GÖLGE
GÖLGE
GÖLGE
Unutulmayı Hak eden’e
Erken gelmişti hastaneye, nasıl erken gelmesindiki zaten. İşten atıldıktan sonra vakit öldürmek için boş boş dolaşıyordu. Aslında hiç sevmezdi böyle havasız kasvetli donuk bakışlı ortamları, solmuş tuvallerin unutulmuşluğunu hatırlatan ciddi hemşire fotoğraflarının bulunduğu yerleri. Ama oradaydı işte… ve tedirgindi.
Her zaman arkadaşlarına karşı dakikliğiyle övünmüştü oysa şimdi, bu soğuk duvarlar arasında bir gözü saatinde diğer gözü beyaz üniformalı hemşireyi beklerken volta atıp duruyordu. Yanı başında duran ve ayagı askıda olan bir genç ise köşeye koltuğa oturmaya çalışıyordu. Bu arada iki kişinin omuzlayarak getirdiği her tarafı çürük ve sargı içersindeki genç kadını gördü. Kadın bir yandan vücudundaki ağrılardan şikâyet ederken diğer taraftan da benim suçum değildi aniden çıktı karşıma! hem nasıl görebilirdim ki böyle sisli bir havada(?) diyordu. Zaten çok geçmeden bu bekleme esnasında genç kadının küçük bir çocuğa çarptığını, çarpmamak için manevra yapmaya çalıştığı anda da yolun kenarındaki yeşil bordürlere arabanın tekerleklerini sürterek takla attığını anlamıştı. Zira kadın devamlı olarak yanındakilere olay anını yüzünde oluşan korku dolu ifadelerle tekrardan yaşıyormuşçasına heyecan ve telaşla anlatması yüzünden çevrede bulunan ve konuşmalara şahit olan ben de dâhil hastane polisi olayın nasıl olduğunu zorlanmadan idrak etmişti. Genç kadın kesik ve harıltılı bir şekilde konuşarak zorda olsa kazayı anlattıktan sonra kendini taşıyanlara sanki masum olduğunu kanıtlamak istercesine, belki de duyduğu suçluluk duygusunu hastanedekileri hâkim yaparak vicdan mahkemesinde beraatini istermiş gibi etrafına bakınıyordu. Tüm bunlar ise onun aklındaki sıkıntısını unutturmaya yetmiyordu. Aksine tombul ve beklenildiği gibi asık suratlı olan hemşire bu kişilerle ilgilenmek durumunda kalınca tahlil sonuçlarının verilmesi gecikiyordu. Bu bekleyiş içinde gayri ihtiyari olarak parmaklarını çıtlatmaya başlamıştı bile.
Gök mavi Üniformalı hemşire
Birden göz göze gelmişlerdi daha önce hiç fark etmediği ve beyazın yerine gök mavisi üniformayı zırh edinmiş ve devamlı gülmeye çalışan 20–21 yaşlarındaki yakasında küçük harflerle daktilo edildiği için hiç kimse tarafından 1–2 adım öteden okunamayan bir kimlik bulunan lakin bu haliyle bile hastane çalışanı olduğu her halinden belli olan genç görevliyle. “Sanki o anda anlamıştı beni, ne denli ıstırap içerisinde bir bekleyiş içinde olduğumu….” Diye düşündü. Podyum mankenlerine nispet yaparcasına sahip olduğu gülümsemesini daha da kocamanlaştırarak ona bakıyordu, aralarında sadece 5–6 metre olmasına rağmen, belki de stresli olduğu içindir, ses telleri sanki ona ait değilmişçesine istediği kelimelerin ağzından dökülmesi için kendisine yardımcı olmuyordu. Zaten buna ihtiyacı olmadığını anlaması uzun sürmedi. Çünkü uzun siyah saçlı gözlerinin etrafına sürdüğü boyalardan olsa gerek kömürden bile siyah gözüken gözleri ve de bembeyaz olan dişlerini herkese göstermek istercesine devamlı gülümsemeye çalışan bu genç görevli elinde bir zarfla ona doğru geliyordu. Sanki göz göze geldikleri andan itibaren aralarında hipnotik bir iletişim şekli oluşmuştu ve daha ağzını açmadan, ki zaten konuşamıyordu, yanında bitivermişi bile. --- “tahlil sonuçlarını bekliyordunuz değil mi Fuat Bey?” demişti. “Adımı nerden biliyordu?” sorusu aklını biranda kurcalamaya başladığı anda, bunun hiç de önemli olmadığını fark etmesi uzun sürmedi. İşte beklediği sonuçlar elinde bulunuyordu. Bu arada genç kız beklettikleri için özür dileyip duruyordu ama tüm bunları kulağı duyuyor olsa bile beyni anlamıyordu. Zaten hastanelerde insanlar hiç de alışık değildir kendilerinden özür dilenmesine. Her gün televizyonlarda izlenen acil görüntüleri insanın aklına gelince, tahlil sonuçlarını alması için verilen süreden 1 saat önceden geldiği halde bekletildiği için özür dilenmesi şaşırtmıştı aslında. Nede olsa paraya kıyıp özel hastaneye gelmemişti boşuna. Üstelik kıydığı para kendisinin bile değildi. Kendine kalsa gelmezdi hastane köşelerine, ama anneciği çok ısrar etmiş hatta zavallı kadıncağız bin bir dil döküp, issiz olduğunu bildiğinden muayene ücretini de oğlunun montunun cebine koyarak, zorla yollamıştı hastaneye. Ama tüm bunların bir önemi yoktu şimdi. Biran önce elindeki kapalı zarfı açmak ve sonuçu öğrenmek istiyordu. Fakat böyle bir anı bu genç görevlinin önünde yaşamak istemiyordu. Kısık bir sesle sağol diyebildi yalnızca. Genç kızda son bir kez daha veda gülümsemesi yaparak ayağı sargılı olan delikanlının yanına gitmişti. O delikanlıya da ismiyle hitap ederek biraz daha beklemesini söylemişti aynı gülümsemeyi hiç bozmadan. Sanki botoksluydu kızın yüzü. Hep aynı gülümseme ifadesi…
Biraz sinirini bozmuştu bunları düşünmek… Belki de kıskanmıştı. Sadece kendisine bu kadar özel ilgi gösterildiğini düşünmüştü bir an için. Bu düşüncelerle ayakları çoktan koridorun yarım saat önce geldiği tarafına doğru dönmüş ve çıkış merdivenlerine doğru birkaç adım atmıştı bile. Koridorun sonunda 13 kişilik kağnı hızıyla ilerleyen asansörlerden vardı. Bu asansörleri binaya girerken de fark etmişti, ancak saniyelerin hesabını yaparak gelmiş ne kadar erken gelirse o denli istediği sonucu alacakmış, niyeyse bu da saçma bir düşünceydi, gibi hissediyordu. Sanki hayatının akışını değiştirecek bu önemli an bu asansörlere bağlı gibi hissetmişti. İnsan zorda olduğu biçare kaldığı zamanlarda bu tip batıl inançlara ne de çabuk inanmak istiyordu. Oysaki bir hafta önce ayrılmayı planladığı kız arkadaşı ilişkilerinin geleceğini görmek için bir kafeye oturduklarında çiçekli fistan giymiş her halinden Romen olduğu belli kadına fal baktırmak istediğinde ne de çok gülmüş ve o’nunla dalga geçmişti. Kaderin cilvesiydi bu, belki etme bulma dünyası dedikleri de buydu. O’nun ahını almış olmalıydı…
Bir an önce kendini dışarı atıp rahatlamak istediği için gelirken kullanmak istemediği bu asansörleri giderken de pas geçmişti. İkişer üçer adımlarla, çocuğun annesinin elinden zorla kurtulup salıncaklara koşma isteğine benzer bir şekilde iniyordu merdivenleri, bir yandan da attığı iniş adımlarını sayıyordu içinden. Çıkarken yaşlandığını hissettiren bu soğuk koridor ve merdivenler, iniş yolculuğunda her nedense ona İbrahim Sadri’yi hatırlatmıştı. Bir anda istem dışı mırıldanmaya başlamıştı İbrahim Sadri’nin şarkılı şiirini, “sen benimsin her şeyimsin sen benimsin hiçbir şeyimsin sen benim on yedi yaşımsın” diyordu şiirde. Bu belli belirsiz mırıldanmaların sonu ise “On yedi yaşındayım hayat benden yana…” mısralarına bağlanıyordu. Zaten bu hayat öpücüğü şiir adımlarının hızlanmasına yetmişti bile, nasıl geldiğini bilmeden çıkış kapısına ulaşmıştı. Kale duvarlarını yıkmaya çalışan yeniçeriler gibi hışımla itmişti kapıyı. Hastane binasının önüne çıktığında ise hayattaki ilk nefesini yeniden aldığını düşünmüştü. Bundan dolayı olsa gerek, refleks olarak öksürmeye başladı. Zaten kendini de hayata karşı savunmasız hissediyordu. Günahsız doğan bebeklerin bile bu zor anlarında yanlarında birileri olurdu şevkat elini uzatacak. Ne de çok isterdi şimdi yanında annesinin olmasını… Elinde tuttuğu bu zarfı tek başına açacak gücü kendinde bulamıyordu bir türlü
Annesi onun hayat merkeziydi. Çocukluğu tel örgüleriyle içerdekileri mi tutsak ettiği yoksa dışarıdakileri mi özgür kıldığı bilinemeyen askeri lojmanlarda annesinin eteğine sarılarak babasının eve dönmesini bekleyerek geçmişti. Babasının yoğun çalışması sonucunda eve gelip kendisine zaman ayıramamasından şikâyetçiyken 15 yaşından sonra babasıyla ancak rüyalarında oynayabilecekti. Erzincan’a çıkmıştı tayinleri, annesinin çok endişeli olduğunu hatırlıyordu hayal meyal. Korkuyordu besbelli. O vakitler terör merkezi sayılıyordu gidecekleri yer. Annesinin önsezileri çok güçlüydü “Hüseyin içimde kötü bir his var” diyordu. Bunu derken de çaresizce valizlerini topluyor, bir daha geri gelmeyeceğini bilircesine son bir kez daha evlerinin bahçesindeki güllere bakıyordu. Babası subay olarak ilk burada başlamıştı göreve: Amasya…
Amasya doğumlu olmasına rağmen; bu isim nüfus cüzdanındaki lüzumsuz kimlik bilgileri hanesini doldurması ve hemşerim diyerek samimiyeti artırmaya çalışanların verdiği rahatsızlık dışında hiçbir anlam ifade etmiyordu. Bunun tek istisnası Deneme lisesindeki matematik öğretmeninin Amasyalı olduğu için torpil yaparak dersten geçirmesiydi.
Hastane önü
Nihayet hastanenin önüne atabilmişti kendini. Derin derin nefes alarak nereye gideceğini düşünmeye başlamıştı. Hâlbuki hastaneye gelirken böyle geçirmemişti kafasından. Doktorun gözüne bakarak “gerçekleri bilmek benim en doğal hakkım” diyecekti. Oysa bırak tecrübesini ellerindeki kırışıklıklarla kanıtlayan doktorunun yüzüne bakmayı, hemşireden bile test sonucunu isterken nefesi kesilmişti, tıpkı ilk âşık oluşunda hissettikleri gibi bir duyguydu. Bu yüzdende bir B planı hazırlamamıştı kafasında. Günlerdir kendisini en kötü ihtimale karşı hazırlamış olmasına rağmen, yine de hayat kafanda planladıkların gibi yaşanmıyordu yahut ta kafanda planladıkların hayatın kimsenin bilmediği bir güçle, nerden geldiği belli olmayan hatta birçoğumuzun umursamadığı bir nehrin can suyuyla dönen değirmeninin çarkları arasında kaybolup gidiyordu. Çarşıdan aldım bir tane eve geldim bin tane… misali büyük ödül kazanmış ta ne yapacağını bilemeyenler gibi öylece kalakalmıştı hastanenin önünde.
Vakit Yok Gemi Kalkıyor…
İnsanlar gelip geçiyordu anlamsız bir telaş içinde önünden. Kendisi bile daha 1 hafta öncesine kadar o acelesi olan, kaldırımda sert adımlarla yürüyen, ulaşılması gereken yere gecikmeyi önlemek için bir tanıdık görme ihtimaline karşı hep yere bakarak ve kaldırımlarla kavga ederek yürüyen o herkesin bildiği ama kimsenin üyesi olduğunu kabul etmediği gizli tarikatın içinde değil miydi? Ve acı acı güldü hastane zarfı elinde olduğu halde kendi kendine. Bir acelecinin daha sesi geliyordu “kalkıyooor boğaz turuuu… Müzikli çalgılıııı…”diye bağırıyordu genç bir çocuk nefesinin yettiğince. Son şans, son fırsat bir daha geri gelmeyecek mutlu anlar vaadiyle müşteri çekmeye çalışıyordu. Sanki hiç düşünmeden hemen koşa koşa gelmezseniz gemiyi kaçıracağınızı zannederdiniz çocukcağızın yüz halini görünce. Saatine baktı o anda. 10 dakikası vardı daha çalgılı müzikli boğaz sefasının başlamasına. Bu vakte kadar defalarca kordon kenarından geçerken duymuş olmasına rağmen bu çağrıları, hiç katılmamıştı boğaz sefasına.
Bu İlk Değil mi?
Adı bile zaten saçma geliyordu, rutin olarak Cumartesi Pazar 13.00 da kalkan ve İstanbul boğazından esinlenerek boğaz sefası denen gezilere. Ortalıkta ne onun görebildiği bir boğaz nede onun anlayabildiği bir sefa şekli vardı. Ama insanlar ellerinde biletleriyle, çoluk çocuk, kızlı erkekli gruplar hatta el ele tutuşmuş çiftler şeklinde bu son şans denen gezintiden nasiplenmek istercesine gülücükler saçarak biniyorlardı vapura. Kulaklarından sonra vücudu ve ayakları da dönmüştü sesin geldiği noktaya. Acele etmesine gerek olmadığını bilmesine rağmen, hem o eski alışkanlıklardan gelen düşünmeksizin hareket ederek gündelik hayatın rutinliğine akma telaşı yani acelecilik özlemiyle hem de hastane önünde beklemektense en azından ne yapacağına bir karar verene kadar sığınacak bir liman bulmuş şiddetli fırtınadan batmadan çıkmış bir gemi olabilmenin edasıyla koşmaya başlamıştı vapura. Üstelik acele eder gibide bir surat ifadesi takınmıştı anında kendine. Biraz kafasını dağıtmıştı bu ötekilere benzeme kaygısı. Vapurun önüne geldiğinde cebinden çıkardığı kırışmış olan parayla, çocuğun yüzüne bakma ihtiyacı duymadan, genç çocuğa bilet… deyivermişti, biletimi ver paranı al ifadesiyle. Eli havada asılı kalınca ancak başını kaldırıp bakmıştı. İşte o anda fark etmişti genç çocuğu. Üstünde şapkalı switt-shirt’ü sağ elinde parmak uçları kesik eldiveniyle denizci mi öğrenci mi belli olmayan, muhtemelen her ikiside olan, yirmilerindeki bir delikanlıydı. Bilmiş bir tavırla bu ilk değil mi abi? Diye sormuştu biraz da laubali bir şekilde. Deşifre olmuş olmanın, onlardan olmama duygusunun verdiği bir yakalanmışlık hissiyle sadece ee..evet diyebilmişti. Evet, yine tutulmuştu. Tıpkı 1 saat önce hemşire karşısında tutulduğu gibi ya da ilk âşık oluşu gibi. Genç çocuk sırada diğer müşterilerin beklediğini görmüş, biletler yolculuk esnasında kesilecek abi diyerek eliyle vapura geçmesini işaret etmişti. O da bu gizli tarikatın yazısız emirlerine harfiyen uyarak adımını atmıştı afili yazısıyla ismini herkese ben buradayım diyerek bağıran boğaz sefası vapuruna. Vapura binenlerin birçoğu üst kattaki kapalı bölüme geçiyorlardı, hareket edilince oluşacak rüzgârın etkisiyle rahatsız olmamak için. O ise vapurun kıç kıyısına-üstü açık rüzgârın en net hissedilen kısmı- geçmişti elindeki zarfıyla yıllar öncesini yâd etme isteğiyle. Babasıyla o ölmeden önce gelmişlerdi İzmir’e, denize, vapurlara, suratlara çarpan rüzgârın selamına. 6–7 yaşlarındaydı, ilk görüşü olmuştu bu, denizi. Annesi de yanlarında olmalıydı, fakat neden annesiyle ilgili hiç bir şey hatırlamıyordu o İzmir seyahatindeki vapur gezisinden! Askeri bir kurs için babası yurt dışına gidecekti. Annesiyle onu uğurlamaya gelmişlerdi İzmir’e. Bu vesileyle de kısa bir tatil fırsatı elde etmişlerdi. Az ağlamamıştı keza bu hafta sonu tatili, vedalaşma günü, için annesine. Aile meclisi bu gözyaşlarına-bağırış çağırışa- daha fazla kayıtsız kalamamış, hep birlikte İzmir’e babasını uğurlamaya gidilecek, dönüş ise Amasya’ya değil dede evi olan Ankara’ya yapılacaktı. O vakitlerden baba yokluğunda dedenin yanında kalma durumunun, babası öldükten sonrada devam edecek bir alışkanlık haline dönüşeceğini bilemezdi. Yıllar önce babasıyla yaptığı gibi, yine yüzüne serpişen vapur çarklarının havaya püskürttüğü dalga kırıntıları ve rüzgâr fısıltılarıyla-ki bu kez tek başına- buluşmuştu. “hissetmeyeceksek rüzgârın çığlığını, martıların kanat çırpışlarını niye biniyoruz ki vapura?” demişti babası ve sonradan yaşayarak öğrendiğine göre buralarda böyle bir adet olmadığını ellerindeki simitleri paylaşmışlardı martılarla. O kadar yakından uçuyorlardı ki martılar yanlarından, elini uzatsa birisine dokunacakmış hissine kapılıyor, bu duygular esnasında yaklaşan veda anı kaygısını martıların kanatlarına takıp kendinden uzaklaştırıyordu.
En kötü karar!
Elindeki zarfı ilkokul öğrencilerinin karne günü okuldan çıkarak eve gitmeden önce son kaçamaklarını yapmak için çarşı pazar dolaşmalarını andıran bir hava içindeymişçesine sallıyordu durmaksızın, belki de vapurun oluşturduğu rüzgâr sallıyordu dönem sonu karnesini. Evet, bu zarfın içindeki onun için 29 yıllık bir karneydi adeta. Zarfı açmadan önce en doğru olanın hayatla bir muhasebe yapmak olduğuna karar vermişti. İlk 29 yılda yapılan-yapılmayan tüm hareketler, söylenen, söylenmek istenen-söylenemeyen tüm sözler-ki söylediği hiç bir şeyden pişmanlık duymamıştı bu güne kadar!- ve artık olmayan hayalleri… İşte bunların hepsiyle sanki karşı karşıya oturmuş, geçmişin alacak-verecek hesabını yapacaklardı martıların şahitliğinde boğazın sefasında.
“En kötü karar kararsızlıktan daha iyidir.” Derdi dedesi hep. O da sonra’sının olmadığını kabullenerek- bu kabulü yapmadan zaten böyle bir hesaplaşmaya başlamak aklına bile gelmezdi, kimin gelir ki? - rahatlamış arkasına daha da yaslanarak önünden geçen çaycıya o herkesin bildiği el işaretini yaparak çay getirmesini söylemişti. Cebindeki bozukluklarla çaycı çocuğun parasını genel adet olduğu üzere ince belli cam bardaktaki çayını alırken çocuğun eline sıkıştırdı.
Bir iskeleye daha geri geri manevralar yaparak yanaşmışlardı. Yeni yolcular neşeli bir telaşla güverteye adım atmışlar, artık kapalı kısımdaki boş koltukların azalmasıyla güvertenin açık kısmını dolduranlar çoğalmışlardı. Görünüşlerinden üniversiteli oldukları anlaşılan genç bir çift el ele gözlerden ırak baş başa kalabileceklerini düşündükleri güvertenin yan kısmına geçmişlerdi. Dedesi görseydi bu manzarayı büyük ihtimal tühlemeye ve klasik zamane çocukları…diyerek söylevlerine başlardı. Babası asker olmasına rağmen disiplin kelimesinin anlamını sözlüklerden ziyade yaşayarak ve de uygulayarak şimdilerin emekli bürokratı olan dedesinden öğrenmişti. Erzincan’a gittikleri hafta, daha evlerini bile yerleştirmeye fırsat bulamadan sarsılmışlardı. Kaldıkları askeri lojman binası çatlamasına rağmen yıkılmamayı başarmıştı. Resmi rakamlara göre 6,3 şiddetinde ve 653(!) kişiyi içine yutan doğal bir afet yaşanmıştı o akşam 19.20 sularında Erzincan’da. Ama babasının o gün nöbetçi olarak kaldığı karargâh binası o kadar sağlam yapılmamıştı. O sabah çıkan erbaş-erlerin cesetlerinin yanında babası da bulunuyordu. Zaten ertesi gün apar topar dedesi gelmiş çoğu açılmamış olarak kolilerde bekleyen eşyalarıyla birlikte Ankara’ya gitmişlerdi.
Acılarla Yaşamayı Öğrenmek-zorunda olmak
Ankara’ya, babasızlığa, tek başınalığa alışmak; alışmak zorunda olduğunu bilmek ve bu durumu kabul etmek; en zor olanı da bu şekilde, hiç bir şey olmamışçasına, yaşamaya devam etmekti. Tabiydi her iyi ve kötü şeyin olduğu gibi yaşadığı yaşamak istemezliğinde bir sonu vardı. Bu bunalımlardan kurtulmasını da yine dedesine borçluydu. Haftalarca kimseyle konuşmamıştı, konuşmakta istemiyordu. Bu şekilde sürdürmekte kararlıydı geri kalan yaşamını, babasının o’ndan alınmasına açık isyanıydı bu tutumu. Dedesi memuriyetinden akşamüstü çıkmış, lakin eve geleceğine sabahtan annesine mahalle parkında buluşmaları için tembih etmişti, erkek erkeğe bir konuşma olacaktı bu. İstemeye istemeye anne zoruyla gidiyordu parka. Biliyordu çünkü kanatlarından kavramak için hayatı kendisini ikna etmeye çalışacağını dedesinin. Parkın köşesinde bir parkta oturuyordu dedesi elinde kuş yemi ile. Geldiğini görünce o’na da verdi bir avuç, başladılar beraberce havaya saçmaya kuş yemlerini hiç konuşmadan. Tam kalkacakken banktan, dedesinin elini omzunda hissetmişti. Dedesi iki eliyle omuzlarını biraz okşayarak biraz da kaçmasını engellemek için sıkarak “ Sevdiklerin hep kalbindedir, sen istemezsen silinmezler” diyerek diğer elinde sıkıştırdığı kolyeyi göstermişti boynunun yanından sarkıtarak. Sonra bir adım atarak yanına gelmiş ve kolyeyi açarak anne ve babasının resmini göstermişti. Alması gereken mesajı ve hediyesini alarak el ele evlerine dönmüşlerdi. Karşısına oturan yaşlı çift sayesinde hatırlatmıştı dedesini, keşke bahane bulmadan hatırlayabilmiş olsaydı dedesini. Soldan sağa taranmış beyaz saçlarıyla ne de çok benziyordu…
Ana duası
Birden elindeki zarf kayıp gitmiş, rüzgârın etkisiyle koltuk aralarından geçerek güverteden aşağıya düşecekken biletçi genç zamanında bir refleksle tutarak düşmesini engellemişti zarfın denize. Dünyayı kurtarmış bir ifadeyle sırıtarak iade etmişti uçan kaderini. O an biletçi çocuk olmasaydı yakalamaya bile çalışmayacaktı kaderini. Donakalmıştı zaten kıpırdayamamıştı bile. Her ne kadar istemese de zarfı açmak yüreği, kaderden kaçılmıyormuş meğer! Diye gümlüyordu göğsünde. Zarfı denizin gizemli koynuna bırakabilir ve her şey aynı, hiçbir şey değişmemiş gibi rutin hayatına dönebilirdi. Ne de çok kolay olurdu(!) annesi gelmeseydi aklına. Annesinin lafıydı,“ kaderde varsa yavrum…” diye başlar hemen arkasından el açıp yalvarma kısmı başlardı: Allah’ım canımı, yiğidimi, paşamı Sen koru. Kem gözlerden, görünür görünmez belalardan, akla gelmeyen kötülüklerden Sen koru, şeytanın şerrinden Sana sığınırım. Babası öldükten sonra bu dualarda oldukça sıklaşmaya başlamış, peşi sıra da gözyaşlarına dönüşür olmuştu. Biletçi genç diğer yolculardan sonra elinde koçanla karşısına gelmişti. Biletini alırken göz ucuyla da fiyatına bakmıştı. Normal tarifenin 3 katı bir fiyatı vardı bu keyfin. Başka zaman olsa hiç bir şeyi değiştirmeyeceğini bilse de yine de bu bilet fiyatının münakaşasını yapardı. Lakin şimdi, hiçte havasında değildi. Tek kelime etmeden cebindeki bozuklukları vermişti. Biletçi genç gözüyle bozuklukları saymış, fazlasını yeniden avucunun içine bırakmıştı. Şimdilerin moda deyimiyle; Ne de olsa lüks ucuza satın alınamazdı!
Doğru Aşk!
Vapur yine geri geri manevralar yaparak iskeleye kavuşmaya çalışıyordu. Alsancak. Çalgıcı çocukları ve yaşlı çifti sürdükleri bu mesut düş uykusunda bırakarak, önünde ilk gördüğü el ele tutuşan çift olduğu halde iskele çıkışına doğru hareket etmişti. Dedesi gibi düşünmemede tuhafsadı önce bu hallerini. Hala mutluydular ve hala eleleydiler. Aslıyla da hiç bırakmazlardı birbirlerinin ellerini, ama bunlar bir başka sıkı tutuyorlardı birbirlerinin ellerini. Doğru olan “aşk” bu genç çift olmalıydı, ayrılmışlardı çünkü aslıyla.
Turnikelerden hızlıca geçerek kordon kenarında boş bulabileceği bir banka bakıyordu. Bankların pek çoğu genç âşıklar tarafından zapt edilmişlerdi bile. Biraz ilerde kendisini ona ayırmış bankı görünce adımları daha bir sıklaşmıştı.
Aslı, boş bankın yanındaki başka bir bankta, elleri başkasının ellerinde oturuyorlardı başka birisinin hayalleriyle birleştirip hayallerini yelken açmışçasına engin denizlere.
Aslı … Elleri başkasının ellerinde…
ve öylece yanından geçtiği bankın üzerinde…
Aslı’ya…Sen olmadan uçar mıyım kanadım olsa bile? (*)
Sen olmadan açar mıyım baharlar gelse bile?
(*) Yavuz Bingöl-Yarım Söz
Aslı, şimdi başkasının kollarında olan kadın!...
Bankın yanından geçerken sadece bir an için göz göze gelmişlerdi. İçinde fırtınalar kopmuş, o anda bu kadar kolay vazgeçilebilir olmasından dolayı yaşadığı hayal kırıklığı ile ellerini sıkmış, Pandora’nın kutusu olan zarfı da buruşturmuştu. Asıl aklının almadığı ise, Aslı’da hiçbir yaşam belirtisinin olmamasıydı. Evet, geçen hafta o terk etmişti bu kızı ama bu kadar kısa zamana nasıl birisiyle tanışmış-ilişkileri esnasında bunun olanaksız olduğunun farkındaydı-nasıl bu kadar yakınlaşmış ve göz göze geldikleri anda nasıl bu kadar duygusuz kalabilmişti? Kadın olmanın gereğimiydi yoksa bu? Keşke şimdi annesinin yanında olsaydı!
Yeteri kadar uzaklaştıktan sonra arkasına dönüp bakmış, ama aslının da oradan kalkarak uzaklaştığını görmüştü. Geride bakılacak ya da hatırlanacak hiçbir şeyin kalmadığını anlamış olmanın verdiği bilinçle başını yineden öne çevirmiş, ilerde yan yana boş duran iki bankı görmüş, yavaş adımlarla yanaşarak bankı ortalayacak şekilde oturmuştu.
Şeytanın şerrinden Sana sığınırım.
Vakit gelmişti artık. Elinin içinde buruşuk halde açılmayı bekleyen zarfı itinayla önce bastırarak düzlemiş sonra da yan kısmından yırtmıştı. Gözlerinin karardığını, ellerinin titrediğini, nefes alış verişinin hızlandığını, beyninden çıkarak tüm vücudunu saran sıcaklığın artışını, hatta zarfı tutan elindeki kılcal damarların atışını bile hissetmeye başlamıştı. Dudakları istemsiz bir şekilde kıpırdamaya başlamıştı, mırıldanıyordu: Kem gözlerden, görünür görünmez belalardan, akla gelmeyen kötülüklerden Sen koru, Şeytanın şerrinden Sana sığınırım. Liseyi bitirip üniversiteye başladıktan sonra yapmadığı bir şeyi yapmıştı, istemsizde olsa. Elinde testin sonucunu bildiren kâğıt olduğu halde gözlerini kapatıp bir yandan dua etmiş bir yandan da bunca zaman aklına bile getirmezken, sıkışıp zora düşünce dua etmeye başlamasından dolayı utanmıştı. Kaderde varsa yavrum lafı geldi annesinin yine aklına. Belki de buydu yaşaması gereken kaderi: hayatını gözden geçirmek, Yaratıcıya yüzünü dönmek, özünü bulmak, kendine ulaşabileceği bir hedef saptamak; tüm bunların sebebi elinde tuttuğu bu sonuç kâğıdına bağlıydı. Hayata yeni bir başlangıç için verilmiş fırsattı bu. Artık ne Aslı’yı ne koluna taktığı züppeyi ne de daha önceki pişmanlıklarını düşünüyordu. Buydu demek Çanakkale’de cephede ölümü bekleyen askerlerin duyduğu korkusuzluğun sebebi: Kaderden kaçılamaz! Hem ne derdi annesi: eğer kaderde varsa…
Elindeki titremede geçmişti. Gözlerini yavaşça açıp kâğıtta koyu yazılı olan kelimeyi okuyabilmişti sadece. NEGATİF. Sevinçten yerinde zıplamış, oturduğu banktan kısa bir müddet havalanmış, tekrar banka düşmesiyle gerçek dünyaya dönüş “yeni” hayatına ise başlangıç yapmıştı.
Ne yapacağını bilemez bir haldeydi tıpkı geçen hafta hastaneye doktora muayeneye gittiğinde beyninde bir tümör olabileceği kuşkusunu duyduğu andaki gibi “tuhaf” hissetmişti kendini. Aynı olaya bağlı iki zıt sonuca rağmen aynı “tuhaf”lığın içerisinde bulmuştu kendini. Hayat iki yönlü bir madalyonsa iyiliğin de kötülüğün de aynı fıtratta tekâmül etmesi tuhaf değil “hayat”ın ta kendisiydi belki de.
Denizde başlayan hortumcuk kıvranarak iskelede vapur bekleyenleri selamlamış, kordon boyunca ilerleyerek küçük bir kızın elindeki balonu gökyüzüne; gazeteleri, naylon torbaları ise oturduğu bankın önüne bırakmıştı. Bu vesileyle fark etmişti üçüncü sayfa sürmanşet haberini: Bir Çınarı daha kaybettik, şair ve düşünür Attila İlhan öldü.
Kader yine varlığını ispatlamış, kendi hayatının devam edeceğini öğrenmişken Attila İlhan’ın ölüm haberini yerdeki bir gazete haberiyle öğrenmişti. Atilla İlhan’ın özel bir yeri vardı onun için. Deneme’de yan sınıftan hoşlandığı bir kıza (Saçlarını sağa sola savuruşu kendine çekmişti onu.) O’nun çok bilinen şiirini gizlice kızın defterinin arasına koymuştu
fatih’’te yoksul bir gramofon çalıyor
eski zamanlardan bir cuma çalıyor
durup köşe başında deliksiz dinlesem
sana kullanılmamış bir gök getirsem
haftalar ellerimde ufalanıyor
ne yapsam ne tutsam nereye gitsem
ben sana mecburum sen yoksun
belki haziran’’da mavi benekli çocuksun
ah seni bilmiyor kimseler bilmiyor
bir şilep sızıyor ıssız gözlerinden
belki yeşilköy’’de uçağa biniyorsun
bütün ıslanmışsın tüylerin ürperiyor
belki körsün kırılmışsın telaş içindesin
kötü rüzgar saçlarını götürüyor
imzasız bir şekilde. Notun sonuna da hafta sonu için çift kişilik sinema bileti iliştirmişti. Ayrıca iki sıra arkadan üçüncü bir bilet almıştı kendini deşifre etmeden gözlemek için. Filmin ilk yarısı boyunca boş kalan o iki koltuğa bakarak, sinemanın sağladığı karanlıktan istifade edip ağlamıştı. İkinci yarıda ise hayatının akışına yön verecek felsefeyi icat(!) etmişti: Hayattan ve insanlardan elde edemeyeceğin beklentilerin olmazsa, üzülmezsin. Zaman akıp gittikçe insanlara karşı daha mesafeli davranmaya başlamış, bu yüzden de soğuk ve insanlara tepeden bakan biriymiş gibi algılanmış; ödediği bu bedellerin karşısındaysa gerçekten de kimsenin kendisini üzmesine izin vermemiş, keşke yapmasaydım diyeceği bir hatası olmamıştı.
Eve Dönüş Yolu
Bu düşünceler içindeyken istemsiz bir şekilde oturduğu banktan kalkarak otobüs duraklarına doğru yürümeye başlamıştı bile. Yol kenarına yaklaşınca trafik lambalarına bakmış, ışığın kırmızıdan yeşile dönmesini görüp hiç duraksamadan karşıya geçmek için adım atmasıyla birlikte, yalnızca solundan gelen acı fren sesini duyabilmişti. Kafasını döndürdüğünde otuzlu yaşlarda üstünde yeşil boğazlı kazağı olan kısa siyah saçlı bir kadınla göz göze gelmişti. Bu sayede Kadının gözlerinin şişmiş, sanki az önce ağlamış gibi bir hali olduğunu fark etti.
Gözü yaşlı esmer kadın
Yine hiçbir sebep yokken kayınvalidesinin yaptığı dırdır neticesinde kocasıyla tartışmış, kahvaltı sofrasını bile toplayacak gücü bulamadığı için yatak odasına gidip gizlice ağlamıştı. Sonra odadan hiçbir şey olmamış gibi çıkarak 6 ve 8 yaşlarındaki çocuklarının yanına gitmiş, onların okul kıyafetlerini giymelerini sağlayarak kornası çalan servis aracına uğurlamıştı. Pencereden onların servise bindiklerini kontrol ederek her zaman yaptığı gibi kızına eliyle öpücük yollarken daha büyük olan oğluna da kardeşinin elinden sıkıca tutması için işaret etmişti. Hala masada oturan ve fincandaki çayını acele etmeksizin yudumlayarak göz ucuyla gazetesini okumaya çalışan kocasının yüzüne hiç bakmadan kahvaltıdan kalan bulaşık artıklarını öylece masanın üzerinde bırakıp, kapıyı çarparak arabasına binmişti. Yetişmesi gereken bir toplantısı vardı ve acele etmezse bu önemli toplantıyı kaçıracaktı. Arabasın elinden geldiğince hızlı bir şekilde kullanmaya çalışırken zihninin bir kısmında sabahki yaşadığı tartışmayı devam ettiriyor, diğer kısmında ise muhtemelen gecikeceği toplantıya nasıl bir bahane bulup, patronun gözüne batmadan katılması gerektiğini düşünüyordu, Ta ki bir anda çarpmak üzere olduğu adamı fark edene kadar. Tüm gücüyle frene basmasıyla birlikte yan koltukta ağzı açık vaziyette duran makyaj çantasından rimel ve maskarası yere düşmüştü. Ancak asıldığı frenler işe yaramış ve acı bir sesle birlikte çarpmaya birkaç karış kala durabilmişti. Hatanın kendinde olduğunu ancak genç adamla göz göze gelince trafik ışıklarını fark etmesiyle anlayabilmişti. Yol yayalar içindi. Tüm bu sabahki aksiliklerin üzerine hem de apaçık suçluyken şimdi de bu adamla tartışmak istemiyordu. Eliyle kusura bakma diyebilmişti çekingen bir ifadeyle. Genç adam ise bir anlık tepkisizlikten sonra sadece gülümsemiş ve önemli değil diyerek yürümeye devam etmişti.
Normal bir zamanda olsa çok sinirleneceği bir olaydı bu. Çağımızda kadınlara tanınan abartılı hakların artık erkekleri sindirdiğini düşünüyordu. Önce kurnazca taktiklerle işlerini ele geçirmişler, şimdiyse sıra yollara gelmişti. Aylarca iş arayarak bulabildiği sigorta şirketindeki çalıştığı hayat sigortaları kısmının şefinin de bir kadın olması bu düşüncesinin bir kanıtı değilmiydi. Ama kadının bakışlarındaki hüznü fark etmiş üstelik aynı gün içinde ikinci kez ölüme çok yaklaşıp hayata döndüğünü kavramıştı. Hafifçe gülümseyerek yoluna devam etmişti.
Elma Şekeri
Kent kartını doldurup otobüse binmek için dolum merkezinin önündeki sıraya geçmişti. Kuyrukta kendinden iki sıra önde bekleyen baba oğulla gözü takılmıştı. Gözü daha çok çocuğun elindeki elma şekerinin üzerinde, aklı ise babasının kendine elma şekeri aldığı yıllardaydı. İzmir tatilinde iken vapur gezisinden sonra yemişti, en son elma şekerini. Çocuğun yediği elma şekerini kendi ağzında hissetmeye başlamış, hatta kıtırtarak beraber yemeye başlamıştı hayalinde. Aklına yıllar önce iki sokak ötedeki babasıyla birlikte elma şekeri aldıkları meşhur pastanenin hala açık olduğunun gelmesiyle kuyruktan çıkıvermişti. Hızlı adımlarla bir an önce kavuşmak istiyordu çocukluk günlerine.
Sokak bir anda korkunç bir sesle yankılanmıştı. Tak…
Kader
Ertesi gün gazetelerde üçüncü sayfalarda yazan haberlerde “ özel araçlarında beraber yolculuk yapan üç kişi arasında bilinmeyen bir sebepten dolayı çıkan tartışma sonucunda silahların konuştuğu, araçta bulunan iki kişi ve yol kenarında bulunan bir vatandaşın hayatını kaybettiği” yazıyordu.
Yol kenarında pastaneye ulaşmak için karşıya geçmeyi beklerken, ne olduğunu anlamadığı derin bir sızı göğsüne saplanmıştı. Elini göğsüne götürdüğünde nerden geldiğini anlamadığı sıcak bir kırmızılığın eline bulaşması ve dün geceki yağmurdan kalan suların toplandığı yolun çukurumsu kısmına kafasının düşmesi bir olmuştu. Açık kalan ağzına pis yağmur suları dolmaya başlarken etrafındaki çığlıkları, şaşkınlık dolu koşuşturmaları hala fark edebiliyordu. “Neden?” Diye sordu önce kendi kendine. Sonra kimse duyamasa da “Kader!” diyebildi usulca.
İletişim adresi: [email protected]
YORUMLAR
Yani karakterimiz o kadar acı çekti ama en sonunda ağzı pis yağmur suları dolarak öldü...
Öncelikle tebrik ediyorum. Sonrasında Babanın şehit düştüğünü ama depremde ölebilceğini beklemediğimi ve süper bir kurgu yarattığınızı belirtmek isterim. Aşka gelince insanın hayatına birileri gelir ve çıkar ve anlam da ifade etmez bir süreden sonra o nedenle bu kısmı da harika yansıtmışsınız bir de dua... Annelerimizin duası nazardan kem gözden koruması.. 29 yılın muhakemesi ve yaşadığımız için şükretmek para kavramı uğruna kendimizi yormamak ve tartışmamak... En sonunda da bir kör kurşuna gitmek... Uzun ama okumaya değer. Baştan sona etkileyici oldu. Etkilerini anlatmak güç.
Beğendim.