- 793 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
FISILDAYAN ŞEHİR
Seni bekliyorum...
Birkaç ay önce tanıştığımız kafede oturmuş, seni bekliyorum...
Senin haberin yok elbette ki beklediğimden... Burada, bir başına oturmuş gelmeyeceğini bildiğim bir yabancıyı; seni bekliyorum. Nedenini, nasılını sormuyorum kendime, sadece burada olmaya, ilk kez birbirimizi gördüğümüz bu masada oturmaya, senin içtiğin sigaradan derin nefesler çekmeye ihtiyacım var. Kendimi anlamak için buradayım belki de; neden daha fazla üzülemediğimi, neden ilişki boyunca söylediğim sözlerin arkasında duramadığımı, neden kolaylıkla sıyrıldığımı, neden yaşamıma bu kadar kolay devam edebilip her şeyi sıradanlaştırmayı nasıl bu kadar kısa sürede başardığımı anlamak zorundayım. Kendimi anlamaya çalışıyorum yokluğunun beklentilerinde... Belki de hiç beraber olmadığım bir adamı beklerken aslında kendi zamansızlıklarımı, kendi isteklerimi, kendi yaşamımı anlamaya çalışıyorum. Seni bekliyorum aslında, birazdan gelecek olanın yabancılıklarıyla dolu “ben” olduğumu bile bile...
Seni bekliyorum; haberin olmasa da seni beklediğimden, hiç gelmeyeceğini bildiğim halde için için ağlayarak belki seni bekliyorum. Kimse görmüyor göz yaşlarımı; içime akıtıyorum. Yıkıntılarında dolaşıyorum geçmişimin... Bana dair ne varsa, ne kaldıysa geriye bulabilmek için dolaşıyorum kendi şehrimin yıkıntıları arasında... Boş sokaklarda dolaşıyorum; sessiz sedasız adımlar atıyorum ve biliyor musun sevgilim; uzun zamandır öyle çok şey yitirmişim ki, üstelik çoğunun seninle ilgisi bile yok ama yine de insan her zaman en sonuncuda buluyor mutsuzluklarının sebebini, son adımdan çok önce bu yola girdiğini unutmuş oluyor zihni. Bu yüzden acım sana ait; buna inanıyor, bunu biliyorum. Seni unuttuğum gün tümüyle temizleneceğime, hayatımdaki yanlış giden her şeyin bir anda yerli yerine oturacağına dair garip bir inanca sarılıyorum. Kendimi unutuyorum sonunda; bir tek seni suçlayabiliyorum...
Görüyorsun sevgilim; tüm yanılgılarımla bekliyorum seni. Senin hiç haberin yok belki de beklediğimden ama yine de buradayım. Pencerenin dışından tüm şehrin gürültüsüne, öfkesine kapatıp kendimi, uzak bir kentin yıkıntıları arasında dolaşıyorum. Parmak uçlarımda yürüyorum uyandırmamak için kimseyi. Kendime ait ne kaldığına bakıyorum, bana ait olduğuna inandığım ne var diye bakıyorum. Yokuş yukarı yürürken alevlerin yükseldiği bir binadan gürültüler geliyor. Yardım isteyen bir çocuk sesi duyuyorum... Oradayım; hayatımda ilk kez kaçmıyorum...
Koşarak apartmanın merdivenlerinden yukarı çıkıyorum. Sesin geldiği yeri arıyorum. İç sesim “çabuk ol” diyor. “Koş, kurtar onu!” Üst kattaki balkonların birinde küçük bir kız çocuğu buluyorum. “Ağlama” diyorum. “Çıkaracağım seni buradan...” soğukkanlılığıma şaşırıyorum bir an, sonra kendime geliyorum. Kucağıma alıp sıkı sıkıya tutuyorum, göğsüme bastırıyorum küçük bedenini... Üzerimize saldıran alevlerden kaçmaya çalışarak bir çıkış yolu arıyorum... Merdivenlerin çökmeye başlayan basamaklarından aşağı iniyorum, kucağımda ağlamaya devam ediyor küçük kız. Sokağa ulaştığımızda derin bir nefes alıyorum, derin bir nefes çekiyorum ciğerlerime... Susuyoruz ikimizde; suskunluğu paylaşıyoruz kucağımda ki küçük kızla.
İşte sevgilim; susuyorum yine... Merak ettiğin suskunluklarımdan biri daha; anlamadığın gerçeğimden bir anı daha sana hediye. Kucağımda küçük bir kız çocuğu dolaşıyorum yıkılmış bir kentin sokaklarında. Bana ait ne kaldı diye düşünüyorum, içimdeki çocuğa ait ne kaldı bu şehirde. Senin hiç bilmediğin bir yerlerde yürüyorum. Senin keşfetmek için hiç çaba göstermediğin, benimde sana kapılarını hep kapalı tuttuğum bir kentin yıkıntıları arasında çocuğumla, kendi çocukluğumla yürüyorum.
Seni bekliyorum...
Senin haberin yok elbette ki beklediğimden... Burada, bir başına oturmuş gelmeyeceğini bildiğim bir yabancıyı; seni bekliyorum. Seni düşünüyorum her yeni gün yanına yenilerini eklediğim bir dolu yalanın arasında... Anımsamaya çalışıyorum, tanıdık bir şeyler arıyorum.
Ve biliyor musun sevgilim; anımsayamıyorum... Geriye ne bir fotoğraf, ne de herhangi bir şey kaldı senden. Zihinlerimizde arta kalan zamanlara ait günlerin arasında bir yerlerde yüzün şimdi. Bir tek ben anımsıyorum seni fırsat buldukça, arada bir de sen hatırlıyorsun beni. Ve ikimizin elinde de ne bir fotoğraf, ne de geçmiş günleri anımsatacak bir hatıra var; hüzün veren kısmı bu belki de.
Biliyorum söylenen binlerce söz arasında gerçeği ifade edebilecek tek kelime olmadı ve yalnızlık korkularımız yüzündendi kalabalıklar arasından birbirimizi hayatlarımıza ortak etmemiz. Alışamadığımızı, hatta alışmak istemediğimizi biliyorum artık ve sanırım daha kolay anlayabiliyorum neden tüm denemelerimizin başarısızlıkla sonuçlandığını... Ait olamamıştık, ait olmak istememiştik birbirimize; bu yüzdendi uzaklığımız, bu yüzden geriye bir fotoğrafın bile kalmadı bende.
Üstelik gerçekten yabancıydın ve bu yabancılık duygusu öyle güçlüydü ki hiçbir zaman dost olamazdık, hiçbir zaman bir araya gelemezdik çünkü konuşacak bir tek kelimemiz bile yoktu ne düne, ne de yarına dair. Yapabileceğim tek şey seni gördüğümde yolumu değiştirmekti, görmezlikten gelmek, kaçmak ve yok saymaktı. Daha ileri gidemezdim; bu yolun daha ilerisi yoktu çünkü. Sen beni görünce ne yapardın; tahmin bile edemiyordum doğrusu. Yabancılığımız duygularını, tepkilerini, hareketlerini öngörmemi olanaksız hale getirmişti. Bir ihtimal yolunu değiştirmezdin benim gibi, ya da kaçıp gitmezdi bir alt sokağa. Örtüşmeyen iki insandık çünkü, birbirimizi taklit yeteneğimiz olmadığı gibi çok uzak zamanların insanlarıydık. Belki de bu yüzden gerçekleşmeyeceği tahmin edebiliyordum yalnızca, gerçekleşme ihtimali olan hiçbir şey zihnimde bir hayal yaratmıyordu.
Bekliyorum...
Birkaç ay önce tanıştığımız kafede oturmuş bekliyorum...
Haberin yok elbette ki beklediğimden... Burada, bir başına oturmuş gelmeyeceğini bildiğim bir yabancıyı; onu bekliyorum.
Sevdi mi seni derseniz; sevmiştir sanırım ara sıra, kim bilir belki de hiç sevmemiştir, benim bildiğim bir sevgi değildi sadece onun hali. Bana göre derin bir sevmeme, sevememe durumu belki biraz abartıp hiç sevmeme, alışamama ilk tanışma anını takip eden günler boyunca yitirmişti belki de parça parça içindeki sevme güdüsünü...
Sen onu sevdin mi derseniz; sevdim sanırım ara sıra; öyle ihtiyacım vardı ki birini sevmeye, birine ait olmaya, üstelik kendimde daha önce görmediğim bir teslimiyet duygusuna sahip olduğumu da anlamıştım onun yanında. İlk gördüğüm andan itibaren kendini besleyen, büyüten zaman zaman, son güne kadar yeşeren yüreğimde garip ve hastalıklı bir sevgiyle sevdim onu. Evet; bende sevdim onu ara sıra...
Kaybetmemek adına ne mi yaptık birbirimizi? Belki de doğru şekli değildi bu sorunun; biz onunla kaybetmek üzerine bir oyun oynamaya başlamıştık. Sevdiği kağıt oyunlarından biriydi gün geçtikçe kazananın kaybedeceği aslında. Kaybedenin üzüntüsünü hissetmeyeceği kazanma hırsı yüzünden. Yani kaybetmemek değil, kaybetmek üzerine kurulu bir oyunda kağıtları dağıttık onunla. Üstelik kurallarını bilmediğimi, yabancısı olduğumu bu kesif sigara dumanı ve kalabalığın içinde her hamlede biraz daha zavallılaşarak, biraz daha korkarak ondan, oyunun sonunda gideceğini bilerek ama yine de kaçmayarak, masadan kalkmayı reddederek, dostların sözlerine kulak tıkayarak devam ettim. Zaman zaman yanağıma koyduğu o minicik öpücüklerin hevesi ve daha fazlasının arzusuyla körleşmiş gözlerimi masadan ayırmadan, ardı ardına yanan sigaranın genzimi tıkayan o tuhaf ve adım adım ciğerlerimde biriken acı tadından derin nefesler çekerek orada kaldım, o gitmeden kalkmayı reddettim masadan...
Nefes alıyorum hızlı, hızlı; sanki akciğerlerim uzun süre nefessiz kalmış gibi. Öyle ki yaşamım boyunca hiç nefes almamışım, uzun bir solukta sessizliği tutmuş gibiyim ciğerlerimde. Yüreğime giden kılcal damarlar ilk kez oksijenle tanışıyor; ışık hızında yürüyorlar kalbime. Kendimi yaşlı bir çocuk gibi hissediyorum. Gündelik yaşamın içinde kalmaktan sonunda kendisinden uzaklaşan bir çocuk; biçimsiz hayatların yorgunluğunu dizlerimde taşıyorum.
Kimi zaman insan sonunu gördüğü oyunlarda yenilirdi, aynı çukura ikinci kez düşer, başkalarının sözünü dinlemez, tüm uyarılara kulak tıkar, her şeyi bilir ama bildiğini söylemez, bildiği halde aynı berbat ve çamurlu yoldan geçer, yağmur yağacağından emin olsa bile yine de ıslanır, karanlık sokaklarda gezer, kendisini terk edeceğini bildiği adamı sevmeye devam eder, bir gün gitmesi gerektiğini bildiği halde yine de inat eder kaçmaz, kaçmayı gururuna yediremez. Bazen olayların seyri başlangıcından itibaren sonu aydınlatır ama insan gördüğünü görmezden gelir, değiştirebileceğine inanmak ister kalır... Bazıları her şeyi bilir, tahmin eder, tahminleri üzerinden küçük hikayeler karalar defterlere üstelik, sıklıkla okur yazdıklarını ama yine de aynı gecenin sessiz evinde önce yağmura yakalanır, ardından gördüğü çukura düşer, sonunda paçalarındaki çamuru silkelemeye çalışarak tekrar başa döner, oyunun sonunda gördüğü anın aslında hiç gerçekleşmeyeceğini, bunun haksızlık olduğuna inanarak beklemeye devam eder. Kendisi gitmeyecektir bu sefer, kaçarak terk etmeyecektir oyunu. Verdiği sözlerin arkasında durmaya devam edecek, her şeyi bildiği, her şeyi gördüğü halde yine de orada aynı oyun masasında sevgilisinin hamlesini bekleyecektir.
Aşk mıydı yoksa değil miydi yaşadığımız…. Tesadüfen bir araya gelmiş, bir süre aşık rolü oynamış sonunda tüm silahlarımızı kuşanıp savaş arenasında tekrar karşı karşıya gelmiştik. Aşk değildi belki; kim bilir savaş bile değildi; belki de savaş arenasına sadece birbirimizi yenmek için çıkmamıştık. Kendi çözümsüz düşlerimiz, hayallerimiz, sonu gelmez arzularımız arasında birbirimize yer açmak için yaşamlarımıza biçim vermeye çalışıyorduk. Öyle keskindi ki sözlerimiz acıtıyordu bedenlerimizi. Kan kaybettiğimi biliyordum, sendeliyordum yürürken... Başım dönüyordu.... Artık yenileceğimi, her geçen saniyenin aleyhime işlediğini daha iyi görebiliyordum. Tek amacım buradan sağ kurtulmak, en az yarayla kendimi bu savaş alanından kurtarabilmekti. İşte tam o an gördüm gözlerini; bir zamanlar sevgilim dediğim, beni sevdiğini söyleyen adamın gözlerinde artık bana ait hiçbir şey kalmamıştı. Tüm hamlelerini beni öldürmek, yok etmek üzerine kuruyordu. Başından beri aramızdaki ilişkinin adının olmamasını, beni hiçbir zaman anlamamasını, sevmemesini, sevememesini daha iyi anlıyor gerçekleri daha iyi görebiliyordum. Yenilemezdim ona; böyle bir düşmana, bu kadar büyük bir yalana yenilemezdim...
Bekliyordum...
Kırık- dökük bir kalple bekliyordum. Sessiz bir sevecenlikle kucağımda tuttuğum çocukluğumla terk ettim şehri. Dışarıda yeni bir dünya, yeni bir evren akıp gidiyordu. Gürültüsüne alıştığım insanların arasında artık yerimi biliyordum. Tüm oyunları kapatmıştım masalarda; hesapları ödeyip terk etmiştim ait olmadığım mekanları. Savaş alanından zorlukla sürükleyip kurtarmıştım bedenimi; ağır yaralar almış ama ölmemiştim yine de. Onu kalabalıkların içinde yalnızlığıyla baş başa bırakmıştım. Zafer sarhoşluğuyla kendinden geçtiğini görebiliyordum uzaktan. Ormanlık alanda bir ağaca yaslanıp onu seyrettim; hiçbir zaman bana ait olmayan bu adamın neden beni bu oyuna dahil ettiğini, nasıl yendiğini anlamaya çalışıyordum. Yüreğim acımaya devam edecekti bir süre daha, önümüzdeki aylar boyunca kan kaybetmeye devam edecektim. Ama ölmemiştim; bu yaralar öldürmezdi beni...
Bekliyordum...
Onu ilk kez gördüğüm, omzuna ilk kez dokunduğum masada oturmuş; düşünüyordum. Belki de çevremdeki herkes yabancıydı bana, bende tüm insanlığın yabancısıydım. Geçen zamanlarda, yürüdüğüm tüm yollarda aradığım kendi gerçeğimdi belki ve ben her seferinde başka yanılgılara kapılmış, kendimi tanımadan başkalarını tanıma telaşına düşmüştüm. Süslü kelimelerin, aşkın ve tutkunun içinde aslında kendime bir parça yaşama sevinci aramış, her yenilgimden sonra uslanmadan yeni heveslerin peşinde koşmaya devam etmiştim. Düşünmek istemiyordum aslında, huzur aradığım okyanus kıyılarında dalgaların beni yutmasına izin vermiş sonra da her şeyi bildiğim, her şeyi anladığım üstelik kendi çabamla kurtulabileceğim halde onu, O adamı beklemiştim. Kıyıya yüzmek yerine dalgaların sürüklemesine direnmemiştim. Kaderimin ne olduğunu öğrenmeye çalışıyordum belki de; karşı koymayarak, direnmeyerek, kurtulmaya çalışmayarak beklemek yalnızca o anı, bana hayatın amacını, yeryüzündeki yerimi anlatacak, geçmişimi anımsatacak son dakikayı bekliyordum. Sahil şeridinden uzaklaştıkça bildiklerimi de unutuyor, yanlış bir tercihin bedelini ödediğimi anlamaya başlıyordum. Derin yaralar saklıyordum bedenimde, izi kalan hikayeler vardı zihnimde. Burada bir başına kalmış, aklımın yüreğimi yenmesini beklerken bir yandan da geçen zamana yeniliyordum. Zaman gerçek dünyadan uzaklaştırıyordu biliyordum beni...
Ben; her şeyi bilendim. Her şeyin farkında olan ama farkında olduklarını göz ardı etmeyi tercih edip kendisini zamanın akışına bırakandım. Tüm hamleleri tahmin edebilendim, tahmin ettiklerim arasında olasılığı en düşük olanı yaşama arzusu taşıyandım belki de... Geçmişinde ki ağır yenilgilerden ders almayan, kendini yenilemek yerine “dün” lere hapis kalan, zamanın gidişini yalnızlıklarıyla beraber izleyendim pencereden... Ben; her şeyi bilen, geleceği tahmin edebilen, kimin canını acıtacağını, kimin yanında olabileceğini öngörendim. Yine de sakatlanan, yine de kan kaybedendim savaş meydanlarında... Ben tüm evrenin gittiği zamanı bildiği halde, o zamanlara uzak ve yabancı kalandım. Bu yüzden suçlayamazdım kendimden başka kimseyi, sırf bu yüzden beni yaralayan insanlardan nefret edemez, kimseye kin duyamazdım. Ben her şeyi bilen ama hala öğrenmeye çalışan, her bilgiyi yeni zanneden sonunda kafasının içinde benzeşik duygular ve bilgiler arasında doğru yolu kaybedendim...
Sonu gelmişti...
Hesabı istedim...
Masanın üzerindeki eşyaları toparladım sessizce... Ayağa kalkıp yürümeye başladım. Sanki rüyadan uyanmıştım sonunda...
Kafenin girişinde birden bire göz göze geldik onunla. Tesadüfen karşılaşmıştık yine. Utangaç bir genç kız edasıyla başımı yere indirdim. Tanımadım, o da tanıtmadı kendini. Yanımdan geçti teninin kokusu, sesi, sakinliği... Yanımdan geçip gitti yüreğinin atışları... Durmadım; ilerledim geçtim yanından... Yüreğimde gecenin uğultusu, tüm bir geçmiş ona dair, zamanın tik-takları arasında yürüyüp gittim yanından. Tenimin kokusunu bıraktım, sessizliğimi bıraktım havaya asılı kalan. Söylenmedik sözler, verilmedik yeminler bıraktım geriye... Yabancı bir adamdan bana ne kaldıysa, ona da benzeri düşler kaldı... Boynuna sarılmak istedim bir an; geri dönmek, yazılan kaderi değiştirmek geldi içimden sonra vazgeçtim. Uzaklaşan ayak seslerini dinledim... Merdivenlerden aşağı inip ana caddeye çıktım. Derin bir nefes daha çektim ciğerlerime... Zihnimi kontrol altında tutmalıydım; ama yankılanmaya devam etti ayak sesleri... Anlayamamaktı benim derdim, yenilmek umurumda bile değildi aslında. İnsan nasıl yabancı olabilirdi bir zamanlar sevdiği insana, nasıl yanından geçip giderdi, geride yalnızlığını bırakıp yokluğunu hediye ederek onun varolduğunu nasıl unutabilirdi? Bir kafenin kapısında göz göze gelmemek için başını önüne eğip nasıl kaçabilirdi? Kendi yaptığımdan utanıyordum ama korkuyordum ondan, beni yaralayan adama nasıl selam verir, sanki hiçbir şey olmamış gibi, sanki o savaş meydanında gözlerini görmemişim gibi nasıl merhaba diyebilirdim? Bu daha mı dürüst bir davranıştı, merhaba demek birbirimize karşı işlediğimiz tüm günahları affettirecek miydi ya da bir anda tüm geçmiş günler yok olacak silinip gidecek miydi zihinlerimizden... Yapmadım; yürüyüp gittim yanından...
Gürültüsüzce uzaklaşıyorduk birbirimizden. Haykırmaya, bağırmaya gerek duymadan, suçlamadan ve belki de tüm suçları üstlenerek, yaşamın bir yerlerinde tesadüfen tanışmışlığın verdiği rehavet ve güvensizlikle belki de kaçıyorduk, uzaklaşıyorduk birbirimizden. Sessiz sedasızdı gelişimiz gibi gidişimizde... Farkında olduklarımızı, farkında olmadıklarımızın ardına gizleyerek, belki biraz sinsice, belki de kaçarcasına yok oluyorduk yaşamlarımızın görünmeyen sokaklarında...
İşte bu yüzdendi ana caddeye çıktığımda içimde duyduğum sıkıntı; hiç iz bırakmamıştık birbirimizin zihninde. Hayatlarımız tıpkı öncesinde olduğu gibi devam ediyordu sonrasında... Kendimi bu yüzden kırgın hissediyordum, yarım kalmış ve nedense ilerleyen yaşına rağmen aslını bulamamış bir gölge gibi hissediyordum. Rüzgara tutulmuş, fırtınalarda yolumu yitirmiş, depremlerde tüm iç benliğimi, kendi özelimi yitirmiş gibi hissediyordum.
Gökyüzüne baktım; yağmur yağmaya başlamıştı.
Parktaki bankların birine oturdum. Islanmaya aldırmayarak umarsızca başımı önüme eğmiş kendi nefes alışımı dinliyordum.
İşte bu yüzdendi yalnızlıklarım; daha fazla etkilendiğim, daha fazla yıprandığım, daha fazla hissettiğim için ömrüm kendimi yalnız hissetmekle geçecekti. İnsanlar kendi yollarında gündelik telaşların içinde kaybolurken, ben tüm telaşların içinde hala aynı soruyu soracaktım kendime; “neden?” diyecektim. “Neden başarısızlıkla sonuçlanmış, neden doğru tercihi yapamamış, neden anlamamış ve anlaşılamamıştım?”
Bankta oturmuş yağmurda ıslanmaya aldırmayarak ağlıyordum.
Bu bankta daha önce onunla da oturmuş, ilişkimizin nasıl bittiğini konuşmuştuk günler evvel... Hatta bu bankta otururken karar vermiştik ayrılmaya, ayrılmış olduğumuzu ilk o gece fark etmiştik belki de. Söylenen hiçbir cümlenin bizi bir arada tutmaya yetmeyeceğini, her şeyin sona erdiğini, bitenin ardından gözyaşı dökmenin, üzülmenin anlamı olmadığını anlatmıştı ve ben sözlerinden bir sonuç çıkarmaktan çok uzaktım anımsayabildiğim yalnızca buydu o ana ait... Çözümsüz bir şeyden bahsediyordu, asla çözümü olmayan bir problem görüyordu ilişkimizde...
Bir başına o bankta oturmuş yağmurda ıslanmaya aldırmadan ağlıyordum...
O zamanda gözlerine bakıp üzüntü aramıştım, sözlerinden kendime bir çıkış, sözlerinde sevgiye ve tutkuya dair bir şeyler aramıştım. İç sesim yenildiğimi fısıldıyordu, iç sesim yanlış adamla yanlış bir şeyler yaşadığımı, onu severek kendi kendime yenildiğimi söylüyordu. Ve tuhaf olan ağlamamıştım o an. Anlamadığım ve kendim dışımda gerçekleşen bir sona doğru sürükleniyordum. Karşımdaki yabancı hiçbir şey olmamış gibi konuşuyordu, ona göre son an, son yanlış önemliydi bense tüm ortak zamanlara bakıyordum. Bir şeyler söyleme, bir çözüm bulma isteğim kapana kısılmıştı; çırpındıkça daha da çok yaralanıyordum. Sonunda sakinleştim; derin derin nefesler aldım akşamın karanlığından. Kıpırdamadım; kıpırdayamadım. Öylece dondu zaman, sonsuzluğun içinde kendim için geceyi bölmüş, tüm evrenden yalnızca o bir dakikayı söküp almıştım. Kimse görmedi bu yüzden ağladığımı, kimse incinmedi, incindiğimi kimse görmedi. O bir dakikaya sığdırdım yüreksizliğimin gözyaşlarını... Saçlarını okşadım sevgilimin, yanağından öptüm sonra... Başımı göğsüne yaslayıp dinledim sessizliği... O bir dakikanın varlığını ve yaşanmışlığını hiçbir zaman bilmeyecekti, bana acıması için sebep vermemiştim, bilmesi mümkün değildi hiçbir şeyi. Sonsuza kadar sürmesini diledim bu anın, sonsuza kadar kokusuyla kendimden geçmeye onun yanında olmaya ihtiyacım vardı...
Bankta oturuyordum. Yağmurdan sırılsıklam olmuştum; kendimi terk edilmiş bir kedi yavrusu gibi hissediyor ve yolunu kaybetmişliğin verdiği o acı hüzünle kıpırdayamıyordum.
İsmini fısıldadım kulağına; bir anda yakınlığımızın verdiği telaşla irkildiğini hissettim. Ana caddeden arabalar hızla geçmeye devam etti. İler ki banklarda oturan sarhoşlardan biri bağırdı, delip geçti sessizliğini gecenin... Çınar ağacından yapraklar düştü, rüzgarla savruldular etrafa... İsmini fısıldadım; isminden ürktü belki de bilmiyorum. Göz yaşlarım ceketini ıslatmıştı; korktum zamanın durduğunu anlamasından... “Ağlıyor musun?” dedi. Bir şey söyleyemedim, öfkesinden çekinip sadece başımı salladım. Bir anlam çıkaramadığını biliyordum, bir anlam çıkarmasını da istemiyordum doğrusu... “Saat geç oluyor, kalkalım” dedi. “Kalkalım”dedim. Söyleyeceklerim içimde kaldı, bugüne kadar söylemeye cesaret edemediğim, bir türlü bir araya getirmeyi başaramadığım diğer cümlelerin yanına sakladım onları da... Parktan çıkıp, ana caddeye doğru yürümeye başladık. Yoldan geçen taksilerden birini durdurdu... Son kez sarıldım bedenine, son kez kokusunu büyük bir sevgi ve aşkla çektim ciğerlerime; biliyordum bundan sonra aramızda yaşanacak hiçbir sarılma bu kadar sıcak ve duru olmayacaktı. Bir daha hiçbir zaman kendimi ona ait hissetmeme izin vermeyecekti, bir daha beni sevdiğini hiç söylemeyecekti dudakları... Ve biliyordum beni hiç anlamadığını, hiçbir zaman beni kendisine yakın hissetmediğini, benim onu sevdiğim kadar sevmediğini beni ve tüm sözlerin, tüm yaşananların arasında sürekli beni kaybetmek için çırpındığını daha iyi anlıyordum. Belki de baştan beri en iyi anladığım insandı o, ama ben anladıklarımı görmezden gelmeyi tercih etmiş, aşk denilen duyguya kendimi kaptırmıştım. Sadece zamanın durduğu birkaç dakika boyunca benim olmuştu, tüm diğer zamanlarda başka insanlara, başka zamanlara aitti ve nedense ben yine de anlayamamıştım onu...
Gece iniyordu şehre... yağmur yağmaya devam ediyordu ve ben sırılsıklam olmama rağmen kalkmıyor dinliyordum geçmiş gecelerin kulaklarıma fısıldanan anılarını...
“Eve ulaşınca haber verirsin bana” dedi... Telaşsız ve kendinden emindi bakışları... Sadece söylenmesi gerekeni söylüyor, ardında kuşkulanacak, ümitlenecek hiçbir soru işareti bırakmıyordu. Tanıyordu beni; belki de yabancılıklarımız değildi bizi birbirimizden koparan. Tersine öyle iyi tanıyordu ki insanları sonunda hayal ettiğinin çok dışında biriyle kalmak korkutmuştu ve kaçıyordu ardına bakmadan... Zaman ona aşkın değersizliğini öğretmişti. Yaşam dediği bu öfke dolu kalabalık içerisinde yüreğini ısıtacak, yaşamına yön verebilecek kadını bulmaya çalışmış ama her defasında yeni bir üzüntüyle karşı karşıya kalmıştı. Artık karşısına çıkacak hiçbir kadında istediği sevgiyi bulamayacağını biliyordum, aradığı değerler öyle hayali, öyle gerçek dışıydı ki yıllar sonra bile onu bulamayacak günlük ilişkiler kurmak dışında kendine istediği yolu çizmeyecekti. Kendi iç çelişkileri yüzünden dar alanlara hapis oluyor, terk edilmek korkusu yüzünden terk edip gidiyordu. Belki de gerçekten sevmenin anlamını bilmiyordu; bu yüzdendi güvensizlikleri, terk edişleri, kaçışları... Tüm bunları bildiğim için yargılayamazdım onu; insan yaşamının bir yerlerinde yaşadıklarından etkilendiği ve kendini korumak için değiştiği için yargılanabilir miydi? Sevmediği ve ilgisini kaybettiği için suçlanabilir miydi? Kendi çizdiği yolun doğruluğuna inandığı için yüreğindeki güçlü inanç duygusu tartışılabilir miydi?
Taksiye binmeden önce son kez sarıldım ona... Nefes bile almıyordum; sarhoş gibiydi yüreğim. Başım dönüyordu, gidiyordum...
“ Oysa kalabalık bir oteldi yalnızlık...”
Kızılay’ın ortasında hayatımda ilk kez birine sarılmış, belki de ilk kez içimde yaşadığım teslimiyet ve arzu duygusunun yoğunluğuna kaptırarak kendimi, ağlıyordum. Hiç kimse umurumda değildi o an; yanımızdan geçip giden insanlar, arabada bekleyen taksici hatta sevgilimin kendisi bile önemli değildi artık; çevremdeki herkes anlamını yitirmişti. Uzun denilebilecek hayatım boyunca “ilk”leri yaşadığım adama sarılmış, gitmek zorunluluğunu, bittiğini, sona erdiğini umursamadan üstelik bir gün bunun gerçekleşeceğini bilmenin ve tüm ayrıntılarına rağmen yaşama inadımın, her şeyin farkında olmanın verdiği tebessüm ve sevinçle, derin bir yenilginin ve sakatlanmanın aslında hayata dair hiçbir şeyin anlamı olmadığı gerçeğinin ve tuhaftır yarının yeni ve güzel bir gün olacağı inancının yüreğimde estirdiği karmaşayla depreşen gecenin rüzgarına kaptırmıştım kendimi...
“ Ve ben kilitliydim, bulunamadığı için anahtarım...”
Onunla da, onsuzda aynı yalnızlığı yaşamıştım. Aşkın varlığına öyle çok inanıyordum ki; bir gün biteceğini bilmeme rağmen yine de bitmeyeceğini düşlüyor, her tartışmadan sonra hala onda iyi bir şeyler buluyor ve kendimi yüreğinde sonlanacak bir oyunda yalnız bir gezgin gibi hissediyordum. Onunla beraberken bir yandan kendimi keşfediyor, teninin tadında kendi isteklerimle tanışıyordum. Karmaşanın içinde kendime bir liman bulmuştum belki... Oysa her geçen gün biraz daha yaklaşıyordu fırtına bulutları... Görüyor, arkamı dönüyor ve gerçekleşecek sondan kendimi korunmaya çalışıyordum. Kör olmak işime geliyordu; kördüm ve hala inanıyordum aşkı bu yeni keşifle bulduğuma... Kördüm ama aşk değildi gözlerimi kör eden; sonsuz inancımdı, tutkumdu...
“Orada öyle kötü kötü susmaktaydım...”
Tüm evrenin yanımızdan geçip gittiğini görüyordum. Ve umutsuzluktan çok derin bir hüzün kaplamıştı yüreğimi. Sarıldığım bu bedenin de benimle aynı duyguların ağırlığında ezilmediğini anladım sonra, fısıltılı bir sesle “Geç kalıyorsun” dedi... Bilmediği öyle çok şey vardı ki hakkımda, ben zaten her yere geç kalan, yetişemeyendim. Fırsat denilebilecek her şeyin arkasında kalandım üstelik. Onu tanımakta da geç kalmıştım, tüm başarısız ve yalnız geçen yılların sonunda yine en kötü tercihi yapmış ve beni terk etmesi en bekleneni seçmiştim sevmek için. Bu yüzden ben onun hayatından hiç iz bırakmadan geçip giderken, O belki de ilk kez sahip olduğu değerin bile çok üstünde bir sevgiyle sevilmiş ve acı veren bir yol açmıştı yüreğimde kendisine... Yabancılıklarımız vardı diye yargıladığım ilişkimiz aslında benzerliklerimiz ve içimizde büyüttüğümüz korkularımız yüzünden sona eriyordu işte... Dayanma gücümüzün sınırları çoktan geçilmiş, bundan sonrası denilebilecek bir alan kalmadığını anlayabiliyordum. Bazen her şeyi bilmek kadar tehlikeliydi her şeyi yaşamış olmak... Ben kendi bildiklerimi görmezden gelerek, o da bildiklerinin gerçekleşme ihtimallerinin yakınlığından korkarak terk ediyordu ilişkiyi...
“Sanırım o akşam geldi bana bu kararlılık...”
Taksiye bindim. Arkada kalan sevgilime dönüp bakmadım tekrar. Benim yanımdayken huzur bulamayan sevgilim, ayrılığımızın ardından kendi yolunda daha güvenli ve mutlu hissediyordu kendisini. Bunu bilmek her ne kadar kırıp dökse de yüreğimi, kendimi tükenmekte ve tüketilmekte hissetsem de yine de yeterince kızamıyordum ona. Tersine tercihine saygı duyuyor sonra da bu savaştan kendini sağ kurtardığı için başarılı olduğunu ve bu başarının onu mutlu etmesini umuyordum. Tuhaftım işte; tuhaflığım aklımın içindeki iyi niyetli fikirlerin ardına saklıyordu kötü düşünceleri. Oysa uzun zamanlar boyunca hep kötü olmak çabasını içimde taşımış ama beceriksiz iyiliğim yalnızca bana zarar veren bir silaha dönüşmeye devam etmişti. Saf değildim; saf olmak denilemezdi bunun adına. İyiyim diyordum ama emin değildim aslında bundan da. Belki deneyimsizdim, belki yaşamı kendi tarafımdan görmeyi başaramıyordum, belki gördüklerim beni bir gün yeryüzünden koparıp alacak diye korktuğum için kendimi başka işlerin, başarısızlıkla sonuçlanacak çekişmelerin içine sokuyordum. Tükeniyordum ama iyi bir sebebim vardı tükenmek için; doğruyu arıyordum, güzeli ve inceliklerime yanıt verecek adamı arıyordum... Bir hayalet gibi gelip geçiyordum yeryüzünden; hayalini kurduğum yaşantının belki yakınından bile geçmiyordum ama sonuçta bir gün doğru insanda doğru duyguyu yakalayacağım inancını taşımaya devam ediyordum yüreğimde...
“Yani ırmakta bırakılmam gerektiğini kavradım...”
Belki de son kez sözünü dinledim o gece... Eve ulaşınca haber verdim istediği gibi... Biraz sonra mesajı geldi. “Yoldayım bende. Kafana takma hiçbir şeyi, güzel bir uyku çek kendine bu gece...” Ne kadar zarif bir adamdı aslında... Derin bir uykuya dalacaktı eve gidince, kendisini çekip çıkarmıştı yüreğimden ve emin olmak istiyordu benimde unuttuğuma, ayrıldığımızı kabul etmemi bekliyordu. Belki de kendime zarar vereceğim fikrine kapılmıştı ama bilmiyordu ki ben kimse için zarar vermezdim kendime. Ben yaşamımı bir başkası için sürdürmüyordum, amacım yaşamımda biri olması değildi. Her kırıldığımda dağların tepesine çıkmazdım ben, kendimi mağaraların dehlizlerinde başkaları için kaybetmezdim. Tanımıyordu, tanıyamamıştı beni ama zarif bir adamdı sevgilim. Aşkı unutmuş olsa da yine de bir şeyler biliyordu hayat hakkında ama yine de tanıdığını düşünmüyordum beni...
“Ama neden bırakılmam gerektiğini anlayamadım.”
Bir zamanlar güzel düşlerim, anlatılmamış hikayelerim vardı. Kendi iç çelişkilerim yüzünden yolda bıraktığım insanlar oldu ama hiç kimse düşman olmadı bana. Geceleri yalnız dönerken yatağıma ince ince sızlardı yüreğim; aidiyetsizliğim yıprattı, öfkelendirdi zamanla. Kendi içimdeki değişimi dışarıdan şaşkınlıkla izledim ve bir süre sonra herkesin değiştiğini, tükendiğini fark ettim bu sadece bana ait bir gelişim değildi. Sıklıkla tökezledim, düz yollarda yolumu kaybettim, durduk yere acı çektim ve bir gün bu melankolik havanın benim zaten bir parçam olduğunu anladım. Benim üzülmek için herhangi bir nedene ihtiyacım yoktu, üzüntüm benimle gelişip büyüyen ikiz kardeşim gibi içimde saplanıp kalmıştı. Çıkaramadım, çıkarıp atmadım onu içimden. Zamanla aynadaki hüzünlü bakışlara alıştım nedense; yargılamadım kendimi o andan sonra... Dağınıktım ayrıca, dağınıklığım savunma mekanizmamdı. Dağınıkken daha doğru hissediyordum kendimi. Toparladıklarında beni, dağılıyordum aslında. Anormal göründüğümde; normaldim, normal davrandığım günler aslında deli... Ben bir yanım hep deli gezdim hayatın yollarında. O yollar düz olurdu oysa ben çakıl taşları arardım, takılıp düşerdim mutlaka günün sonunda... Bazen sokaklarında binlerce insanın yaşadığı yalnız şehirlerden biri olurdum. Kimsenin bilmediği çıkmaz yollarda kaybettim yüreğimin yerini. Bir başına çocuk parklarında dolaşırdı geceleri ruhum. Yalnız binerdim salıncağa. Parkta çocukların kahkahaları çınlamazdı, isimsiz yağmurlar yağardı gökyüzünden. Kaçmazdım, kaçamazdım. Ayakkabılarımı çıkarıp toprağın nemli büyüsüne dokunurdum. Orada sakince yalnız bir ağacın yanında yağmurun dinmesini beklerdim. İçsesim gelmezdi, yalnız bırakırdı beni. Yapayalnız beklerdim yağmurun dinmesini. Bekleyişlerimin gerçek hayatla hiçbir ilgisi olmamasına rağmen, o sokaklarda yitirirdi her şey ismini: Belleğimde bir kovalamaca başlardı. Sokaklarda yalnız bir kız dolaşırdı, ayak sesleri duyulurdu sabaha kadar. İnce bir tınısı vardı yüreğinin. Sabahları büyük bir boşlukla uyanırdı. Efkarım dağılmaz bir buluttu başımın etrafında. Ölümcül bir nefes takip ediyordu sürekli beni düşlerimde, hep kayıptım dehlizlerde. Bundan sonra da değişen bir şey olmayacaktı. Durmadan gülecektim kahkahalarla ama aynaya baktığımda aksim hep ağlayacaktı. Uzun yollara düşecektim büyük hedefler için, ama ben yaklaştıkça uzaklaşacaktı hedefler. Bir sürü insanı sevecektim belki, belki de bir sürü insan beni sevecekti ama bir türlü bulamayacaktım kayıp olan yanımı. Yaşamımı derin bir soğuk algınlığının pençesinde gibi sürdürüyorum. Bazen sakatmışım; görme duyumu ya da tüm duygularımı yitirmişçesine devam ediyorum yaşamıma. Kısa bir zaman önce kötü bir kaza geçirdim sanki; her ne kadar hafızamdan silinmiş bile olsa kazanın bütünü; zaman, zaman aklıma geliyor ayrıntılar. Ağır yaralıyım, kamyon çarptı ya da bir tırın tekerlekleri altından ezildi bedenim. Yaralıyım; yaralı olduğuma iyice eminim artık.
“Yani ırmakta bırakılmam gerektiğini kavradım...
Ama neden bırakılmam gerektiğini anlayamadım.”
Bilmiyordu, tanımıyordu beni... Benden ona kalan yalnızca suskunluğumdu, içinden hiçbir şey çıkaramadığı, anlayamadığı geçmişe dair suskunluğumdu. Sessiz gecenin orta yerinde havada söylenmemiş sözler bırakmıştım yalnızca, oysa binlerce kez anlatmaya çalışmıştım ona kendimi, aslında gizemli bir kadın değildim, sadece sessizdim anlatabileceklerimin arasında onun istediği cevaplar hiç olmadı. Belki karanlıkta kalmıştı bir yanım, belki üzüntüm bir süre sonra köreltmişti duygularımı, belki de yoktum varolmamıştım hiçbir zaman. Hiç tanışmamıştık, hiç ayrılmamıştık onunla. Aşk yeryüzünde olmayanları bir araya getirerek geçici olarak felç ediyordu yüreğini insanın. Bir rüyaydı bu, bir düş görmüştüm. Kendimi ona kaptırmıştım dediği gibi, gerçeği göz ardı etmiştim ama yaşam biraz da kendini kaptırmak değil miydi, biraz da geleceği riske atmak, sevgili için dünyadaki her şeyi görmezden gelmek, tüm zamanlar içinde bulduğun ve bulacağın insanın o olacağına inanmak değil miydi? Acı çekmek, kaybetmekten ürkmek bazen, ve tüm kavuşmalarda, tekrar bir araya gelmelerde aynı tutkuyu tıpkı ilk karşılaşmada olduğu gibi hissetmek değil miydi? Sevmek aslında bu değil miydi, tüm biçimsizliklerine rağmen yine de aynı inatla, aynı adamı sevmek değil miydi?
Evet, kaptırmıştım kendimi... Öylesine tuhaf geliyordu ki bu ona, sonunda amaçsız bir kelimenin arasına sıkıştırıp soruveriyordu. “Gerçekten de kaptırdın mı kendini?”
Hayır, kaptırmamıştım... Hayır, hiç sevmemiştim onu... Ellerimi tuttuğunda hiç heyecanla çarpmamıştı yüreğim, gözlerime baktığında aşk aramamıştım, tutkuyla bakmamıştım gözlerine... Başımı göğsüne yaslayıp ağlamamıştım hiçbir zaman; hiç öpmemiştim dudaklarından ve sözlerinden hiçbir şey öğrenmemiştim bugüne kadar. Yanında uyurken onu hiç izlememiştim belki de evet kendimi kaptırmamıştım ona... Ben aşkın yeryüzünde varolmadığını zaten biliyordum; doğru ya ben her şeyi bilen ama görmezden gelendim. Düşüncelerinde sevgiye yer vermeyi reddeden, sevmeyen, sevginin ne olduğunu bilmeyendim. Yalnız şehirlerde gezerdim akşamları, yapayalnız dönerdim yatağıma... Büyük depremlerden sonra yağmalanan şehirlerden biriydim. Yangınlardan ancak çocukluğunu kurtarabilmiş, yüreğinde derin yaralarla yaşamaya çalışan ama kaptırmayan, kendini kaptırmayı bilmeyen, sevmekten ve aşktan anlamayandım.
Yatağıma uzanmış bekliyorum onu. Hiç gelmeyeceğini bildiğim halde tüm yanılgılarımla bekliyorum. Haberi yok belki de beklediğimden ama yine de buradayım. Pencerenin dışından tüm şehrin gürültüsüne, öfkesine kapatıp kendimi, derin uykusundan uyanmasını ve gelmesini bekliyorum. Yatağın kenarına oturup saçlarımı okşamasını, masallar anlatmasını bekliyorum. Ümit etmeden ama ümitsizliğe de kapılmadan bekliyorum onu... Tüm yalanlarından soyutluyorum, inanmadan söylediği hiçbir şeyi anımsamıyorum; unutmayı bekliyorum.
Beklemekten vazgeçiyorum sonra; hiç kimse sonsuza kadar beklemez, bekleyemez bir başkasını. Göz kapaklarımın ağırlığına yenik düşüyor, uykuya dalıyorum. İç sesim yüreğimin aynasındaki yansımasından bir parçayı da alıp yatağa yanıma uzanıyor sonra. Saçlarımı okşayıp “Sana güzel bir masal anlatacağım şimdi” diyor.
Beklemediğim bir anda karşıma çıkıyor tekrar; düşün en karmaşık anında buluyorum onu... Tümüyle uzaklaşmışken, tümüyle unutmuşken yüzünü bir anda çıkıp geliyor; aklım kendi kendine oyunlar oynamaya devam ediyor.
Dudaklarım o kadar yakın ki yüzüne, soluk alıp verişini, nefesinin kokusunu duyabiliyorum. Teninin yakınlığından ürperdiğimi hissediyorum.
“Burada olmamalıydım” diyor.
“Burada olmamalıydın, bende biliyorum bunu ama buradasın, her şeye rağmen geldin yanıma.”
“Burada olmamalıydım” diye tekrarlıyor.
“Zaten burada değilsin sevgilim. Seni tanımıyorum belki de. Önemli olan tanımak değil bunu anlamanı istiyorum. Belki bende yeterince sevemedim seni ve değişen bir şey yok aklımda...”
“Sadece konuşmaktı istediğin, paylaşmaktı belki sen de sevme arzuna yenik düştün tıpkı benim gibi...”
“Anlayacağını biliyordum beni... Öyle korkuyordum ki artık yalnızlıktan, körelmiş duygularımın götüreceği yerlerden, soğuk iklimleri düşünmekten... Karşıma sen çıkınca düşünemedim, düşünmek istemedim bu yolun sonunu. Sevgiye ve tutkuya ihtiyacım vardı. Sandım ki...”
“Sandın ki ben de sevdim seni.”
“Sandım ki sen de sevdin beni.”
“Yine de burada olmadığımı biliyorsun öyle değil mi? Buraya hiç gelmediğimi, bu düşte yalnız başına kaldığını ve kendi çelişkilerini çözmek adına beni istediğini yanında.”
“Biliyorum sevgilim; burada olmadığını, hiç gelmediğini yanıma... Ve aslında dediğin gibi çokta önemli değil seni yitirmiş olmam artık biliyorum neyi aradığımı, neyin peşinde olduğumu? Bana armağan ettiğin gelecek zamanlardı, bu yüzden daha huzurluyum yeni günlere başlarken...”
Hava öyle soğuk ki titriyorum yatağın içinde. Bir tek onun soluk alıp verişini duyuyorum. Anlıyorum ki içimde kalıyor söylemek istediğim sözler; yüreğimde hapis kalıyor. Parmaklıkların ardından bakıyorum o çekip giderken buralardan. Yüreğim ani felçlerinden birini yaşıyor. Uyandığımda ben onu tekrar yitirmiş olacağım. Söylemek istediklerim yerine, söylemek istemediklerimi duyarak uzaklaşacak buradan. Beni kendine hapis kalmış yüreğimin sessizliğiyle anımsayacak. Zihninde bir tek bu sessizlik yer edecek. O; beni bu yüzden hep tuhaf bulacak, sevgisiz sanacak. Yüreğim yüreğine söyleyeceklerini hep içinde, en derin, en kuytu köşelerde saklayacak. Bir rüzgar esecek biliyorum, bir fırtına kopacak ardından. Ağaçları devirecek yüreğimin ormanlarında, yapraklar bir bir yerlere dökülecek. Çiçekler kış geldiğini sanarak tomurcuklarını kurutacak. Ve ben yine başa döneceğim. Serin bir ormanın kuytu yüreğinde kendime ait sandığım bir evin karanlık, loş odasında bir ayna arayacağım; bana kendi yüzümü gösterecek.
“Burada olmamalıydım” diyor.
Burada olmasının, ya da hiç varolmamasının hayatımda bir anlamı olmadığını daha iyi anlayabiliyorum şimdi. Bazen insan kendi gerçeğine ulaşmak için türlü şekiller uydurur, türlü yalanlar söyler iç sesine... “Burada olmamalıydım” derken, burada olmaması gerektiğini söyleyenin aslında kendim olduğunu daha iyi anlıyorum.
Onun hayatımdaki göreviydi yeniden toparlanmamı sağlamak, artık kaderin bizi niye karşı karşıya getirdiğini biliyordum. İçimde sakladığım bir şeyleri anımsatmıştı, korkularımı yenmeyi öğretmişti bana. Yaşamı avuçlarımda delice sıkmanın vakti gelmişti. Ne eşime- dostuma, ne aileme, ne hiç tanımadığım ya da çok yakından tanıdığım, belki tanıdığımı zannedip aslında yüreğinden bir haber olduğum milyonlarca insana, sokaktaki kedilere, dışarıda havlayan köpek yavrusuna, ağaçtaki kuşa, yapraklara, denizlere ve okyanuslara hiç birine ama hiç birine borcum yoktu. Onlar benden çalınmış bir hayatı yaşıyorlardı. Benim doğumumla başlayan ve ölümümle sona erecek bir kaosta figürandılar. Evrenin yaşı, benim hayat çizgimle paraleldi, benim çizgim sona erdiğinde, o da bir anda sönecekti. Her şey yalnızca bir rüyaydı belki. Tıpkı o Budist Rahibin rüyasında bir kelebek görüp sabah uyandığında; şunu düşünmeye başlaması gibi belki de her şey.
“Kelebek mi onu rüyasında görmüştü, yoksa o mu kelebeği?”
A.HAZEL TURAN
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.