- 813 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Efes'in Yeniden Doğuşu
Sıcak mı sıcaktı hava, ama tarih aşkı bu ya, sadece derimizi değil aynı zamanda içimizi de yakıp kavuran sıcağa, damla damla ter döktüren nemin baskısına, bu kadar da mı esmez şu rüzgar dedirten durgunlar durgunu havaya inat başımızda tek silahımız şapkalar ve elimizde fotoğraf makineleri, kameralar sakin ama pür dikkat geziyorduk öncelerin kent devletçiği, başkentler başkenti, antik kentlerin gözbebeği, bir zamanların liman kenti 200.000 nüfuslu Efes’i. Yer yer, atlı savaş arabalarının izlerini taşıyan mermer caddede yürüyebiliyor olmak heyecandan ve mutluluktan titretirken bedenleri, solda yüceler yücesi 25.000 kişilik antik tiyatro daha da bir kesiyordu nefesleri. Limana giden sütunlu yola sapmayıp dosdoğru devam edenleri sağda tüm haşmetiyle karşılıyordu hala dimdik ayakta duran Celcus Kütüphanesi. Tiyatroyla kütüphane arasındaki Agora ise sanki hala haykırıyordu Efes Kenti’nin ekonomisinde bir zamanlar sahip olduğu unutulmaz ve vazgeçilmez yerini. Celcus Kütüphanesi’nin seyrine doyup da yoluna devam edebilenlere karşı yamacın sağındaki Yamaç Evleri sevgiyle el sallamakta idi. Yerlerdeki mozaikleriyle, duvarlardaki freskleriyle, hamamları ve kalorifer sistemleriyle Yamaç Evleri’ne hayran olmamak elde değildi. Tiyatrosu, kütüphanesi, caddesi, agorası, evleri, hamamları, çeşmeleri, anıtları, tapınakları ve herşeyiyle ama herşeyiyle sadece mermerden olan Efes derinden etkilemekteydi her gün ziyaretine gelen binlerce kişiyi.
Efes’te saatler süren gezimizi tamamlamış gittiğimiz caddelerden geri dönüyorduk, dönerken son bir kez tüm yapıları dikkatle inceleyip hafızama kazıyordum ki Efes tıpkı onu gezdiğimiz bu güneşli gündeki gibi anılarımda hep canlı hep pırıl pırıl kalsın ve hiçbir zaman hatıralarımı kaplayan sis bulutlarının arkasında yokluğa akmasın. Ağır ağır yürüyordum, hem yürüyor, hem Efes’i seyrediyor hem de hep ait olmak istediğim ama bir türlü tamamen kendisinin olamadığım doğayı dinliyordum. Öyle güzel öyle güzeldi ki Efes ve doğa ve hayat ve hayallerim…
Efes harabelerinde sakince dolaşan gözlerim dalmaya, bakışlarımsa donuklaşmaya başladı; bir süre sonra gözlerim ağırlaştı, artık gözlerimle gördüklerim arasında inceden bir duman perdesi vardı. Sonra yer ayaklarımın altından belli belirsiz kaymaya, karşımda duran tüm görüntülerse hafif hafif sallanmaya başladı. Aniden Efes’i yüzlerce yıldır örten taş ve toprak yığınları gökyüzüne doğru patladı ve gökyüzünde dağılıp yok oldu. Denizle Efes arasına beş kilometre uzunluğunda bir set çekmiş olan Küçük Menderes Nehri’nin alüvyonları ise Ege Denizi’nin derinliklerine daldı ve Efes’i asırlar süren deniz hasretinden kurtardı. Efes’in üzerindeki toprak örtüsünün kalkmasının ardından harabelerdeki mermer kalıntıları birer birer yerlerini buldular ve göz açıp kapayıncaya kadar yüzlerce yıl öncesinin Efes’ini yeniden yarattılar. Müzelerdeki yıllanmış esaretlerinden usanmış onlarca heykel akın akın Efes’e koştular ve kentin en güzel köşelerindeki yerlerini aldılar. Heykellerin de gelişiyle birlikte artık herşey tamamdı; Efes en ihtişamlı zamanlarındaki gibi dimdik ayaktaydı. Sayısız arkeoloğun yüz küsur yılda ancak yüzde onbeşini tarih sevdalılarının heyecanla çarpan yüreklerine, beğeni ve takdirle izleyen gözlerine sunabildiği Efes artık özgürdü ve herşeyiyle herkesindi.
Efes’e ilk gelişim değildi, bundan önceki gelişlerimde de Efeslilerin hala Efes’te yaşadıklarını bir şekilde duyumsuyor; sütunlu mermer caddelerde yürürken kentin yerlilerinin de benimle birlikte etrafı dolaşmakta olduğu hissiyle birlikte iliklerime kadar ürperiyordum. Arada bir esen rüzgar kulaklarıma derinlerden insan sesleri getiriyordu ve ben söylenenleri anlamasam da, açıkça duyduğum bu ses ve konuşmaların gerçekte varolmadığına dair kendimi inandırmak için büyük çaba sarfediyordum. Ancak bu kez durum değişikti, herşey o kadar ama o kadar ortadaydı ki; geçmişte duymus olduklarımı inkar etmeyi bir şekilde başarabilmiş olmama rağmen, bu kez gözlerimle şahit olduğum onca değişimi ve dört bir yanda net bir şekilde gördüğüm ilginç giyimli, değişik lisanlı yüzlerce belki de binlerce kişiyi inkar edebilmem ihtimal dahilinde bile değildi.
…
Güneş gökyüzündeki yolculuğunun görünen kısmının sonlarına yaklaşmakta, sanki görünmez bir varlık günün önüne dantelden belli belirsiz karanlık bir perde çekmekteydi. Efes’in yeniden doğuşundan sonra kentte “yirmibirinci yüzyıl insanları”ndan bir tek ben kalmıştım. Sanki, çoğu hayallerini ve düşünme yetilerini yitirmiş olan bu “yirmibirinci yüzyıl insanları”, Efes’in doğuşuna tanıklık etmeyi hak etmemekteydi ve bu yüzden gökyüzüne doğru patlayan ve gökyüzünde dağılıp yok olan taş ve toprak yığınlarıyla birlikte yitip gitmişlerdi.
Günün önüne çekilen karanlık perdesi günü ve Güneş’i artık tamamen gölgelemişti. Tüm günün ve yaşadığım onca heyecanın yorgunluğu kendini en çok da kapanmalarına bir türlü engel olamadığım göz kapaklarımda dışa vuruyordu. Ayakta zor durabiliyor olmama rağmen Agora’da son bir kez dolaşmadan Efes’ten ayrılmak hiç içimden gelmiyordu. Gecenin inmesiyle birlikte tenhalaşan kente inat Agora hala Efeslilerle doluydu. Agora’dan şehri seyreden gözlerim bir ara olağanüstü seçkin giyimli, güzel ve bir o kadar da zarif orta yaşlı bir hanımefendiye takıldı; kentin ilerigelenlerinden biri olmalıydı. Sözlerinin bana ulaşmasının imkansızlığını sezmiş olacak ki elini zarifçe bana doğru uzattı ve istemsizce kendisine doğru uzattığım elimi aynı zariflikte elinin içine aldı. Öylece ilerledik, Celcus Kütüphanesi’nin önünden soldaki yamaca doğru kıvrıldık ve Yamaç Evleri’nin en güzellerinden birine girdik. Hayallerimde Yamaç Evleri’ne defalarca girmiş ve Yamaç Evleri’nde sayısız gece geçirmiştim; ancak bu eşsiz evlerden birinin hakiki sahipleriyle birlikte herşeyiyle gerçek bir gece geçirme fırsatını ilk ve belki de son kez elde etmekteydim. Efeslilerle, ortak bir lisan bulup sohbet etmenin imkanı yoktu, tüm iletişim yalnızca duyulan yabancılığı ve küçük ürpertileri sımsıcacık gülümsemeleriyle fevkalade bir şekilde gizleyen gözlerle sağlanabiliyordu. Yorgunluk bir süre sonra üzerime iyiden iyiye çöktü, gözkapaklarım gözlerimin önüne sakince örtüldü ve bedenim o gece Yamaç Evleri’nin tatlı serinliğinde hayatımın belki de en güzel ve en huzurlu uykusuyla birlikte uykuya doydu.
Uyandığımda Güneş Efes semasındaki yerini çoktan almıştı, gökyüzü öyle berraktı ki sanki o gün hiçbir bulut gökyüzünü ve Güneş’i gölgelemeye cesaret edememiş, sessiz ve belki biraz da kırgın gizli köşesine çekilmişti. Güzel bir kahvaltının ardından evlerinde geceyi geçirdiğim kent soylularıyla vedalaştım ve kendimi yine dışarıya, Efes’in büyülü mermer sokaklarına attım. İlk durağım aynı zamanda Roma Dönemi’ne ait bir anıt mezar olan Celcus Kütüphanesi oldu. Yüceler yücesi sütunlarıyla, gerçeğin kendisinden daha güzel heykel süslemeleriyle daha önce defalarca gözlerimi esir almış bu muhteşem kütüphaneye girebilecek ve içerisindeki binlerce kitaba dokunabilecek olmanın ruhumda ve bedenimde yarattığı tarifi imkansız etki beynimdeki düşünme ve hissetme yetilerini felce uğratmış olacak ki kütüphaneye nasıl girdiğimin farkında değildim, neden sonra kendime geldiğimde elimde tuttuğum Antik Yunan Dönemi’ne ait bir kitaba öylece bakmakta olduğumun ayırdına vardım. Şiddetli bir baş dönmesi tüm bedenime hakimdi; ne Celcus Kütüphanesi’ni ne de Efes’i dolaşabilecek durumdaydım. Kitabı yan taraftaki masanın üzerine bıraktım ve oturduğum yerde dinlenmeye koyuldum, başımın dönmesi biraz hafifleyince kütüphanenin çıkışına doğru ilerledim ve kendimi yeniden Güneş’in yakıcı sıcağında kavrulan mermer sokakların kucağına bıraktım.
Agora’dan tiyatroya doğru sütunlu mermer cadde boyunca genelde düzgün giyimli insanların oluşturduğu neşeli bir kalabalık akmaktaydı, belli ki tiyatro akşamüstü muhteşem bir Antik Dönem eseriyle birlikte yüzyıllar sonra yeniden hayat bulacaktı. Üzerimdeki kıyafetin gündelik görüntüsüne aldırış etmeden önümdeki insan seliyle birlikte ben de tiyatroya doğru aktım; bedenimin esaretinden kurtulmak isteyen ruhumun kapıldığı telaş bir çıkış yolu bulabilmek umuduyla nefesimi kesercesine çırpınmasından belliydi, kalbimse kanatlanırcasına çarparak ruhumla birlikte uçmak istemekteydi.
…
Güneş iyice alçalmış, meraklı seyirciler tek bir boş yer bırakmamacasına tiyatrodaki yerlerini almışlardı. Az sonra Aristofanes’in M.Ö. 414 yılında kaleme aldığı “Kuşlar” isimli eseri sahneye konacaktı. Aristofanes’in kahramanları Atina’daki çilekeş hayatlarından kaçıp, kuşların yönettiği Kuşlar-Bulutlar Ülkesi’ne sığınmışlardı. Kuşlar-Bulutlar Ülkesi gökyüzünde, gökyüzünün en güzel köşesinde yer almaktaydı. Kimbilir, belki orda yaşayan bu acı dolu insanlar da kuşlar gibi kanatlıydı ve her bir kanat çırpışlarıyla birlikte kederlerinden arınmaktaydı.
Aristofanes’in kahramanları için Atina’dan kaçmak, acılarından kurtulmak, gökyüzünde kuşlar gibi özgürce ve kaygısızca uçmak ve daha pek çok şey kolaydı; bir yazarın kaleminde yaşayanların hayalleri yazarlarının hayalleriyle sınırlıydı ve onlar hayallerine yazarlarının küçük birer kalem hareketiyle birlikte zahmetsizce ulaşmaktaydı, peki ya gerçekten yaşayanların ya da yaşadıklarını sananların ulaşılması zor belki de imkansız hayalleri ne olacaktı???
Gözlerimle gördüklerim arasındaki ince duman perdesi kalktı… İçimi ağır ve yapışkan bir sıkıntı kapladı… Hala güzeldi belki Efes ancak artık güzel değildi doğa ve hayat ve hayallerim… Ruhum bir kez daha ezildi aniden yıkılan hayallerimin ağırlığı altında… Ve onmaz yaralar açıldı ruhumun her bir yanında…
SERAY ANIL, 2006