- 804 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
DELİ DİVANE
“Gel, gel, ne olursan ol yine gel,
İster kâfir, ister Mecusi, ister puta tapan ol yine gel,
Bizim dergâhımız, ümitsizlik dergâhı değildir,
Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel...
Mevlânâ
“Geldin mi?”
“Geldim…” diyebildim. Dönüp bakmadı bile. Mangalın başında iskemlesine oturmuş elindeki maşasıyla ateşi harlıyordu. O gece çok karanlıktı. Akşamdan yağmur yağmıştı. Mart’ın ilk günleriydi. İnsanın içine işleyen bir soğuk vardı. Rüzgâr, ıslık çalıyordu. Denizi karşısına almış, paltosuna iyice bürünmüştü. Sadece kıyıya vuran dalga sesi ve arada bir karanlığı yaran şimşekler vardı. Uzun bir sessizlik olmuştu. Konuşmuyordu. O, konuşmayınca telaşlanıyordum, korkuyordum, titriyordum. Kendimden uzaklaşıyordum. Esrarlıydı. Suskunluğuyla meşhurdu. Pek konuşmazdı. Konuştuğu zaman da kâinat susardı…
“Kendini öldürdün mü?”…
Bu nasıl bir soruydu? İrkildim. Donmuştum, ne diyeceğim bilemedim. Şaşırmıştım, kalakalmıştım… Bildiğim bütün kelimeler hafızamdan silinmişti birden. Tek bir kelime bile diyecek takatim yoktu. Yürekten sarsılmıştım. Öylece durdum…
“Git, kendini öldür öyle gel… Ha, unutmadan anlatacağın rüyada Yusuf hâlâ kuyudaydı değil mi? Yusuf’u çıkarmadan, kendini öldürmeden gelme sakın!...” Hepsi bu!
Onca yol tepmiştim. Yağmurda ıslanmıştım. Üşüyordum. Günlerce anlatsam bitiremeyeceğim sözlerim vardı… Tek bir söz söylemeden geri dönüyordum işte. Ayaklarım yere basmıyordu sanki. Aklımda uçuşan kelimeler gibi gece beni uçuruyordu.
Üşüyorum… Bizim sokağa varıncaya dek hiçbir şeyi fark edemeden geldiğimi anımsadım. Bahçe kapısını açıp avluya geçtim. Birden ıslak toprak kokusu sardı her tarafı. Hemen kapı eşiğindeki merdiven basamağına iliştim. Derin bir soluk… “Oh, hayat bu işte.”
Birden irkildim. Başım çatlıyordu. Sırılsıklam olmuştum. “Garip, çok garip bir rüyaydı” dedim. Saat gece yarısını çoktan geçmişti. Perdeyi usulca araladım. Dışarıda lacurdi bir gece ve iplik iplik bir yağmur… Kafam zonkluyor. “Kalkıp yüzümü yıkasam geçer herhalde.” Lambayı zor buluyorum. Soğuk suyu defalarca yüzüme çarpıyorum. Nafile… Havluyu askıdan alıp kuruluyorum yüzümü. Kafam davul gibi… Lavabonun aynasındaki ben değilim! “Çıldırıyor muyum ne?”… Bir daha, bir daha yıkıyorum yüzümü… Hayır, aynadaki ben değilim! Gülümsüyor bana.
“Kendini öldür öyle gel… Yusuf hâlâ kuyuda…” Kayboldu. Aynadaki benim şimdi. Ben, bana tuhaf tuhaf bakıyorum. “Rüya… etkisinde çok kaldım galiba.”
Korkudan titriyorum. Kendime gelmekten. Kendim olmaktan korkuyorum. “Kendim olsam, ben beni öldürmeliyim!.. Saçma!” Yatağa dönüyorum. Yastığın yüzü sırılsıklam. Ters yüz edip başımı koyuyorum. Yorganı başıma çekiyorum. Ne zaman gözümü kapatsam aynı ses, aynı yüz…
Aklım karmakarışık… Hallaç pamuğu gibi. “Ben, beni nasıl öldürürüm? Bu nasıl olur? Bu ihaneti yapamam… Hem bu canı, sahibi almalıydı değil mi?... Sorular çoğalıyor …
Başım patlayacak gibi. Garip bir sancı giriyor içime. “İyi de Yusuf neden hâlâ kuyuda olsun ki?..” Cevap yok. Anlam veremiyorum. Gece uzuyor, ben, beni anlamıyorum !...
“Rüya sana yol gösterecek, korkma. Yusuf hâlâ kuyuda unutma… Ve şimdi aklını kaçırıp kurtar! Sonra benliğini soy, aşk secdesine kapan!”
Secdeye kapanıyorum… Birden kardeşlerim toplanıyor etrafıma. “Seni istiyor, nakkaş…” dedi en küçüğümüz. “Nakkaş da kim?” diyemiyorum. Boş gözlerle bakıyorum onlara. En büyüğümüz göğsümden hançerliyor beni!… Bütün sıkıntılarım akıp gidiyor içimden usulca. Rahatlıyorum. Gözlerim aydınlanıyor. Kanat çırpan kuşlarlayım şimdi. Hafiflemişim, tüy gibiyim… Uçuyorum! Dünya küçücük… Şehirleri, dağları, yolları geçiyorum bir bir…
Dicle’yi ve Fırat’ı selamlıyorum. Çöl susatıyor beni. Nil’den su içmek istiyorum… Züleyha, yolumu kesiyor. “Nil kurudu!” diyor. “Gel misafirim ol sarayıma” İtiraz etmiyorum.
Saraydayım… Züleyha’nın etekleri süzülüyor. Elinde mey şişesi, “İç, içmeden marifet kapısı açılmaz” diyor. Kana kana içiyorum. Züleyha’nın elleri gömleğimde, tenim kanıyor, cariyeler parmaklarımın ucunu kesiyor…
“Şimdi git, sonra gel…” “Ben, ben buradayım işte Züleyha.” Ses yok, Züleyha yalan olmuş. Züleyha yok…
Kızıldeniz’i yarıp çöle dönüyorum. Güneş ve kum… “Bir vaha bulsam, biraz su..” Yüzüstü kumlara kapanıyorum. “Biraz su…” Mecnun, yanımdan geçiyor gülümseyerek “Biraz daha… Biraz daha” diyor. Biri, tutup ellerimden kaldırıyor. Yüzümden kumları silip elleriyle su içiriyor. Şaşırıyorum!.. Yusuf bu! Aman Allahım, Yusuf bu!...
“Kuyudaydın kardeşim…” Yusuf kayboluyor çölde…
Çıldıracak gibiyim. Kafam zonkluyor. Gözlerim kan çanağı. Hâlâ yağmur yağıyor. Uyku tutmuyor bir türlü. Uyku ile uyanıklık arasında garip bir yakaza âlemindeyim…
Artık koşuyorum bayırları, hafiflemişim… Nefes nefese varıyorum. O, hâlâ mangal başında oturuyor. Ateş iyice korlaşmış.
“Geldin mi” dedi. “Geldim, efendim…” diyebildim. “Evet, Yusuf kuyuda değil artık. Kendini de öldürdün. Ama gözlerinde başka biri var hâlâ. Kim o gözlerindeki yabancı!”
“Şimdi git, sonra gel…” Dönüyorum. Ayaklarım yere basmıyor. Hızla koşuyorum bayır aşağı. Soluk soluğa evin kapısındayım. Taze toprak kokusu, içim ferahlıyor…
Yataktan fırlayıp aynaya koşuyorum. Gözlerime bakıyorum. “Kim bakabilir ki gözlerimden benden başka, kim?” Başımı suya tutuyorum. Başım zonkluyor. “İşte, yine aynada.” Galiba çıldırıyorum!
“Şimdi git, sonra gel… ”
Yağmur şiddetini artıyor dışarıda. Saat epey ilerledi, ezan okunacak birazdan. “Uyumasam bari.” Yatağa dönüyorum, yatakta dönüyorum. Gözlerim tavana çakılı kalıyor. “Aklını kaçırıp kurtar!”…
Çok ses var… Gürültüyle uyanıyorum. Karşı duvarda bir kadın bana sus işareti yapıyor. Annem başımı okşuyor: “Tamam oğlum, geçti artık, hastanedeyiz.” “Hastanede miyiz!?”… Neden? Niçin? Ne oldu? Neden herkes tuhaf tuhaf bakıyor bana? Doktorlar neden feneri gözüme gözüme tutuyor anne? Anneee!...
“Nöbet, diyor genç olanı, beyaz saçlı olanı “hallisünasyon” diyor. Beyaz bir gömlek giydirmişler bana. Rengini hiç sevmiyorum bu gömleğin. Oradan biri sürekli gülüyor bana. “Yakıştı yakıştı. Hem de çok yakıştı.” Galiba tanıyorum onu. “Evet, sen Nakkaşsın, Nakkaşsın sen! Senin ne işin var burada!”
“Anne, eve gidelim artık…”
İşte yine bayır çıkıyorum son sürat. Nefes nefeseyim. Köz sönmeye yüz tutmuş. Nakkaş bir semazen gibi dönüyor etrafında ateşin. Fır dönüyor, pervaneleşiyor adeta. “Gel, ermişim gel! Yakalım beni, seni! Yakalım ikiyi, BİR olalım. Var’da “yok” olalım. Gel dervişim gel! Hallaç’a varalım…