Şairler Ülkesi Bahar Bekliyor
Yıl 2002. Aralık ayının on ikinci günü. Soğuk bir Ankara akşamı. Caddeler insan kalabalığıyla dolu. İnsanlar işlerinden çıkmış evlerine varma telaşındalar. Orta boylu,orta yaşlı, esmer,bıyıklı bir adam eski paltosunun yakalarını soğuktan korunmak için kaldırmış Mamak Metro İstasyonuna doğru dalgın dalgın yürüyordu. Elinde bir poşet vardı. Poşetin içinde de yirmi günlük oğluna aldığı bebek maması.
Adam bir aydır işsizdi. Şairdi. Şiirle kendinin ifade ediyordu. Epeydir şiir yazmıyordu, daha doğrusu yazamıyordu. Düzenli bir işi yoktu çünkü. Geçim derdiyle uğraşmaktan kendisini şiire, o en çok sevdiği işe veremiyordu. Kırıkkale Üniversitesindeki asistanlık işinden 1998 yılında çıkarılmasından bu yana geçimini matbaalarda dizgi- düzeltme, büro işleri yaparak kazanıyor bir yandan da çıkaracağı kitapların hazırlıklarıyla uğraşıyordu. Zamanını en çok da “Osmanlı Şiiri Antolojisi” adlı çalışma alıyordu.
Mamak İstasyonuna 100- 200 metre kalmıştı. Gözleri önündeki yola bakıyordu ama ruhen başka bir mekandaydı. Bir ara gözlerinin önünden çocukluk yılları bir film şeridi gibi geçmeye başladı. Erzurum’da, 50. Yıl Ortaokulunda tahta sıralarda kendini gördü. Okul, fakir çocukların devam ettiği bir okuldu ama öğrenciler arasındaki arkadaşlık çok sıkıydı. En çok Mücahit adlı arkadaşıyla samimiydi. Adeta kardeş gibiydiler. İkisi de daha ziyade Türkçe derslerini severlerdi. Yavuz Bahadıroğlu’nun kitaplarının okumaya bayılırlardı. Yazarın Elvada Buhara, Buhara Yanıyor kitaplarını okurlar, daha sonra kitap hakkında yorum yaparlardı. Teneffüslerde sıra kapaklarına ritimli vurarak yüksek sesle mehter marşları söylerlerdi.
Aynı okuldan diğer bir arkadaşı Hanifi’yi hatırladı daha sonra. Hanifi de kendisi gibi şiire meraklıydı daha o yıllarda. Birbirlerine şiir okurlar daha sonra şiirleri birbirlerine hatıra olsun diye hediye ederlerdi. Kendilerinden büyük Emin ağabeyleri vardı bir de. Onu çok sever, hürmet ederlerdi. O da şiire meraklıydı. Çocukluk bu ya, bazen üç arkadaş birbirlerine mektup yazarlardı bir gün sonra tekrar buluşacaklarını bile bile.
Daha sonra gözlerinin önüne yine çocukluktan arkadaşı Selami geldi. O da şiir yazıyordu. Selami’nin yeni çıkacak şiir kitabı için kapak resmini kendisi bulmuştu. Mina Dergisi’nde çıkan bir resimdi bu. Resmi çok beğenmişti Selami. Resme kar figürlerini ressam Hasan Ağabey ilave etmişti. Selami’nin şiirlerinin dizgi ve mizanpajlarını yapmak için Lalapaşa Camii’nin yanındaki Memet Ağabeyin kırtasiyesinde buluşmuşlardı. Gelirken Erzincan Çarşısı’ndan mandalina ve turşu almıştı Şair. O soğuk günde elektrik ocağıyla bir yandan ısınmaya çalışıyorlar bir yandan da şiirler üzerinde uğraşıyorlardı. Odanın nemli kalması için elektrik ocağı üzerinde kar eritiyorlardı. O gün bitiremedikleri işi ertesi gün kendi evlerinde devam ettirmişlerdi. Annesi Selami’nin başını şefkatle okşamış, anne ve babasının sıhhatlerini sormuştu. Şair’in bilgisayarı ustaca kullanmasına hayran hayran baka kalmıştı Selami.
Gözlerinin önünden 80’li yıllar geçti yavaş yavaş. 1981’de bir dergide 12 Eylül’ü eleştirmişti. Bu yazısıyla daha 17 yaşında bir delikanlıyken “mapus”la tanışmış, kısa bir süre yatmıştı.
1985 yılında başka bir yazısından dolayı yargılanmış, mahkemelere gidip gelmişti.
1986 yılında yine bir dava açılacaktı Şair’e fikirlerini açıkladığından dolayı. Davayı açan büyük yerdendi. Devrin başbakanı Turgut Özal’dı davayı açan.
1987’ye kadar sürmüştü davalar, mahkemeler, ifadeler… 1987 yılında bütün bu davalardan aklanarak birazcık rahatlamıştı Şair.
Çektiği sıkıntıların, gördüğü zulümlerin içinde oluşturduğu basıncı 1993 yılında “Gerilla Türküleri” yle bir deprem şeklinde dışa vurmuştu Şair. Bu kitap, zulüme karşı manifestosuydu Şair’in. Şahsına uygulana zulümle, başka insanlara, halklara uygulanan zulümü harmanlamış, çoğaltmış ve militanca bir söyleyişle satırlara dökmüştü.
Bu kitabın bedelini hayatı boyunca ödemeye mahkum olacaktı Şair. Sakıncalı askerlik, asistanlıktan atılış bu kitabın “referansları” olarak karşısına çıkacaktı zaman zaman. Kaderinin ağları Gerilla Türkülerinin satırlarıyla örülmüştü adeta.
Arkadaşı Hüseyin gözlerinde belirdi birden.1991 yılında tanışmıştı onunla. Hem akademisyen hem de şairdi Hüseyin. Hüzünlü bir insandı. Şiirlerine de yansıyordu bu hüzün. Dertlerini, sıkıntılarını dışarıya şiiriyle yansıtırdı Hüseyin. Onun ince sesiyle şiirlerini dinlemek Şair’i müthiş bir zevke garkederdi.
23 Mayıs 2002’de internetten Hüseyin’in ölüm haberini aldığında beyninden vurulmuşa dönmüştü. Şofbenin gazını açarak hayatına kıymıştı can arkadaşı. O kara geceyi Hüseyin’in şiirlerini okuyarak sabahlamıştı.
Hüseyin için Dergah Dergisinde (Temmuz Sayısı) bir yazı yazmıştı Şair. Başlığı şöyleydi yazının: “Alacatlı, Güzel Adam, Bizi Bırakıp Nereye?” Hüseyin’in ölümü çok etkilemişti onu. Kendisini hayata bağlayan bağlardan biriydi Hüseyin. Onun ölümüyle uçurumun kenarında sendeleyen bir insan gibi hissetmişti kendini. Ha düştü ha düşecekti. Elinden tutup kendini uçuruma düşmekten kurtaracak birisini bekliyordu.
Mamak istasyonuna iyice yaklaşmıştı Şair. Başı hafiften dönüyordu. Sabah zeytini ekmeğe katık yaparak kahvaltısını yapmış, öğlen de iki simitle açlığını yatıştırmaya çalışmıştı ama yatışmıyordu işte açlık denen meret. Bir ara gözü elindeki poşete kaydı. Oğlu Faruk için mama almıştı. Çok para tutmuştu ama mecburdu. Eşi gıdasızlıktan süt tutmuyor, çocuğunu emziremiyordu. Faruk yeterince doyamadığından gece gündüz ağlıyordu.
İstasyona vardı, platformda treni beklemeye başladı. Hava iyice soğumuş, rüzgar da şiddetini iyice artırmıştı. Boynuna sardığı kaşkolunu burnuna doğru götürerek soğuktan korunmaya çalıştı.
Karmaşık duygular içindeydi. Hayat denen ipliğe yıllarca sıkı sıkıya sarılmıştı ama artık ellerinin yavaş yavaş çözüldüğünü hissediyordu. En sevdiği, birbirlerine şiirler okuduğu arkadaşı Hüseyin bir başka alemdeydi. Derdini ,sıkıntısını kime anlatacaktı artık? Ailesini rahat yaşatamıyordu. Faruk’a iyi bir baba olamamıştı. Bu dünyada bir fazlalık, bir yük olarak hissediyordu kendini. Hüseyin’in o hüzünlü, ince sesinin duyar gibi oldu birden. Şair’i yanına çağırıyordu. Şair, içinden:”Geliyorum, Hüseyin, şiirlerimle geliyorum yanına. Artık ayrılmamak üzere buluşmaya geliyorum seninle” diyordu, gözlerinde yaşlar birikerek.
Trenin önce sesi duyuldu daha sonra da kendisi. Önündeki farları yakılı tren kırk elli metre ötesinde, gürültüyle platforma doğru ilerliyordu. İnsanlar trene binmek için platforma doğru ilerlemeye başladılar.
Trenle Şair arasında yirmi metre ya var ya yoktu artık. Şair platformun tam ucundaydı. Yaklaşık bir karış ötesi boşluktu. Şairin başı iyice dönmeye başlamıştı. Kulakları hiçbir şey duymuyordu. Ne trenin sesini ne de etrafındaki insanların sesini duyuyordu. Sessiz, siyah beyaz bir filmin içinde hissetti kendini. Ayağının öne doğru uzatmak istedi ama birisi arkadan çekiyor gibi kımıldayamıyordu. Arkasında kimse yoktu halbuki. Bir hamle daha yapmak istedi ama yine kıpırdayamamıştı. Koşuya hazırlanan bir atlet gibi önce ağırlığını geriye verdi ve ileriye üçüncü hamlesini yaptı. Şair, kendisini arkadan kavrayan hayali elin parmaklarını gevşettiğini hissetti. Hayatında hiçbir zaman yapamadığı atlayışı yapmıştı işte. Şu mısraları mırıldanıyordu yere düştüğü an:
“Yeniden dirilmeye andım var ey sevgili
Gözlerimin içinde can veriyor leylalar
Saçlarımda beliren şu solgun yıldızlardan
Duvardaki beyazlar göğe merdiven dayar
Kefenime sarılıp sabah akşam yas tutar
Şairler ülkesine henüz gelmeyen bahar”
Not:Hayat öyküsünü anlattığım Erzurumlu şair Nazir Akalın’a Allah’tan rahmet diliyorum.