EN UZUN GECE...
07-06-2007
EN UZUN GECE
Ben küçük bir adamken ; anılarıyla karşımda gölgeli dağlar gibi duran bir adam vardı.
Onu tanıdığımdan yıllar sonra , okuduğum ve yazdığım tüm şiirlerde buğday biçen , uzun uzun askerlik anılarını anlatan, ve bir değirmenin artık dönmekten yorulmuş, çentilmekten incelmiş taşı üzerinde kırmızı elma ağaçlarına karşı dirsek dayayan bu adam, benim amcamdı.
Geçmişimde amcamın hayatının tam ortasında yaşıyorken, bugün sadece yaşadığı değirmen evinin güney yamacında ki bahçede oturup hayatına ve hala gölgeli dağlar gibi duruşuna bakabiliyorum.
Güney yamaçlarda oturup amcamın hayatına baktığım günlerden birinde, artık dirseklerini dayarken başını, dikmeden önüne eğdiğini gördüm. Başını eğişi, onunla yaşayıp geçmiş günlerden birinde yaptığımız sert ama bir o kadarda korku ve kaygı dolu konuşmaya götürdü beni.
Bu anı oğluyla ilgiliydi, biricik oğluyla. Hem korku, hem de kaygı doluydu. Oğlu evleniyordu. Hem de hiç kabul etmediği hafif bulduğu, soysuz bulduğu bir kadının kızıyla.
Bense onun çok uzağında, tek somyalı bir bekar odasında güzel günler yaşamaktaydım, odamda ki böceklere, pisliğe ve diğer olumsuzlara karşı.
İşte ben gülümseyerek keyfe keder yaşadığım bu uzun ve güzel günlerin birinde, amcamın gönderdiği o kısa ve net mektubu aldım.
Kısaca mektup gel diyordu.
Bense kaçamaklar yaşadığım ikindi ve akşam saatlerinin, bitmeyen sevişmelerin, iğde kokulu akşam yürüyüşlerinin, geceye sürüklenmiş öylesine düşünülmüş doğurgan düşlerin ve ardına sürüklenmiş yaşamın yaşama ait renklerin peşindeydim.
Mektup kısa ve netti.
Tek somyalı bekar odası ve yaşanan mutluluklar geride kaldı. Ben bir otobüsteydim ve mektupta elimde, mektup gel diyordu.
Otobüsten indiğimde beni erken gelmiş bir kış, geç kalmış sonbahar akşamı karşıladı. Hızlı adımlarla yürürken, köye doğru, geçmişimde amcamla buğday biçtiğim, çeltik hasat ettiğim, elma bahçeleri içinde gezindiğim yerlerden geçtim. Geçtiğim yerlerde geçmişimde amcamla yürüdüğümüz ve akşama kaldığımız zamanlarda içinden daima tekrar ettiği bir sözünü tekrar ederek yürüdüm. “Gün yine devrildi”.
Bu sözün yankısı içimde tekrarlandı. Ben geldiğim şehirde tek somyalı bekar odasında yalnız kaldığım akşamlarda gün devrildiğinde yürek yırtan bir özlem yaşar amcamı düşünürdüm.
İşte beni buraya getiren amcamla aramızda yaşanan ama görmediğimiz duyumsadığımız ortak bir yaşamdı.
Sesin yankısı “Gün devrildi”. Bu akşam da böyle yürek yırtan ve özlem dolu bir akşamdı. Son başlangıcın sonuydu. Ya da sonun başlangıcı bunu henüz kimse ne ben nede amcam biliyordu.
Çamur içinde su birikintilerini zoraki atladım. Buz tutmuş dereyi, değirmenin uzaktan tüten bacasını gördüm. İçimde sürekli gidip gelen bir korku ve coşku, vardım kapıya, elimi kapıya uzattım. Değirmen evinin gıcırdayan kapısı, tıpkı çocukluğumdan kalan bir anı gibi gıcırdayarak açıldı. Sonra tahta kilidin dili düştü kertmesine, kapı sustu.
İçeriden amcam seslendi.”En uzun gece başlıyor”.
İçeri girdiğimde sanki hiçbir ayrılık yaşanmamış gibi, yine çocukluğumda olduğu gibi uzun uzun düşlerini ve anılarını anlattı. Çocukluğumda da hiç sorgulamadığım aynı nakaratları, tekrarları, bıkmadan dinlediğim anılarını yine aynı merak ve sabırla dinledim.
Ben cesareti, korkuyu bir balta darbesiyle parçalamayı onun anılarından öğrendim.
“En uzun gece başlıyor dedi”. Bu tekrar bir başlangıçtı. Önceden düşünmüş müydü ? Yoksa gerçekten en uzun geceye mi saklamıştı anlatmadığı anılarını.
Bugün düşünüyorum da o anılarda, yaşanmışlıklardan çok yaşanmamışlık vardı. Ya da yaşamadıklarını yaşanmış kabul etmek. Bu ikinci düşünce vardı. Düşsel zenginliği, iştahla yaşanması gereken ama yaşanmamış olan, yaşanamayan zengin geçmiş. Sonrada anılarına kolayca giriveren bir geçmiş yaşanmış gibi. Beklide anlattığı anılarında, onu doyuran mutlu kılan bu zengin düşsel dünyaydı.
Zengin düşsel dünyanın harmanlandığı bu değirmen evinde, yeniden amcamın sesi duyuldu.”En uzun gece başladı”. Az önce değirmeni yeniden harekete geçirmek üzere dışarı çıkmıştı. Geldiğinde un tozu yağmış yüzünde, hüzne yakın, bana uzak bir ifade vardı.
Kapıyı kapattı. Az önce çalıştırmak üzere çıktığı değirmen, oluğunun pöyresinden çıkan su, anılarındaki asker tokadı gibi patlayarak, çarkın üzerine çarptı, taş ağır ağır hareket etti.
Hareket eden değirmen taşı anılarında yaşayan, kınalı saçlı büyük hala gibi kımıldadı. Kımıldayan taşın üzerinde ki çakıldaklar hafif bir kadın gibi oynayarak ses çıkarmaya başladı. İşte kapı kapandığı halde amcamı sustururcasına, değirmenin tüm gürültüsü, tüm haşmetiyle içerdeydi.
O susuyordu bu suskunluk bende korku yaratmıştı. Korkunun bir balta darbesiyle yok olduğunu öğrendiğim amcamın karşısındaydım. Ama hala korkuyordum. Aslında korkunun bir balta darbesiyle tuz buz olacağını hiç düşünmemiştim. Demek ki korku geçmiş zaman anıları gibi, yaşanmış kabul edilen yaşanmamışlıklar gibi, derinlerimizde bir yerde gizlice yatıyordu.
Değirmen evinin ikinci katında ki sofada kocaman, sadece anıları ve kışlıkları saklayan çıra kokan bir herkil vardı. Evin beyaz kedisi herkilin üzerinden atladı. Çıkan bu sesi belli belirsiz olmasına rağmen tanırdı. Benim prens dedi. Beyaz kedi amcamın prensiydi. Kedisinin anlattığı masallardan birindeki, kayıp ülkenin kayıp prensi olduğuna inanırdı.
Ocağın başına çömeştiğinde hem ocaktaki közleri karıştırıyor hem de kurutulmuş armut tozundan yapılan puhut’u ısıtıyordu. Bana döndü artık aramızda konuşulması gereken cümlelerin fermuarını açacaktı .
Puhut yermisin dedi. Yerim dedim. Çocukluğumda uzun anılarını dinlediğim bu evde yine böyle bir kış gecesinde merakla sormuştum, “puhut neden yapılır”?Yanıtı kısa olmuştu “yerken puhut de söylerim”.Diyememiştim aksırmış tıksırmış ve bir daha da asla yememiştim oysa tadını hala anımsarım. Armut aromalı şekerimsi tadı.
Ocağın başından kalktı elindeki puhut tabağını önüme koydu. Değirmen evinin alçak küçük penceresinin önüne oturup dışarı geceye baktı.
“Can gibi yakın “dedi. Kim için söylediği belirsiz bu sözü sanki öylesine söylemişti. Sonra devam etti. Buz gibi soğuk kaçan adımlar gibi hızlı bir ses tonuyla. Buğday biçiminde söylediği uzun şiirlerinden, gizli sevilerinden bahsetti. İçinden askerler geçen uzun bir şiiri vardı onu okumaya başladı. Bilmem ki bu şiirde ne bulurdu, hangi hayatı, hangi yaşanmamışlığı yada onu ağlatan hangi duyguyu.
Bu şiiri kaçıncı kez dinlediğimi bende bilmiyorum. Ama içinden askerler geçen bu şiir hala yüreğimde bir yerleri kanatır durur bunu biliyorum.
Her dinlediğimde unutmamışlığına hayranlık duyar, şiirin içinden başka başka hayatlar yakalardım. Bu şiirde okuyanla şairin arasında oluşmuş bağ beni kıskandırır, şairin böyle bir okuyanı tanımamış olması, üzüntü duymama neden olurdu.
Dışarıda köpekler havlamaya başladı. Şiirini bitirdi ardına yaslandı. Amcamla bütünleşen bir ruha sahiptim. Onu sırtlayan ona sarılan bir yakınlığım vardı. Yüzüne baktım küçük camın önünde yüzü tavana bakar halde dalıp gitmişti. Ona yakınlığım uzun uzun ballandıra ballandıra anlattığı birazda saptırılmış anılarından kaynaklanıyordu. Onun her anlattığı anısında her okuduğu şiirinde yaşayan ayrı bir adam vardı ve bu adam da benim amcamdı. İki ayrı insan ama bir atan yürek.
Amcama bakarken,geçmişimde kısa paçalı bir çocuğun, susa ya da şose üzerinde toz duman ve de büyük bir uğultuyla duran burunlu koca bir vabisten inip, yolun kıyısında ilk kez kendi yalnızlığına, amcamın dünyasına adım atışı geldi aklıma.
Değirmenin çakıldağı sustu. Akşamdan beri odada içilen çaylar, çayın kaynaması, kirli bardaklar, toplanmayı bekliyordu. Kalktı dışarı çıktı. İçeri girdiğinde çakıldak yeniden ses vermeye başlamıştı. “İpi çıkmış” dedi. “İnsanda çakıldak gibi değimli”? “Bir ipi çıkmaya görsün”. Diye devam etti. Sonra yüzünde hiç görmediğim ama korkunun da ötesinde bir ses tonuyla “almasın o orospunun kızını” dedi.
Cümlede konuşmada bitmişti.
Aylar sonra yeniden dönmüştüm köye ve bitmemiş konuşmanın bitmeyen kavgası içimde vardım yeniden değirmen evine.
Alçak değirmen kapısından girdiğimde gülerek “en uzun gün bu gün” diye selamladım. Yine alçak pencerenin önündeydi ve geceye baktığı gibi, yine dışarı gündüze bakıyordu.
“Ne” diye sordu. “Bu gün en uzun gün dedim”. Anlamadı ama anlamış gibi kafa salladı. Değirmen dönmüyordu, çakıldak suskundu. Değirmenin savağından sular delice bir coşkuyla boşluğa doğru dökülüyordu. Dökülen sular buğday biçiminde söylenen uzun şiirler gibi, anılar gibi gürüldüyordu.
Aç mısın diye sormadı. Ama seslendi. “Kız yumurta pişir”. Bu sesi çok iyi tanıyordum babasından, babasına da babasından kalma bir sesti.
Kısa ve net çağrıldığım ama konuşmadan döndüğüm o kış gecesi gibi değildi, ne sıkacak dişi, nede sabredecek zamanı kalmıştı. Hemen konuya girdi.
“artık şu oğlanı bir eversek”, dedi. “Senin sözün, sazın geçer. Söyle de almasın şu orospu’nun kızını”, dedi. Derdi orospu’nun kızının alınması değildi, derdi oğlunu yitirmekti. Dört kız sonuna güz civcisi gibi geç kalan oğlunu yitirmek.
Anıları dinleyecek bir insanı daha yitirmek. “Hangi orospunun kızını” dedim. Sustu. Anılarından biliyordum, anlattıklarından. Yaşamak isteyip de yaşayamadığı anılarından.
Anılarını anlatırken,” kendir kokusu dut zamanı gibi geçip gitti”, diyen. Geçmiş zaman anılarına bakarken, hep gözleri dolu dolu olan amcam. Bu gün karşısına dikilen, yaşanmamışlıklara inat, hem de biricik oğlunu da yanına alarak dikilen, bu orospuya karşı çok savunmasızdı.
Oysa anıların bu kadınla ilgili müstehcen yerinde durur, birde keyifle özlemle gülerdi. Oysa şimdi gülmeyi bırak korkudan ölmek üzereydi. Bu korku kadınların değirmen taşı üzerin de çakıldak gibi oynak ve sesli oluşlarına, geçmiş zamanında ki aldanışlarına dayanan, inancından kaynaklanıyordu.
Yüzüne baktım yüzü, korkuluydu. Gölgeli dağlar gibi direniyordu. “Bırak dedim, alsın o orospunun kızını”. Bıraktığın yerden o devam etsin. Sen hep üzülmez miydin? Dut zamanı, kendir kokusu gibi nede çabuk geçti demez miydin”.
“Olmaz dedi”. O an hissettim iyice yaşlanmıştı. Artık anılarını büyük bir keyifle anlatacağı, anılarına onun adına sıkı sıkı sarılacak, onun adına hayıflanıp kahkahaya boğulacak dinleyicileri kalmamıştı.
“Aşağılara, aşağıdaki köye de gitmiyorum artık. Burası bana yetiyor tavuklara huyda diyorum, değirmenin taşını dişliyorum.” Dedi.
Konuyu değiştiriyordu yenilgiyi kabul etmiyordu. Birden sessizleşti sessizliğin ortasına sanki çat diye devrildi. “Niçin sustun”,dedim. Yanıt vermedi. Sadece sessizce başını salladı. Yüreğinin atışını duyabiliyordum. Gümbür gümbürdü tıpkı düğününde çalan ve anlatmaktan bıkmadığı davulların sesi gibi.
Yüreği gümbürderken içinden buz tutmuş derelerde buzlar kırılıyordu çatırdayarak. Ondaki bu yıkıma ne bakabiliyordum nede dayanabiliyordum.
“Almasın o orospunun kızını dedi”,tekrar usulca. Artık ağlıyordu. Bana korkuları parçalamayı öğreten, içinden asker geçen şiirlerin sahibi, bu gölgeli dağlar gibi yüce adam ağlıyordu. Son kez tekrarladı”, almasın o orospunun kızını”. Ardına diz boyu bir sessizlik.
Akşam olduğunda değirmen çalışmıştı, pöyreden çıkan suyun çarka patlaması, değirmen taşının kımıldaması, çakıldağın suskunluğunu bozmuştu, çakıldak şakırdamaya başladı. Çakıldağın şakırdaması, benim yanıtsızlığımı, amcamın suskunluğunu bile bozamadı.
Amcam yerinden kalktı ışığın düğmesine uzandı. O ışığa uzanana kadar gözümün önünden, çulluk kanı gibi sıcak, kara incirler gibi tatlı, sığırcık sürüleri gibi kalabalık, dalları doldurup, kıran bey armutları gibi ağır geceler geçti gözümün önünden.
O ağır gecelerin sabahında merdiven altında gördüğüm sünnet entarili sümüklü oğlanın yerini artık yenileri alacak. Dört kızlı değirmen evinin düğünlerinde tavuk budu kaçırmalar, börek avuçlamalar yeniden başlayacak.
Amcam yenilmişti ve o orospunun kızı gelin gelmişti o değirmen evine.
Yıllar sonra yine bir en uzun gün sıcağında vardım değirmen evine. Eve dönen yerde eski harmanın kaşında bastonuyla karşıladı amcam beni.
Öyle değişmişti ki kendimi tutamadım, içimden savaktan boşluğa düşen su gibi çağlayarak ağladım. Kısa bir sessizlik yaşandı aramızda, anı karmaşaları, nerden başlayacağını bilemediğim kısa ve anlamsız konuşmalar. Gözleri aynıydı gölgeli dağlar gibi gün vuran, güney yamaçları hala parlıyordu.
“Oğlum”, dediğinde kime dediği umrum da bile değildi. Attım kendimi zayıf çelimsiz kollarına. Sesi dut zamanı gibi diri, kendir kokusu gibi keskindi.
Usulca boynuna sarıldığımda, o kadar değişmeyen şey vardı ki hayatında, kapı aynı kapı, çaydanlık yine ocakta, bahçeye bakan alçak pencere ve kapıda karşılayan babasının mirasçısı beyaz kedi.
“Anlat”, dedi. Ben sen diye soramadan o anlat dedi.
Oysa ben yaşanmış, yaşanacak, yaşanmamış ne varsa ondan, onun anılarından dinlemiştim. Her zaman sen anlat derdim. Şimdi amcam diyordu, sen anlat.
Anlat dediğinde uzun bir sessizlik yaşandı aramızda.
“En uzun gece başladı”. Dedi.
“En uzun gecemi”?Dedim.
“Evet en uzun gece”. Dedi.
Dışarıda uzun bir yaz gününün ardına sıcak bir gece başlamıştı.
Amcamla aramızda ise en uzun gece.
İşte ben ne zaman anılarına sığınmış bir adam görsem, sormaya cesaret edemem. Yaşadın mı? Yaşandı mı diye.
İşte ben, ne zaman geçmiş zaman anılarından çıkmış bir kadın görsem, yüzüne yüzümü kaldırıp bakamam.
Korkarım geçmişimde anıları ve yalnızlıklarıyla gölgeli dağlar gibi duran, şiirlerinin içinden askerler geçen amcamdan.
Ş.GÖKSOY
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.