ÇİRKİN
Zamanlardan bir zaman içerisinde, olduğumuz noktandan çok uzak bir yerlerde, bambaşka âlemlerde, bir kasaba varmış, kasaba ve içindeki insanlar zamanın başlangıcından beri yaşarlarmış burada kendi hallerinde. Her ne var ise şu âlem içerisinde, bulunurmuş aynen o kasabanın ahalisinde. Masumiyetten de nasibini almış küçük kasaba, ahlaksızlıktan da. Bilgelikten de nasiplenmiş kararınca, cahillikten de. Aşk ile nefret hep kol kola gezerlermiş sokaklarında. Dürüstlük ile yalancılık bir olup akarmış kasabanın ademiyetinin damarlarında. Zındık ile saddık bir olur gönülde, şafağı söktürürlermiş muhabbetle. E güzel ile çirkin de aynı havayı solurmuş ciğerlerine haliyle.
Günlerden bir gün, bir eski zaman gezgininin yolu düşmüş bu kadim kasabaya. Günlerdir yol yürümekten bitap, gezgin bu dar sokaklı, taş evli kasabada bulduğu ilk meyhaneden içeri atmış kendini, demiş “yatacak bir yer, bir de biraz aş bana.” Tabii ki yüreği geniş konukseverler olduğu kadar, vurdumduymazı da varmış bu küçük kasabada. Bereket, meyhaneci kalbi temiz, eli açık bir adammış da, gezgine bir oda açmış evinde, sofraya buyur etmiş kendi hanımı ve çocuklarıyla.
Böylece günler günleri kovalamaya, gezgin de kasabayı ve kasabalıyı tanımak için her gün başka birinin ekmek teknesine uğramaya, her gün başka bir hikâye peşinde koşmaya başlamış. Nitekim az biraz zaman geçince, ne yerler ne içerler, nelerden korkar neleri severler, neye umut besler neye ağıt yakarlar, neye sevinir neye dertlenirler bir bir öğrenmeye başlamış. Hikâyeler hikâyeleri kovalamış, en umulmadık taşların altından en büyük efsaneler çıkmış, buruk aşk hikâyelerine nefretle işlenen cinayetler sarılmış, sahte peygamberlere, yalancı dervişlere bel bağlayan kocakarılara, kendi köşelerinde onları sessizce izleyen hakiki yol evlatlarının af duaları eşlik edermiş. Ne var ise bir önce ki ve hatta ondan önce ki kasabada, burada da farklı farklı suretlere, farklı farklı isimlere bürünmüş aynılık varmış tabloda.
Böylece göreceğini gördüğüne inanan gezgin, yavaş yavaş uzanmak istemiş başka diyarlara. Yalnız son gün yenik düşmüş merakına, kasabanın en uzak noktasına, oradaki küçük taş evin içinde kimin yaşadığına takmış aklını, dayanamamış en sonunda sığınmış meyhanecinin affına, demiş “ Merak sardı dört bir yanımı, kim yaşar o uzak noktada ki evde, bir kerecik göremedim yüzünü?” Meyhaneci, önce şöyle bir bakmış gezginin yüzüne, mütereddit bir süre, anlatsın mı anlatmasın mı bu büyük sırrı bilememiş. Biraz daha düşündükten sonra “madem sordun” demiş, “anlatacağım o evin ve içindekinin hikâyesini sana.”
“Günlerden bir gün, bu küçük kasabaya çirkinliği dillerden dillere diyar diyar yayılmış dolaşan, sağır sultana bile malum olmuş, yedi cihanın suratına bakmaya içinin dayanmadığı bir kadın gelmiş. Bu kadın öğle çirkin öğle çirkinmiş ki baktığı aynalar kırılır, onu gören gözler var olduklarına lanet ederlermiş. Nitekim bir süre sonra köyün ahalisi bu ukubet kadını kasabadan kovmaya karar vermiş. Fakat bakmışlar ki, ne zaman kasabadan bir âdemoğlu devasız bir derde, bir bunalıma düşer ise, bu kadının evinin önüne gider, onun suretine bir kerecik nazar eder olmuş. Böylece keyfi, neşesi birazcık olsun yerine gelir, “beterin beteri de varmış, çok şükür ya Rab” dermiş. Ve her kim ki şükretmeyi unutur, haline acır, isyana kalkışırmış, bu ibretin kudreti kadın yine yardıma yetişir, çıplak gözlere şöyle bir değiverirmiş. Ve nankör kul, “hamdolsun verdiğin nimetlere” diyerek tekrar şükre gelirmiş. İşte bunu gören ahali de, kadını kasabadan kovmamaya karar vermiş, ona elbirliğiyle kasabanın her tarafından görülebilen ama aynı zamanda en uç noktası olan bir yerde küçük bir ev inşa etmiş, aralarında işbirliği yapıp, kadının aşını ve ihtiyaçlarını kapısının önüne bırakmaya başlamışlar. Dertlisi, kederlisi, isyancısı, kâfiri işte böyle yıllardır o evin yolunu tutarmış. Daha da bir kez olsun olmamış, görüp de kederi dağılmayan, haline şükretmeyen.”
Gezgin çok etkilenmiş bu duyduğu hikâyeden, demiş “çok hikâye dinledim, daha böylesini hiç işitmedim” ve ısrar etmiş, “beni bu kadının evine götür ne olur meyhaneci, kendi iki gözümle görmem lazım illaki. Bir de ondan dinleyeyim bu işin hakikatini.” Meyhaneci “hay hay” demiş, “yalnız ben ancak kapının önüne kadar götürebilirim seni, ondan sonrası senin gözlerinin cabası.”
Böylece meyhaneci, gezgini kasabanın en uç noktasına, bu çirkin kadının kapısının önüne kadar getirmiş. Ve demiş “hadi bana eyvallah.” Gezgin kapının eşiğinde uzun bir süre kıvranmış, merakının arsız iştahını doyurmakla, korkusuna yenilip, çekip gitmek arasında sıkışmış kalmış, kıvranmış sancıyla. Nihayet “neler gördü bu gözler, bir sureti daha görürlerse kör olacak değiller ya!” demiş ve çalmış kapıyı en sonunda.
İki insan karşı karşıya kaldıklarında, birbirlerinin içlerinde ki gizli bir aynaya bakarlar aslında. Çünkü her kim ki başka bir surete nazar eder, aslında kendinden bir parça görür onda. Gezgin ile çirkin kadın karşı karşıya kaldıklarında, gezgin bir anda soruvermiş aklındaki soruyu ona: “”Nasıl oluyor da dayanıyorsun bu yüzü taşımaya?” Çirkin kadın bir süre sessiz kalmış. Gezginin sorusunu sorduğuna pişman olacak kadar uzun bir sükûnetten sonra yavaşça başlamış konuşmaya: “Ey gezgin! Onca diyar arşınlamışsın da gördüklerinden hiçbir tahlil çıkartamamışsın. Ama cevaplayacağım sorunu, belki bu âlemi farklı görmeye başlarsın bundan sonra şu kısıtlı aklınla. Nasıl mı dayanıyorum bu yüzü taşımaya? Ey gezgin, sen hiç gezdiğin onca diyarda, zıttı olmadan var olmayı başarmış bir şey gördün mü? Dayanıyorum gezgin. Dayanıyorum çünkü biliyorum, zıll-ı ilah’ın zındığın varlığına şükretmesi gibi, bir bilen çıkıp elbet şükredecek bir gün benim bu varlığıma, ben olmasaydım eğer güzelliğin de var olamayacağını anlayınca. Ben biliyorum ki, güzelle çirkin her ne kadar birbirine zıt ta olsa, aynı bütün içinde birdir, fakat gören göze göre bu dünyada farklı farklı isimlenir.”
Gezgin şaşkınlıktan ağzının içinde büyümüş olan dilini döndürememiş, ne söyleyeceğini bilememiş. Mahcubiyetinden gözlerini ayaklarından ayıramamış, zihni allak bullak olmuş biz halde, ne geri dönebilmiş, ne de gözlerini kaldırıp bir af dileyebilmiş. Çirkin kadın acımış haline, daha bir şey söylememiş zavallı gezgine. Yalnızca kapıyı kapatmadan önce, son bir şeyler mırıldanmış çok yakında ayaklarının altında bambaşka diyarlar olacak olan bu âdeme: “Eğer ki çirkinin varlığına şükretmeyi bilmez isek, güzelliğimizle de övünmemeliyiz.”
(Suzenin)