- 890 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
PERÇENÇLİ BİR ŞEHİT HİKÂYESİ VE AYŞECAN
Aşkı, sevdayı tanımamış bir yürek; bir ömrü, sahibini tanımamış bir saat gibi çalışmış ve durmuştur.
Z.BİCAN
PERÇENÇLİ BİR ŞEHİT HİKÂYESİ VE AYŞECAN
Bu olay 1890-1905 yıllarında Perçenç (Akçakiraz) Köyü’nde yaşanmıştır. Olayın kahramanı büyük annem Ayşecan Hanım’dır.
Büyükannem, aşağıda kaleme aldığım olaylar dizisini anlattığında, yaklaşık doksan yaşlarındaydı. Anlatırken yeniden yaşıyormuş gibi hüzünlenir ve ağlardı.
Günümüzde “büyük aşk yaşıyorlar” sözünü çok duyarız, bir süre sonra da sözü edilen büyük aşkların bittiğini görür, güler geçeriz.
Ancak aşağıda anlatacağım bütün olaylar ayniyle vaki “büyük aşk” örneğidir.
1978 yılının haziran ortalarıydı. Büyükannem bize misafirliğe gelmişti. Akademinin son sınıfındaydım. Mezuniyet sınavlarına hazırlanıyordum. Yorulmuştum. Ders çalışmaya biraz ara verdim ve büyükannemin yanına gittim. Büyükannem de “Çok yoruldun oğul. Biraz dinlen.” dedi.
Bir sigara ben yaktım, bir sigara da, büyükannem yaktı. Kendisi sigara içmesine rağmen, gönlü benim sigara içmeme razı olmazdı.
“Bu mereti içmeseniz keşke”,derdi. “Ama sen de içiyorsun... Büyükanne” dediğimde: “İçmez olaydım. On dört yaşımdan beri içiyorum. Bir faydasını görmedim. Sadece avunmak için başlamıştım.”, dedi. “Biraz da ben avunayım.”, dedim. “Senin avunacak neyin var ki yavrum?” dedi. “Ya senin?” dedim. “Benim ha!”..dedi. Çok içlenmişti. Merak ettim. Büyükannem ağlıyordu. Apak saçları, pembe-beyaz nur yüzü ile, bir çocuk veya bir genç kız görünümündeydi. Yaşı doksanı geçmesine rağmen, birkaç kırışıklık dışında cildi sedef gibiydi. Göz kapaklarındaki o sarkmalar da olmasa; onun, o yaşta olmasına inanmak mümkün olmazdı. Çok da zekiydi. Ne geçmişi, ne de dünkü olayları unutuyordu. Ailede herkes onun bu özelliğine imrenirdi. Çok temizdi. Temizliğe merakı bazen titizlik derecesinde olurdu. Mendili hiç elinden düşmezdi ve pırıl pırıldı. Elinin öpülmesini istemezdi. Ellerini tuttum, “Büyükanne on dört yaşında, çocuk yaşta ne diye sigaraya başladın ki?” dedim. İçini çekti. Göğsü kalkıp indi. Başladı anlatmaya:
“Ben hiç çocuk olamadım ki oğul. Bizim çocukluk yıllarımız, harp yıllarıydı. Savaşların içerisinde doğmuştuk. O olmayası savaşların hiç mi hiç biteceği de yoktu. Biri bitmeden diğeri başlıyordu. Analar asker fabrikası, çocukları harp çocuklarıydı. Ortalıkta gençlerden eser yok gibiydi. Analar; yüzlerine bakmaya doyamadan, oğullarını asker ediyorlardı. Sırası gelen gidiyor. Dönen de olmuyordu. Dönen de, yarım adam oluyordu. Ben babamı tanıdığımda, yaşlı başlı bir adamdı. Savaş artığı bir ihtiyardı. Anam, babama rağmen çok genç bir hanımdı. Sadece benim babam değil, hemen hemen bütün babalar ihtiyar babalardı. Askerlik bitene kadar, hayli yaşlanmış dönüyorlardı. Bir de insanlar çok erken çöküyorlardı. Aşıların ve ilaçların da pek bilinmediği yıllardı. Kininden başka ilaç adı bilen de yoktu. Nüfusun devamı için genç kızlar; babası, dedesi yaşındaki insanlarla evlendiriliyorlardı. Babamın tek isteği, benim evlenmemi dünya gözü ile görmekti. Benim hiç mi hiç evlenmeye niyetim yoktu. Çünkü babam yaşında bir adamla evlenmek bana çok ters geliyordu.
Bir akşam beni de istemeye geldiler. On dört yaşıma yeni girmiştim. Ağladım. Ben asla gelin olmam. Ben babam yaşındaki birine eş olmam dedim. Ağlayıp sızlanırken; Anam: “Merak etme! Seni yaşlı birine değil, genç ve arslanlar gibi birine istiyorlar.” dedi. Arkasını döndü; “Bak avluda ayakta duruyor.” dedi. Dönüp avluya baktım. Orta yerde, yağız bir delikanlı duruyordu. Beni gördü, gülmekteydi. Birden ciddileşti.
“Ayşecan bana da mı varmayacaksın? Kız, beni tanımadın mı? Ben Hacı İboşgil’in Sait’im.” dedi. Onun ne kadar yakışıklı biri olduğunu duymuştum, ama onu hiç görmemiştim. Durup yüzüne öylece baktım. Çok yakışıklıydı. Utandım, hemen odaya kaçtım. Bir görüşte sevmiştim onu. Anam içeriye geldiğinde; birden bire ağzımdan çıktı. “Ana ben Sait Efendi’ye eş olurum” deyiverdim. Tez zamanda nikah kıyıldı. Sessiz sedasız gelin oldum.
Sait Efendi çok hoş biriydi. Her geçen gün Sait Efendi’yi daha çok seviyordum. Öyle efendi, öyle kibar biriydi ki; sözü sohbeti de yerli yerindeydi. Yerine göre latife ediyor, şakalaşıyor, hal ve davranışlarıyla kendisine saygı uyandırıyordu. Hiçbir şeye kızmıyordu. Çok da güzel bir gülüşü vardı. Güldü mü, gözlerinin içi gülüyordu. Onunla sohbet etmek bile ayrı bir zevkti, mutluydum. Sait’in önüne, yemek yerine kuru ekmek koysan yer ve: “Çok şükür ne güzel ekmekmiş, ellerinize sağlık.” derdi. Bazen, “Bu adam bir melek galiba.” derdim.
Bir yıllık beraberliğimiz sular seller gibi akıp geçti. O güzel günlerimiz, çok da uzun sürmeyecekmiş, meğer. O güzel günlerin, köyde davul çalınarak, asker toplama seremonisi ile biteceği, hiç aklıma gelmezdi. İşte o günden sonra davul sesinden hep irkilmem bundandır. Şimdi bayram davulları bile bana kıyamet çağrısı gibi geliyor ..
Tellal davulcu gitti. Muhtar geldi. Sait Efendi’yi asker yazdılar. Bilemiyordum. Bu ne harbiydi ki?.. Ne savaşıydı?.. Muhtarın yakasına yapıştım. “Bir benim Sait mi kaldı memleketi kurtaracak?... Git!.. Başka Saitler bul.. Defol”...dedim. Muhtar: Ağlamaklı bir sesle; “Bir senin Sait mi ki?...Bizim Sait de, Mehmet de niceleri yine gidiyor.” “Niye?..” dedim. “Niye?..” “Neden gidecekler?..” Muhtar: “Bu sene de Balkan Harbi çıkmış. Hazer Denizi’nden Üsküp’e kadar asker kesmiş. Dağ taş asker kaynıyormuş. Başefendi öyle söyledi” Başefendi’nin de senin de canın cehenneme be herif.” dedim. Sait, birden ağzımı kapattı. “Sus!..” dedi. “Askerlik namus borcudur. Elbet gideceğiz. Gitmemek olur mu?... Padişah efendimiz savaş ilan etmiş... Efendimize karşı gelinir mi?.”.. İçimden “Efendimiz batsın. Bu ne efendidir ki; bize bir rahat günü göstermedi. Allah’ın senesi savaş ilan ediyor. Adam mı kaldı ki memlekette. Kurbanlık koyun bile üç senede zor yetişiyor. Bu padişaha insan mı dayanır? Koca Anadolu’da adam bırakmadı…” diye düşünüyordum. Gözüme uyku girmiyordu. Gece boyunca uyuyamadım. Yatıp kalkıp Sait’in yüzüne baktım. O hiçbir şey yokmuş gibi, mışıl mışıl, melekler gibi uyuyordu. Sabaha kadar, savaşı çıkaranlara beddua ettim. Keşke Sait’in yerine beni askere alsalardı diye düşündüm, durdum. Sabah oldu. Horozlar ötüyordu. O horozları öldüresim geliyordu. Sait uyanacak diye korkuyordum. Sonunda Sait uyandı. “Senin gözlerin şişmiş Ayşecan, uyumadın mı?.. Hadi biraz sen de yat uyu. Uyandığında biraz konuşalım.” dedi. Benim dilim lal olmuştu sanki. Onun yüzünden gözlerimi ayıramıyordum. Sadece ağlıyordum. O metindi. “Ayşecan sen üzülme.” dedi. Gözyaşlarımı elleriyle sildi. Alnımdan öptü. Bu askerlik şerefi sadece benim değil. Senin de şerefindir. Biz sınırlarımızı, siz buraları koruyacaksınız. Sen artık asker karısısın ağlamak sana yakışmaz. Nasipse yine kavuşuruz, buluşuruz ucunda ölüm yok ya dedi.” Ben: “Nasıl yok?” diyemedim. Bu konuşmamızdan sonra üç gün daha evde kaldı. Bu son üç gün üç gece onu seyrettim. Kaşını, gözünü, yüzünü iyice kafama nakşettim. Kendi kendime kızıyordum. Bir yıldır niye bu kadar güzel bakmamıştım ki? Ona doyamamıştım. Cuma namazından sonra helalleştik. Üç kere ellerini öpüp başıma koydum: “Erimsin, erkeğimsin, sen benim her şeyimsin.. Gözün arkanda kalmasın. Seni mahşere kadar bekleyeceğim. Burada nasip olmasa, ahirete de kalsa kavuşmamız, mezarımda bile oturup yolunu gözleyeceğim.” dedim. O dağ gibi adam ilk defa ağladı. “Merak etme mutlaka döneceğim Ayşecan.”, dedi. Ellerini tuttum. O daima sımsıcak elleri buz gibi olmuştu. Ellerini, avuçlarımın içine alıp ısıtmak istediğimin farkına vardı. “Böyle asker uğurlamak olmaz ki Ayşecan. Sen böyle yaparsan gözüm arkada kalacak. Metin ol.”, dedi. Elimi koynuma sokup, bir çift gül desenli el örmesi yün çorabı ona uzattım. “Sait bunları al. Giyinirsin çift kat örmüşüm. Giyinirsin, ayakların üşümesin. Sana verecek başka yolluğum yok. Kusura bakma. Sana yine çorap örer yollarım.” dedim. Güldü. “Sağ olasın.”, dedi ve arkasına bir daha bakmadan yürüyüp gitti. Onlar gözden kaybolana kadar arkalarından baktım, baktım ağladım. Eve döndüğümde, bana bir torba tütün getirdiler. Bu tütünü içer eğlenirsin dediler. Tütüne o gün başladım ve bir daha hiç bırakmadım.
Biz ana kız yaşamaya devam ettik. Babam evliliğimi görmüştü.” Sen evlenmeden ölürsem, gözlerim açık gideceğim.” derdi. Zaman çok hızlı akıp geçiyordu. Evliliğimin birinci yılında babam öldü. Hepten yalnız kalmıştık.
Sait gideli dört sene olmuştu. Dört bahar, dört yaz gelip geçti. Sait’ten hiç haber gelmiyordu. Ben her sabah yollara çıkıp, onun döneceği yollara bakıyordum. Baktığım yollarda mevsimler değişiyordu. Ben bıkıp usanmadan onu bekliyordum. Dördüncü yılın güz mevsimiydi. Pekmez yapıyorduk. Kayınbiraderim Osman geldi. Selamsız sabahsız oturdu. Hiçbir şey konuşmuyordu. “Osman..” dedim. “Bu halin ne böyle?.. Senin durumun hoş değil.. Hasta mısın?.. Osman cevap vermiyordu. Bir şeylerin ters gittiğini anlamıştım. Neden sonra yüzüme dik dik bakarak; Harput’a gittim. Paşakapısı’na bir liste asmışlar.” Osman sustu. Ağlıyordu. “Ne listesi?..” dedim. “Şey” dedi. “Şehit askerlerin listesini asmışlar.. Başın sağ olsun, gelin bacım...” Sait şehit olmuş... Kalktım ayağa. Osman’ın göğsünü yumrukluyordum. “Yalan...” diyordum, “Yalan... Hepiniz yalan söylüyorsunuz... Daha dün rüyamda gördüm. Sana öldüğümü söylerlerse inanma. Tez zamanda geleceğim.” diyordu.
O günden sonra bir daha Osman’a ne selam verdim, ne de görünce hatırını sordum. Birkaç gün sonra yeni sevkıyat askeri gideceğini haber verdiler. Koşup yeni gidenlerin toplama yerine gittim. Çavuşu buldum. Çavuşa; “Benim kocam Sait Efendi, birinci sevkıyatta askere gitti. Daha gelmedi. Şimdi oralardadır. Bu çorapları al. Orada sor. Perçençli Hacı İboşgil’in Sait Efendi diye sorarsan sana gösterirler. Ona bu çorapları ver. Şimdi eski çorapları harap olmuştur. Önümüz kış üşütmesin. Çok da selam söyle. Biz iyiyiz o bizi merak etmesin. Tamam, mı başefendi?”, dedim. Çorapları aldı. Güldü. “Sen merak etme bacım. Bu çorapları Sait’e gitmiş bil.” dedi. Çok mutlu bir şekilde eve döndüm. O başefendiye sabaha kadar dua ettim.
Her sabah köy yolunu gözledim. Tütün içtim. Bekledim. Sait bir gün çıkıp gelecekti. Ama gelmiyordu. Böylece üç yıl daha geçti. Hiç ümidimi yitirmedim. Çünkü; Sait; “Bekle beni, bir gün çıkıp geleceğim.” demişti.
Askere gidişinin yedinci yılının nisanı mıydı, mayısı mıydı?.. Dediler ki; savaşı kaybetmişiz. Gaziler kavim kavim geri dönüyorlar. Asker dönüşü günlerce haftalarca sürdü. Dönenler yarım yurum bedenleriyle, kör topal dönüyorlardı. Sait aralarında yoktu. İçimden diyordum ki; “Dönsün de, kör topal dönsün. Ya hiç dönmezse ben ne yaparım?.. Her gün asker karşılamaya gidip döndük. O yoktu. Bir sabah yine asker karşılamaya gideceğiz. Hazırlandık. Daha kapıya çıkmamıştık ki kapı çalındı. Kapıyı bir açtım ki; Sait karşımda duruyor. Bağırmışım. ‘Sait geldin mi?...diye. Oracıkta bayılmışım. Uyandığımda Sait bileklerimi ovuyordu.
Rüya mı görüyordum?.. Gördüğüm gerçek miydi?.. “Bak!.. işte geldim Ayşecan, kendine gel artık” diyordu.
Aradan aylar geçti. Sait pek konuşmuyordu. O neşeli, o nüktedan Sait uçup gitmişti. Ben kendimi suçluyordum. Acaba Sait’e karşı bir hata mı yaptım ki o böyle olmuştu?...Bir gün komşu hanımlara durumu anlattım. Onlar tecrübeliydiler. Dediler ki; Askerler döndüğünde, hep böyle olurlarmış. Psikolojileri ancak altı ayda düzelebilirmiş. İyi dedim. Böyle olsun, ne yapalım âdet böyleymiş demek. Dönüşünün altıncı ayında, sessiz sakin yemek yiyen Sait’imin yüzüne bakarak dedim ki; “Sait, sana çorap gönderdim o çorapları aldın mı?” Aylardır değil gülmek, hiç konuşmayan Sait kaşığını bıraktı, kahkahalarla gülmeye başladı. “Allah iyiliğini versin Ayşecan... Şimdi aklıma geldi. Sen ne saf bir meleksin.” dedi. “Niye ki? dedim. O gün çorabı nasıl aldığını anlattı. Adresi, yeri yurdu olmayan birisine çorap göndermenin ne büyük bir saflık olduğunu, o anlatınca anladım. Ben de kendi kendime güldüm. Ama olsun. Çorabı ona ulaşmış. Sait’in anlattığına göre; çorabı gönderdiğimden bir yıl sonra asker yenilmiş geri çekilmeye başlamış. Hazer Denizi’ne vardıklarında, askerler tuzlu sodalı deniz suyunda bitlerini temizlemek için deniz kenarına varmışlar. Orada askerler yıkanırken, Sait’in yanına bir asker gelmiş. Ayaklarına dikkatlice bakıyormuş. Taban kısımları yırtılıp kopmuş, sadece boğaz kısımları kalmış olan çorapları inceliyormuş. Çorapların boğaz kısımlarındaki gül desenlerini inceledikten sonra, “Gardaş” demiş. Sen nerelisin?... Senin adın ne?..” Sait: “Ben Harput’a bağlı Perçenç köyündenim. Sen nerelisin ki?.. Beni birine mi benzettin?..” deyip devam etmiş.. “Senin adın Sait mi yoksa demiş. Sait de adımı nereden biliyorsun?..” Adamın gözleri yaşarmış. Demiş ki: “Çorabındaki işlemeden tanıdım. Ben de senin bir emanetin var”. Koynundan bir çift çorabı çıkarmış. “Bu çorapları; biz buralara gelirken, asker toplama yerinde, bir hanım gelerek sana verilmek üzere, bana emanet etti. Seni bulamayacağımı, göremeyeceğimi bile bile tamah ederek aldım. Sonra bu saf Anadolu kadınının safiyetinden, masumiyetinden ve kendimden utandım. O çorapları giyinemedim. Ayağındaki çorap desenleri ile bu desenler aynı. Ben bu desenleri hiçbir yerde görmedim. Sait duygulanmış. Ona; bu gül desenli, üç gülün birbiri içine geçmiş şeklinin, şimdiye kadar Ayşecan’dan başka kimsenin öremediğini söylemiş. Son derece hayret etmiş. Bu çorapların, Hazar Denizi’nden binlerce kilometre uzaktan postaya verilmişçesine gelip kendisine ulaşmasının ilahî sırrını düşünüp ağlamış. Emanetini teslim almış. (Bu el dokuması çorap işlemesini Ayşecan kendi keşfetmiş. Köyde de, hiç kimse bu işlemeyi taklit etmeyi başaramamıştır. Bütün Perçenç (Akçakiraz) köyü bu konuyu bilirmiş.
Altı ay boyunca bu olayı anlatıp güldük. Sait de yine eskisi gibi gülüp söylüyordu. Askerden döneli bir yıl olmuştu. Evleneli ise, dokuz yıl. Ama biz topu topu iki yıl karı koca olmuştuk. Aradaki yıllarımızı, seferberlik ve Balkan Harbi yemiş bitirmişti. Tam her şey düzeldi derken; isyanlar başladı.
Sait, harman yerinde gem vururken, isyancılar gelip atını ve silahını elinden almak istemişler. Sait’im direnmiş. İsyancılar vazgeçer gibi arkalarını dönünce, o da arkasını dönüp yürümüş. Ama isyancılar dönüp, dağ gibi yiğidimi arkadan vurmuşlar. Kahpece, arkadan vurmuşlar. Sait oracıkta ölmüş. Harp gazisi erim şehit olmuştu.
Yedi sene harp yıllarının asker yolunu beklediğim, evimin efendisi ebediyen çekip gitmişti. Bir türlü olana bitene inanamıyordum. Her şey ve her felaket öylesine çabuk olup bitiyordu ki, akıl sır ermiyordu. Bir kâbus gibiydi her şey. Bazen düşünüyordum. Keşke bu olup bitenler bir rüya olsaydı. Uyandığımda, efendimi yanımda görebilseydim. Ama hakikat taş gibi yüreğimize oturmuştu. Büyük bir tevekkülle kabullendim. Bağrıma bir taş basıp, mahşeri bekleyecektim. Bir daha ayrılığı ve içinde savaşları, ölümleri, acıları olmayan ebedi hayatta, Dünyadayken yüzüne doya doya bakamadığım Sait Efendi’yle ebediyen beraber olacağım o günleri düşünüp avunmaktan başka çarem de yoktu.
Sait, Perçenç Mezarlığı’nın üst tarafına, kuzey kısmına gömüldü.
Ben dul kalmıştım. On dördünde gelin olmuş ve yirmi bir yaşında dullar arasına girmiştim. Bu yaşta köy yerinde dul olarak anılmanın, ölümle eşit yaşantı olduğunu biliyordum. Buna rağmen asla bir daha evlenmek aklımın kenarından bile geçmiyordu. Anam beni düşünüp üzülüyordu. Bu arada sizin dedeniz, yüzlerce aracı koydu, benimle evlenmek için. Hep reddettim. Anamın, yakınlarımın ısrarı ve memleketin içine düştüğü sefalet, içinde bulunduğum sosyal durum, benim hiç istemeyerek evet dememe sebep oldu. Şartlı evlendim. Dedeniz Mehmet Efendi’ye dedim ki: Bak!.. a, Mehmet Efendi. Beni iyi dinle. Seninle bu mecburiyetler içerisinde evleneceğim ama, benden karılık bekleme. Zaman olur Sait’ime ağlarım. Zaman olur yemek yapıp önüne koyamam. Tütün de içerim. Gidip kabristanda her gün Sait’i ziyaret ederim. Bunların birisine hayır dersen var işine git. Hepsini kabul etti. Mecburen aldım. Ömür boyu hiç de sevmedim.
Evlendim. Aradan yıllar geçti. Beş çocuğum oldu. Sait’i, şehidimi her zaman ziyaret ettim. Sait’in ölümünün kırkıncı yılında, Elazığ-Bingöl yolu genişletme çalışması başladı. Perçenç Mezarlığı’nın üst kısmının yola gitmesi söz konusu oldu. Sait’in mezarı da yola denk geliyormuş. Haber verdiler. Eski kaynım Osmangil’e gittim. Osman’a dedim ki; “Bensiz o kabri açarsanız emeklerimi haram ederim. Çünkü Sait’ime verilmiş sözüm vardı. Ölene kadar hizmetinde bulunacaktım. Gittim mezarı açtılar. Mezarı açanlar hayretle dediler ki; “Bu mezar kırk yıllık bir mezar değil. Bu yeni bir mezar. Çünkü ceset kefenli. Çürüme yok”. Ben itiraz ettim. Ben bu mezarın yerini şaşıracak değilim. Her zaman ziyaret ettiğim kabirdir. Kefeni açın dedim. Açtılar. Sait, hiç ölmemiş gibiydi. Yüzünde bir tebessüm vardı. O gün bir daha inandım. Balkan gazisi Sait Efendi, şehit olmuştu. Çünkü şehitler ölmez ve çürümezdi. Toprak demirleri dahi çürütüp yiyebilirdi, ama şehidime gücü yetmezdi. Yetmemişti. Yanımdakilere; “Sait’le konuşacağım, beni biraz yalnız bırakın.” dedim. Sait’e daha dünya gözü ve sözü ile, mecburen evlendiğimi, âlem-i ahirette buluşmak dileği ile bir kere daha ayrılık yaşamanın, kaderde olduğunu söyledim. Ölümünden yıllar sonra bile, Sait’le bir kez daha, buluşmuş ve anında vedalaşmıştık. Ağlayarak orayı terk ettim.
Ben Ayşecan’ın torunu olarak, o gün anlatılan bu yaşanmış kırık dökük, hayatın içinden gelen anıyı hiç unutmadım ve sizlerle paylaşmak istedim. Anadolu insanı, Anadolu kadını gerçekten ne kadar çilekeş ve ne kadar vefakâr insandır. Geçen yüzyıl içerisindeki Anadolu insanının bu yaşam kesiti, o gerçeği, ne güzel anlatıyor değil mi?
Zekeriyya BİCAN (Ayşecan’ın büyük kızının oğlu)
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.