- 997 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
BABA İLE OĞUL'UN KADERİ
BABA İLE OĞUL’UN KADERİ
Vatani görevini yapmak üzere, henüz yeni doğmuş olan oğlu Hakkı’ yı ve çok sevdiği karısı Hacer’i bırakıp gitmek zorunda kalmıştı. Onları böyle bırakıp gitmek istemiyordu, ama çaresiz mecburdu. Çünkü vatan borcu namus borcu idi.
Mustafa; askerliğini doğuda yer alan, Şırnak ilinde yapacaktı. Yüreğinde bir sıkıntı sürekli onu boğuyor, neredeyse nefes alamayacak kadar daralıyordu. İlk günler çok zor geçiyordu. Ara sıra eşi ile oğlunun fotoğraflarına bakıp, bir çocuk gibi kendini avutuyordu. Oğlu Hakkı ve karısı Hacer gözünde tüter olmuştu. Sık sık mektup yazıyor, hasretini böyle dindirmeye çalışıyordu. Hele Hacer den mektup aldığı zamanlar, mektubu öpüyor, kokluyor, tekrar tekrar okuyordu. Hacer de Mustafa’dan gelecek bir mektup ümidi ile, sürekli postacının yolunu gözler olmuştu. Kocasından gelen her mektup ta, adeta bir bayram çocuğu gibi seviniyordu. Mektubu okurken oğlu Hakkı’nın da dinlemesi için yüksek sesle okuyor, sonra da oğlu ile konuşuyor, ona uzun uzun babasını anlatıyordu.
Günler günleri, haftalar ayları kovaladı durdu. Sayılı gün geçmek bilmiyordu sanki.
1985 yılının soğuk ve çetin geçtiği bir kış günü, Cudi dağındaki teröristler için bir operasyon düzenlenmişti. Bu operasyonda Mustafa da yer alıyordu. Mustafa sanki şehit olacağını hissetmiş gibiydi. Kağıdı kalemi bir kez daha eline alıp, karısına ve oğluna bir mektup yazdı. Mektup öyle bir mektuptu ki, okuyanın yüreği yerinden kopuyordu adeta. Operasyona katılmadan önce, oğlu ile karısının fotoğraflarına bir kez daha bakıp, fotoğrafları cebine koydu.
Hacer o gece kabus denecek kadar kötü bir rüya görmüştü. Sabah uyandığında;
- Hayır olsun inşallah.
diyerek, rüyayı kötüye yormak istemedi. Sürekli kocasına dualar ediyor,
- Allah’ım onu sen koru.
diyordu.
Mustafa ise katıldığı operasyonda;
- Allah’ım eğer bana bir şey olursa, oğlumu ve karımı sana emanet ediyorum, senden başka kimsem yok, sen kudret sahibisin, yaratansın, onları koru yarabbi.
diyerek, karısı ve oğlu için sürekli dualar ediyordu. Atılan kurşunların ardı arkası kesilmiyordu. Kurşun sesleri Mustafa’nın kulağında tınılı bir ses olmuştu sanki. Her geçen dakika da, ölüme biraz daha yaklaştığını hissediyor gibiydi. Zaten bu çatışmada, bu kurşun yağmurunun arasından, sağ çıkabilmek mucize gibi bir şey olmalıydı.
Ertesi gün Hacer’in kapısı acı acı çaldı. Hacer kapıyı açtığında, karşısında bir Jandarma ile rütbesini bilmediği bir asker duruyordu. Hacer o an anlamıştı sanki,
- Mustafa’m… Mustafa’m… ona bir şey mi oldu yoksa…
diye sorabildi, yüreğinde büyük bir acı vardı. Nedense bu acının adını bir türlü koyamıyordu.
Kapıdaki Jandarma ve asker;
- Yok… yok… kocanıza bir şey olmadı. Feryat figan etmeyin lütfen, sadece sizi ona götürmek için geldik. Hemen hazırlanırsanız iyi olur.
dediler.
Hacer hemencecik üzerine bir şeyler giydi, oğlunu da battaniyesine sarıp, askerlerle birlikte il Jandarma’ya doğru yola çıktılar. Yol bir türlü bitmek bilmiyor, uzadıkça uzuyordu. Hacer yol boyunca oğluna sıkı sıkıya sarılıp ağladı. İl jandarmaya gelindiğinde Hacer’i yüksek rütbeli olduğunu düşündüğü, fakat kim olduğunu bilmediği bir asker karşıladı. Hacer’in sakinleşip, rahatlaması için onunla konuşuyor, sorular soruyordu. Hacer ise; yöneltilen bu sorular karşısında, utana sıkıla cevaplar veriyordu. Bir an da tüm cesaretini toplayıp,
- Buraya neden getirildiğimi anlamadım, kimse bir şey söylemiyor, yoksa
Mustafa’ma kötü bir şey mi oldu?
diye sordu.
Karşısında oturan asker bir Hacer’e, bir de kucağındaki bebeğe baktı. Sonra da başını önüne eğerek;
- Üzgünüm, gerçekten çok üzgünüm. Nasıl söyleyeceğimi bilemiyorum. Bunu söylemek benim için gerçekten çok zor. Bu gibi durumlarda ne yapılır, nasıl söylenir onu da bilmiyorum. Ne yapacaksınız kader işte. Takdir-i ilahi. Başın sağ olsun bacım.
dedi.
Duydukları karşısında adeta dünyası başına yıkılmıştı Hacer’in. Hıçkıra hıçkıra ağlıyor, göz yaşlarını tutamıyordu.
Kapı çalındı ve bir asker selam vererek odaya girdi. Masaya bir paket
bırakıp odadan dışarı çıktı.
Masada oturan yüksek rütbeli asker, Hacer’e bir peçete uzattı. Ardından
gelen paketi vererek,
- Kocanızın üzerinden çıkanlar ve özel eşyaları. Bir kaç şehidimiz daha oldu, hepsi için resmi bir tören düzenlenecek. Törende siz de bulunursunuz.
dedi.
Hacer perişan bir haldeydi. İl jandarma’ya ait resmi bir araç Hacer’i evine bıraktı. Yol boyunca kocasını ve birlikte yaşadıkları günleri düşündü. Geride bıraktıkları acı tatlı anıları, bir film şeridi gibi geçti gözünün önünden. Sonra oğlu Hakkı’yı düşündü. Onun babasız büyümesi içini acıtıyordu. Bu zamanda nasıl bakacaktı ona tek başına?...
Şu saatten sonra oğluna hem ana, hem baba olacaktı. Oğluna sıkı sıkıya sarılıp, öpüp kokladı, bağrına basıp, hıçkıra hıçkıra ağlamaya devam etti. Gözyaşları dinmek bilmiyordu bir türlü. Yüreği bu acıya dayanamıyordu.
Evine gelir gelmez, kocasının üzerinden çıkan, özel eşyalarının bulunduğu paketi açtı. Bir kaç kıyafeti, karısına ve çok sevdiği oğluna mektup yazdığı kalemi, Hacer ile oğlu Hakkı’nın bulunduğu bir fotoğraf çıktı paketten. Hacer kocasının kıyafetlerini öpüp kokluyor, eşinin asker kıyafeti ile çektirdiği fotoğrafını eline alıp ağlıyordu.
Ertesi gün cenaze töreni vardı ve kocası toprağa verilecekti. Hacer bunca acıya nasıl dayanacaktı?...
Ya o her şeyden habersiz minicik yavrusu, hiç baba sevgisi tatmadan
nasıl büyüyecekti?...
Hacer çok çaresiz ve yalnızdı…
Allah’tan gelen bu ölümü kabullenmekte çok zorlanmıştı. Yüreği yangın yerinin küllerine dönmüştü. Adeta kolu kanadı kırılmış, oğlu ile bu dünya da yapayalnız kalmıştı. Şu an da tek varlığı oğlu idi. Hiç değilse onun için ayakta kalmalı, en azından kendine daha iyi bakmalıydı.
Cenaze töreni olmuş bitmiş, Mustafa’sını ebedi yolculuğuna uğurlamıştı.
Bu onun hayatındaki en acı günüydü. Bu acı yüreğine kor olup düşmüştü. Cenaze töreni sonrası evine geldiğinde, postacı eşinin ona şehit olmadan önce yazdığı mektubu getirdi. Hacer mektubu okudukça yüreğindeki yangın daha da büyüyordu. Sürekli ağlıyor, kendini ağlamaktan geri koyamıyordu. Gözleri neredeyse fal taşı gibi şişmiş ve kıpkırmızı olmuştu.
Bu acıya nasıl direnecekti bilmiyordu. Onsuz bu hayatın yükünü bir başına nasıl taşıyacaktı?...
Dahası çok sevdiği kocası, Mustafa’sı olmadan nasıl yaşayacaktı?... Düşündükçe çıldıracak gibi oluyor, üzerine çöreklenen bu sıkıntıdan bir türlü kendini kurtaramıyordu. Her geçen günün bu acıyı hafifleteceği bir gerçekti.
Ama asıl önemlisi, bu günler nasıl geçecekti?...
Hacer, minicik oğlu Hakkı ile bu acımasız dünyanın ağır yükünü kaldırabilecek miydi?...
Günler haftaları, haftalar ayları, aylar yılları kovalamış. Zorlu geçen 19 yılın ardından Hakkı büyümüş genç, yağız bir delikanlı olmuştu. Tek şey hariç, her geçen gün onlardan çok şey götürmüştü; o da kocası Mustafa’nın acısı, bu gün gibi yüreğinin orta yerinde duruyordu Hacer’in.
Tek yaşama gücü, mutluluğu, her şeyi, canı - ciğeri, oğlu Hakkı idi. Hayatını ona adamış, onun mutluluğu ve okuması için adeta saçlarını süpürge yapmıştı.Hayatın getirdiği acımasız ve ağır yaşam koşulları, onları sefaletin ve yoksulluğun içinde yoğurmuştu. Gün ne getirdiyse onunla avundular. Bir gün buldularsa, bir gün bulamadan gün geçirdiler.
Hacer kocasından bağlanan şehit maaşıyla kıt kanaat geçiniyordu. Bu nedenle küçük bir iş yerinde temizlik işçisi olarak işe girmiş, burada az bir maaşla çalışıyordu. Oğlu ise ancak liseyi bitirebilmiş, girmiş olduğu üniversite sınavını kazanamamıştı. Hacer bu duruma çok üzülüyor, oğlu üzülmesin diye ona belli etmemeye çalışıyor ve sürekli ona moral veriyordu. Ne de olsa, oğlu onun dünyada ki her şeyi, kıymetlisi, tek varlığı ve tek yaşama gücüydü.
Günlerden bir gün Hakkı’ ya asker ocağından çağrı mektubu geldi. Hakkı
üniversite sınavını kazanamadığı için, askerliğini yapıp aradan çıkartmak
istiyordu. Annesi ile bu durumu konuştu, fakat annesi bu duruma her ne kadar karşı geldiyse, Hakkı annesini dinlemek istemedi. Çünkü çalışmak, annesine yardımcı olmak istiyordu. Evde boş boş oturmak çok ağırına gidiyordu, lakin hangi iş yerine baş vuruda bulunduysa işe alınmamıştı. Bu durum Hakkı’nın moralini iyice bozmuştu. Her şey üst üste geliyor, bütün aksilikler bir an da yaşanıyordu.
Her ne kadar Hacer oğlunu ikna etmek için uğraşsa da, sonuç olumsuz oluyordu. Hakkı asker olup, vatani görevini yapmak, vatan borcunu ödemek istiyordu. Bu konuda annesinin
sözünü dinlememiş, kararını çoktan vermişti bile.
Nihayet Hakkı’nın ana ocağından ayrılıp, asker ocağına gideceği gün gelmişti. Acemi birliğini Manisa Kırkağaç’ da yapacaktı. Asker olmanın
verdiği gurur ve heyecanla, gözü yaşlı annesinin elini öpüp, hayır dualarını alarak yola çıktı.
Hacer oğlundan ayrı kalmanın acısını, yüreğinin taa orta yerinde hissediyordu. Oğlu için sürekli Allah’a dualar ediyor, sık sık oğluna mektup yazıyordu. Aldığı her mektupta derin bir “ohh” çekip, biraz olsun yüreğindeki sızıyı dindirmeye çalışıyordu. Bir yandan Hakkı’nın asker kıyafeti ile çektirip, kendisine gönderdiği fotoğrafa bakıyor, bir yandan da mektubu okurken göz yaşlarını tutamıyordu. Oğlunun kokusunu hissetmek için, mektubu öpüp kokluyor ve fotoğrafı baş yastığının altına koyup, öylece uykuya dalıyordu. Bu ona çok huzur veriyordu.
Hakkı acemi birliğini bitirmiş, annesinin yanına dönmüştü. Ana ile oğul uzun uzun sarılıp, hasret giderdiler. Hacer sağ salim oğluna kavuştuğu için çok mutluydu. Ne de olsa kaygıları, onca endişesi boşa çıkmıştı. Hakkı’da annesini çok özlemişti. Askerlik anılarını annesine anlatarak, hasret gidermeye çalışıyordu. Bu kısa izin dönemindeki bütün gününü, çok sevdiği annesi ve arkadaşları ile geçirmişti.
Güzel günler su gibi geçmiş, Hakkı’nın usta birliğine gitme vakti gelmişti.
Yalnız bir sorun vardı, Hakkı usta birliğine Şırnak’a gidecekti. Oğlunun Şırnak’a gitmesinden dolayı, Hacer’in yüreğine bir sıkıntı gölü dolu vermişti. Yüreği neredeyse nefes bile alamayacak kadar daralıyor, boğuluyordu. Gece olunca uyumak için girdiği yatağında, bir türlü gözüne uyku girmiyor, sabahlara kadar sürekli oğlunu ve şehit verdiği kocasını düşünüyordu. Uyuduğunda ise; kabus denilecek kadar kötü rüyalar görüyordu. Ne de olsa, kocası Mustafa’da Şırnak’ta askerliğini yaparken şehit düşmüştü. Oğlunun da babası ile aynı kaderi yaşamasını istemiyordu. Bu düşünce Hacer’i çok korkutuyordu. Hacer bunları düşündükçe daha da bir fenalaşıyor, yüreğinde sönen yangın, adeta yeniden alevleniyor, içini yakıyordu.
Çok mutsuzdu, çünkü çok sevdiği, tek yaşama gücü olan oğlundan yine ayrılacaktı. Üstelik bir de, kocasını şehit verdiği topraklara gönderecekti
oğlunu. Sonunda ayrılık günü gelip kapıya dayanmıştı. Oğlunun acısı şimdiden çöreklenmişti yüreğine.
Hacer oğlunu otobüs terminalinde yolcu edip uğurlarken, hem acı acı ağlıyor hem de onu bir daha göremeyecekmiş gibi sıkı sıkıya sarılıyor,
onu bırakmak istemiyordu. Hacer’in bu denli ağlaması, Hakkı’yı çok üzüyor, annesinin daha fazla göz yaşı dökmemesi için, ona moral vermeye çalışıyordu. Ancak Hacer, yüreğinde yeniden alevlenen bu yangına dur diyemiyordu. Sanki bu acıyı kocası Mustafa’yı şehit verdiğinde de, yıllar önce bir kez daha yaşamıştı. Bu nedenle olmalı ki; aynı acıyı bir kez daha yaşayacak gücü yoktu.
Hakkı otobüse binip, Şırnak’a doğru yol almaya başlamıştı. Hacer ise; göz yaşları içinde, oğlunun arkasından uzun uzun el sallayıp, dualar okudu.
Günler geçmek bilmiyordu. Her geçen gün, yüreğindeki sıkıntı biraz daha
büyüyor, neredeyse nefes almak ta bile zorlanır hale geliyordu. Kendince dualar okuyup, Euzu besmele çekip, rahatlamaya çalışıyordu. Oğlundan gelen her mektup ta derinden bir “ohh” çekip, Allah’a şükrediyordu. Mektubu okuduktan sonra,
- Hakkı’mın kokusu var bu mektup ta.
diyerek öpüp kokluyor, bağrına basıyordu. Nedense gelen her mektuptan sonra bile, Hacer’in içindeki sıkıntı geçmek bilmiyordu. Sanki kalbine bir bıçak saplanmış gibiydi. Öyle ki; oğlundan aldığı mektuplar bile, bu sıkıntıyı geçirmiyordu.
Yağmur çisil çisil yağıyordu. Adeta mavi gök eriyor, bahar oluyordu. Toprak kokusu güllerle buluşmuştu. Oysa ki mevsim henüz yaz’dı. Daha dün’e kadar güneş durduğu yerden ayrılmadan, yerküreyi sıcacık sarıyordu. Yol kenarındaki ağaçlar ise; aralıklı olarak asker gibi dizilmiş doğayı seyrediyordu. Birden bire bardaktan boşanırcasına yağmurun böyle yağmasına bir anlam verememişti Hacer.
Penceresinin önünde durup, dışarıda yağan yağmuru seyretmeye başladı. Uzun bir süre, yağan yağmurun penceresinin camına vurarak yere düşmesini seyretti. Sonra aklına, kocası Mustafa’nın şehit haberini aldığı gün geldi. O gün de böylesine deli bir yağmur yağmıştı ve hava çok soğuktu. Hacer’in gözlerinden iki damla yaş süzülüverdi yanaklarına. Birden bire akılına oğlu Hakkı geldi. Uzun uzun oğlunu düşündü. Koynundan oğlunun fotoğrafını çıkartıp, onu sevdi ve oğlu ile konuştu.
Tam o sırada kapı çaldı. Hacer kapının çalması ile birlikte kendine geldi.
Başındaki eşarbını düzeltip, fotoğrafı yeniden koynuna koydu ve kapıyı
açtı. Karşısında bir jandarma eri ile, rütbesini bilmediği bir asker duruyordu. Hacer sanki yıllar önce yaşadığı o anı, yeniden yaşıyor gibiydi.
Gözleri yine yaşla dolmuştu. Ağlamamak için kendini ne kadar tutmak istiyorsa, göz yaşları da o kadar sel olup akıyordu. Ancak kapısındaki askerler daha hiç bir söz söylemeden, onların yüzüne bakıp;
- Biliyorum, oğlum da şehit oldu değil mi? O da babası gibi bu vatan uğruna gözünü kırpmadan canını feda etti.
dedi.
Askerler ne yapacaklarını, ne diyeceklerini bilmez bir haldeydiler. Sadece askerlerden biri;
- Başınız sağ olsun anacığım. Takdir-i ilahi. Bu cennet vatana hepimiz can kurban. Oğlunuz Allah’ın sevgili kuluymuş ki; şehitlik mertebesi ile
onurlandırıldı. İnanın bana, diyecek bir söz bulamıyorum.
dedi.
Hacer son derece sakin ve metanetliydi. İçindeki bu anlamsız sıkıntının artık adını koyabiliyordu. Beyninde şimşekler çakıyor, bağrına taş basıyordu. Oysa ki kocası Mustafa’nın şehit haberini aldığında, bu kadar metanetli ve sakin olamamış, göz yaşları içinde feryat figan etmişti.
Askerler hiç bir şey söyleyemiyor, ne yapacaklarını bilmez bir halde, kapıda öylece Hacer’i izliyorlardı. Hacer ise ağıt yakar gibiydi, yüreğinde ne varsa tek tek söylüyor ve ağlıyordu. Ama nafile, giden geri gelmiyordu. Bir an askerlere bakarak;
- Benim Hakkı’m babasının oğluydu. İçimde hep bir sıkıntı vardı zaten. Demek bunun içinmiş, demek Hakkı’mın ölüm haberini alacakmışım da ondanmış. Rabbim sizin acınızı sevdiklerinize göstermesin. Bu acı hiç bir şeye benzemiyor, yürek yakıyor evladım.
dedi.
Koynundan oğlunun fotoğrafını çıkartıp uzun uzun baktı. Sonra da;
- Sen de beni yalnız bıraktın oğlum. Tek dalımdın, canımdın, umudumdun. Yaşama sevincimdin, mutluluğumdun. Şehit karısıydım, bir de şehit anası oldum. Babanın ölüm haberini aldığım gün de böyle yağmur yağıyordu, senin ölüm haberini aldığım gün de yağmur yağıyor. Bu yağmur gibi,
Allah rahmetinizi bol etsin. Mezarınız nur’la dolsun, toprağınız bol olsun.
Bu nasıl bir kadermiş böyle ki, baba oğul aynı kaderi yaşadınız.
14.07.2006 / ANKARA
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.