta. Kömürlerin üzerinde yürümüyor, uçuyordum sanki. Karşı tarafa nasıl geçtiğimin farkında olmadım. Ayaklarım soğuk taş zemine deydiğinde durmayıp koşmaya devam ettim. Duramıyordum ki zaten. Her tarafım cayır cayır yanıyordu. Daireler çizerek koşup durdum uzunca bir süre. Sonra gözüm birdenbire rampanın dışında yağan kara takıldı. Evet, bu benim kurtuluşum olabilirdi. Rampaya koşup hiç tereddüt etmeden bir buçuk metre aşağıda bulunan avluya atladım – pardon atlamadım, örümcek adamı bile kıskandıracak bir hızla uçtum – ve dünya rekoru kırmak üzere olan bir yüz metre atleti gibi otuz metre ilerideki çalıların önünde birikmiş 20 santimetre kalınlığındaki kar tabakasına doğru seğirterek kızgın ayaklarımı buz gibi karın içine soktum. Bembeyaz karın içinden ‘cozzzz’ diye bir ses çıktı ve ayaklarımın etrafındaki kar hızla erimeye başladı. Fakat artık rahatlamıştım. Büyük bir mutlulukla içimdeki ateşin yavaş yavaş söndüğünü hissettim.
Rampada biriken kalabalık kahkahalar atarak bana bakıyordu. Arka sıralardaki 2-3 kişi gülmekten yere düşmüştü. Cezayı atlatmış olmanın verdiği mutlulukla ben de sırıtıp duruyor ve karın içinde gezinmeye devam ediyordum. En sonunda ayaklarım buz kesti ve rampaya yöneldim. Beni yukarıya çekip elime bir krem tüpü sıkıştırdılar. Ayaklarımın altını iyice kremledikten sonra çoraplarımı giyip ayakkabılarımı ayaklarıma geçirdim. Biraz zor olmakla birlikte yürüyebiliyordum hala. Beyaz önlüklü görevli beni deponun kapısına kadar yolcu edip arkamdan seslendi.
- Tebrik ederim, çok iyiydiniz. Kar fikri de harikaydı doğrusu.
Cevap vermeye tenezzül etmeden yeni bir alışveriş arabası bulup satın alacağım malzemeleri toplamaya koyuldum. İnatçı bir karakterim vardır, başladığım işi mutlaka bitirmek isterim.
Bu arada ayaklarım acımaya başlamıştı ve aynı bir deve gibi yürüyordum. Fakat en azından ellerimi yavaş yavaş kullanabiliyordum artık. Kısa sürede ihtiyaçlarımı arabanın içine doldurup listemde son kez göz gezdirdim. Geriye bir tek kalem pil kalmıştı almam gereken. Pillerin üst katta satıldığını öğrenince içimden okkalı bir küfür savurdum. Ayaklarımın altı su toplamaya başlamıştı galiba. Yürümem giderek zorlaşıyordu. Su toplaması nedeniyle boyum mu uzamıştı ne? Herkese tepeden bakıyor gibiydim.
Önümdeki arabaya dayanarak yürüyen merdivenlerden üst kata çıktım. Pillerin satıldığı yeri uzaktan görebiliyordum artık. Bütün ağırlığımı arabaya vermiş bir şekilde yavaş yavaş ilerlerken araba altımdan aniden kayıp hızlandı ve dengemi kaybettim. Yanımdaki sütuna tutunmaya çalıştıysam da beceremedim ve aynı bir kütük gibi ve ağır çekimdeymişçesine öbür yanımdaki dikdörtgen sehpanın üzerine düştüm. Dikdörtgen sehpanın üzerindeki cam benim ağırlığımla havalandı ve üstünde bulunan ağır seramik vazoyu havaya fırlattı. Bundan sonra olanları yattığım yerden bütün ayrıntısıyla seyretme imkanına sahip oldum. Vazo havada 5-6 metre uçtuktan sonra atom başlıklı bir füze gibi kocaman bir televizyonun ekranına saplandı ve öylece kaldı. Altımdaki kalın sehpa camı ise en az 8-9 parçaya bölünmüştü. Zorlukla ve oflaya poflaya doğrulmaya çalışırken güçlü bir kol belimden tutup bana yardım etti. Karşımda, yaka kartında ‘Avni Çelik – Departman Müdürü’ yazılı olan mavi önlüklü bir görevli duruyordu. Ağlayarak yalvarmaya başladım.
- Lütfen Avni Bey, cebimdeki bütün parayı vereyim, kredi kartlarımdan da istediğiniz meblağı çekin, isterseniz senet de imzalarım, fakat beni bir ceza seçmeye mecbur bırakmayın. Ne olur yapmayın bunu, yalvarıyorum...lütfen...lütfen
Avni bey çok kibar ve iyi niyetli bir insandı. Beni yatıştırmak üzere sırtımı okşayarak cevap verdi.
- Sakin olun beyefendi. Korkulacak bir şey yok. Sizin paranızı istemiyoruz. Biz eğitici bir kuruluşuz. Fakat ceza seçmek zorunda da değilsiniz. Bu gibi pahalı ürünlerde tek tip ceza uygulanır zaten.
İçimde bir umut ışığı belirmişti. ‘Nasıl yani, ne gibi bir ceza?’ diye hemen sordum. Yanıtı iki kelimeden ibaretti. Hayatımı değiştiren iki kelime.
- Anal ceza.
İster istemez irkildim. Bu da ne demek oluyordu? Sonra aklıma geldi ve sevindim.
- Küçük çocuklara yapıldığı gibi kıçıma sopa mı atacaksınız yani?
‘Pek öyle sayılmaz beyefendi’ diyerek kulağıma eğildi ve anal cezanın anlamını kulağıma fısıldadı. Dehşet içinde kalmıştım. Bir kaç adım geriledim ve zorlukla konuşabildim.
- Yok canım, bunu yapamazsınız. Hem de bu yaşta. Bir tek şaapılmadığım kalmıştı zaten burada. Hayır, bunu kabul etmiyorum. Olacak şey mi canım? İnsanın namusu, şerefi...hayır, kesinlikle olmaz.
- Efendim bizi zor kullanmaya mecbur etmeyin. Kurallar böyle. İki dakika dişinizi sıkacaksınız, olup bitecek. Farzedin ki, doktora prostat muayenesine gittiniz. Ne farkı var? Hem aramızda kalacak elbette.
Yüzüm sinirden kıpkırmızı olmuştu.
- Prostat muayenesiyle sizin dediğiniz arasında oldukça büyük bir fark var. Birisi parmak, öbürü...neyse terbiyemi bozdurmayın bana şimdi. Ayrıca aramızda kalacak da ne demek? Bu kadar insanın arasında...televizyondan naklen yayın yapın daha iyi.
- Burada olur mu hiç canım. Arka tarafta çok sevimli kırmızı loş ışıklı bir odamız var. İstediğiniz müziği bile seçebilirsiniz.
‘İstemem, istemem’ diye tersledim, ‘kırmızı loş ışıklıymış...kerhane gibi...bir müzik eksikti zaten...hem şeyimizden olacağız, hem de müzik dinleyeceğiz...sanki zevkine yapıyormuşuz gibi...’ Merakımı yenemeyerek sordum yine de.
- Peki kim yapıyor bu işi, siz mi?
Avni bey gevrek bir kahkaha attı.
- Hayır ben değil. Öyle bir intiba mı bıraktım sizde? Aşkolsun. Bu iş için profesyonelleri kullanıyoruz. Hiç korkmayın. Doktor raporu var hepsinin ve son derece nazik insanlar.
Göz kırparak ekledi.
- İşi biliyorlar sizin anlayacağınız.
Merakım giderek artıyordu. Sormadan edemedim.
- Peki aynı cezayı kadınlarada mı uyguluyorsunuz?
‘Hayır, elbette değil’ diyerek tekrar kulağıma eğildi ve fısıldadı. Gözlerim hayretten fal taşı gibi açılmış şekilde kalakaldım. Gülümseyerek devam etti.
- Bazen terslikler de yaşıyoruz tabii. Kasten pahalı ürünlere hasar verenler de çıkmıyor değil. Anlıyorsunuz değil mi?
- Pekala, böyle durumlarda ne yapıyorsunuz?
- Bu kişileri artık tanımaya başladık ve onlara uygun yeni ceza yöntemleri geliştirdik. Beklediklerinin tam tersi bir anlamda. Sürekli bir gelişim içerisindeyiz. Bu konu üzerinde çalışan iyi eğitilmiş bir çalışma grubumuz var.
‘Tamam tamam’ dedim, ‘daha fazlasını bilmek istemiyorum, haydi gidelim de bitirelim şu işi.’
Bundan sonraki 15 dakikayı ayrıntılarıyla anlatmayışımı mazur görünüz lütfen. Yalnız şu kadarını söyleyebilirim ki, hayatımın en zor ve unutulması imkansız 15 dakikasıydı.
Beni büyük bir nezaketle uğurlayıp, poşetlerimi arabaya taşımama yardımcı oldular. Aynı gün içinde üç ceza uygulanan ilk müşteri olmam nedeniyle market müdürü, ayrıntılarıyla aktarmadığım üçüncü cezayı göz önünde bulundurarak bana bir kuştüyü yastık hediye etti. Kıçımı tutarak topal bir deve gibi arabama yürüyüp, direksiyona oturmadan önce yastığı özenle koltuğun üzerine yerleştirdim. Otomatik vitesli bir araba almakla ne denli isabetli bir karar vermişim. Aksi halde su toplamış ayak tabanlarımla kesinlikle eve kadar gelemezdim.
Şimdi 39 derece ateşle yatmaktayım. Karın içinde çıplak ayakla dolaşmaktan tabii. Daha önce de belirttiğim gibi çok çabuk hastalanırım. Allahtan ellerimin acısı neredeyse geçti. Yalnızca açıp kapatırken ortası biraz yanıyor, o kadar. Bunlar hiç önemli değil. Hepsi geçer. Beni asıl endişelendiren ne biliyor musunuz? Sonuncu ceza bir türlü aklımdan çıkmıyor. Bu yaştan sonra acaba...