- 856 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
KELİMELER
TÜRK DİL KURUMU YAZIM KILAVUZU
ANKARA,2005
AB
Yürümeye başlayalı ne kadar olmuştu? İki saat, üç saat, bir gün…
Cevabını bulamadı. Ne zaman duracaklardı Sabah olunca mı? Yoksa hedefe varınca mı? Hedef neresiydi? Kim biliyordu? Bir kişi. O da arkalarda soluk soluğa yürümekteydi, durmak istiyordu, bir daha yürümemecesine durmak. Nefesinin yetemeyeceğini, soluk alıp veremeyeceğini hissetti. Bir saniye de olsa durmalıydılar.
Saçları beyazlamıştı, bunun ilk farkına vardığı an içini bir karamsarlık kaplamıştı. Yaşlanıyordu. Yorgundu. İlk molayı nerede verecekti? Biraz daha zorlamalıydı. Yeni gelenlerin gözlerindeki korkuyu hatırladı, eskilerde ise umursamazlık yüklüydü. Kendi gözlerinde neler uçuruyordu. Yaşlılık ve pişmanlık; ilk ne zaman yerleşmişti gözlerinin akına? Hatırlayamıyordu. Ama birden olduğunu biliyordu.
Temposunu biraz düşürdü, arkadan gelenler yavaşça geçmeye başladılar. Ama aldırmıyordu. İyice yavaşladı. Öndeki karartılar birer ikişer durmaya başladılar, önündeki de durdu ve sonra çöktü, mola vermişlerdi.
Bir taşın üstüne sessizce oturdu. Mola sonrası kalkabileceğini sanmıyordu. Artık çok zorlanıyordu. Ne zamana kadar böyle sürecekti?
Sırt çantasını çıkardı. Islanmıştı. Hafiften bir ürperti dolaştı sırtında. Yandaki pet şişesini çıkardı. Kapağını açtı. Soğumuştu. Gecenin soğuğu işlemişti. Neden soğuğu hissetmemişti? İçinin yandığını fark etti, içse miydi şöyle kana doyunca. Dudaklarına götürdü. Bir yudumu ağzına boşalttı, boğazının yandığını hissetti. Ama aldırmadı içmeye devam etti.
Bundan sonra belki de kalkıp yürüyemezdi, kalkamasa da umursamadı içmeye devam etti. Bu onun Ab-ı hayatıydı. Belki de son yudumuydu.
BABA
Gecenin karanlığı içine işledi. Bir yudum daha su içti. Ayakları acıyordu. Ne kadar oturduklarını tam kestiremeden kalktılar ilerlemeye başladılar. Önündeki de kalktı. Kalkarken dönüp bir şeyler mırıldandı. Sayı sayıyorlardı. Her durduklarında, her çöktüklerin ve her kalktıklarında sayıyorlardı. Bir sayının eksilmesine dahi tahammülü yoktu. Kaç kişi başladıysa o kadar bitireceklerdi, kural böyleydi. Kaçıncı sıraya düşmüştü ki. Önündeki geri dönüp sayısını söyledi. Ama anlayıp bir sonraki sayıyı arkaya ulaştıramayınca önündeki tekrar dönüp, biraz daha sert ve birazda sinirli bir şekilde “22” dedi. Şimdi duymuştu. “23” deyip yürümeye devam etti. Sıradaki yerine ulaşmalıydı. En son sayısı on birdi oldukça geriye gelmişti. Hızını arttırdı. İşte o an ayağının altındaki toprağın sarsıldığını hissetti. Sesi ise sonradan duydu. Etrafı aydınlatan ışığı ise hiç hatırlamıyordu. Kulaklarındaki o sessizlik uzun süre orada kaldı. İçini kaplayan o sıkıntı ise…
Artık koşuyordu. Etrafındaki kargaşaya aldırmadan koşuyordu. Sonunda durdu. Nedensiz bir şekilde ayakları yavaşladı ve durdu. Amaçsızca, öylesine dolanan şaşkın gözleri gördü. Sebepsizce, çaresizce dolanan yüzleri gördü. Yüzlerine toprak bulaşmış bedenleri gördü.
Ve onu gördü.
Koca bir çukur vardı. Koyu karanlığın ortasında daha da karanlık bir çukurdu. Oradaydı. Tam patladığı anda çukurun yerindeydiler. Üç kişiydiler. Çukura gömülüp, toprak olan savrulan üç kişiydi. Biliyordu o da oradaydı. Toprakla savrulan onun vücuduydu. Biraz daha yaklaştı. Eğilip mevzi alanlara aldırmadan yürüdü. Sonra aklı yürümek isterken, ayakları durdu. Çömeldi çaresizce, çöktü. Boğazının kuruduğunu hissetti. Çok derinlerde bir yerde canının acıdığını hissetti. Birkaç yudum su içti aynı tadı almaksızın.
Etrafındaki sesler geri gelmişti. Ağaçların hışıltısı ve nehirlerin sesini duyuyordu. Hiç bir şey olmamışçasına tüm olanlar hayalmişçesine. Ama o artık yoktu. Bunu biliyordu. O ölmüştü. Bölüğün babası ölmüştü. Bölük komutanı ölmüştü.
CABA
Güneşin ilk ışıklarının vurmasıyla, birlikte tüm gerçek tekrar ortaya çıktı. Her şey daha korkunç bir şekilde önlerindeydi. Çukur koca bir ağız gibi öylece duruyordu. Üç can almış ama doymamış bir ağız. Birkaç kişi etrafta dolanıyordu. Başları öne eğilmiş, gözleri toprağı tarıyordu. Bakışları sabitlenmiş, ağlamamak için zor duran gözler öylesine aranıyordu. Ne aradıklarını onlarda bilmiyordu. Boyunları bükülmüş öksüzler misali acının parçalarını arıyorlardı. Geride kalanlara verebilmek için hiç bir şey bulmamacasına arıyorlardı. Böylelikle bulamazlarsa yok sayabileceklerdi yaşadıklarını. İzne gittiğini ya da başka bir yere tayin olduğunu düşünüp devam edeceklerdi yaşamaya, acısız, umursamaz ama mutlu. Yinede aradılar o sabah çukurun başında.
Saçlarına üç tel daha beyaz düştüğünü hissetti. Biliyordu bu beyazlar asla yok olmayacaklardı. Siyahlar birbiri ardına dökülürken, gümüş rengindeki beyazlar artarak saracaktı tüm kafasını ve asla terk etmeyeceklerdi yerlerini.
Suyu bitmişti. Derenin sesini duyuyordu. Bir an içmek istedi. Sonra vazgeçti. Dere şahit olmuştu toprağa karışan kana. Belki de o saklıyordu bulunamayanları, belki de alıp götürmüştü her bir damlasına katarak. İçmedi suyundan berrak derenin öylece bakakaldı köpüren beyaz sularına.
Hala arıyorlardı. Toprağı eşeleyerek alt, üst ederek derinlerdekileri gün ışığını çıkararak, üstekileri karanlığa gömerek arıyorlardı. Ama boşuna bir uğraşıydı. Hiçbir şey yoktu. Bunca uğraş, bunca emek, geçen tüm yılların anısı yok olmuştu bu toprakta. Bulunamayan tek iz ise cabasıydı, bütün acıların yanında.
ÇABA
Güneş ısıtmaya başlamıştı. Durmasını istediği halde son sürat akıyordu zaman. Etraf kalabalıklaşmıştı. Başkaları da gelmişti. Her gelen acıyan gözlerle bakıyor, bir şeyler söylemeden, söyleyemeden geçiyordu. Ortalık sessizleşmişti. Herkes umutla bir şeyler bulmaya çalışıyordu. Ama boşunaydı. Zaman hala akıp gidiyordu. Araçlarda buraya gelemezlerdi. Yolda yeni mayınlar olabilirdi. Ölüm yeni ölümleri de peşi sıra getirebilirdi. O yüzden havadan götürülecekti. Havaya karışan her şey gibi göklere yükselerek gidecekti. Her şeyin gökyüzüne yükseldiğini, bulutların arasında olduğunu bilerek sessizce yükselecekti. Cennette gökyüzündeydi. Tanrı’da oradaydı.
Aslında her şey yerde başlamıştı. Her şeyi oluşturan topraktı. Âdem topraktan yaratılmıştı ve toprakta yok olmuştu son gününde. Ayağımızı bastığımız yer bu topraktı. Yaşamamızın amacı, yaşantımızın amacı, belki de öldürmemizin amacıydı toprak. Kanlarımız bu toprağa akıyordu.
Bu toprak almıştı babamızı, kardeşlerimizi. Bu toprak saklamıştı yok olan bedenlerini.
Gökyüzü bize ait değildi. Uçsuz bucaksız mavilikler geçidiydi tüm güzellikleriyle birlikte. Bembeyaz bulutlar, simsiyah bir gece, parlayan yıldızlar. Hepsi bize ait olmayan özgür ve yalan güzelliklerdi. Oysa toprak öylemi? Öylece dururdu sarsılmadan, güven vererek ayaklarımızın altında. Öylesine güzellikler barındırıyordu ki ta derinliklerinde. Esirgemeden bire bin verirdi tüm güzelliklerini. Bazen alırdı sevdiklerimizi koynuna acımasızca. Onları da almıştı, biliyordu her ne kadar bulamasak ta derinliklerin de açgözlüydü, doymamacısına, yutarak almıştı biliyordum. İşte bundan dolayı cennet ayaklarımızın altındaydı. Asla gökyüzünde değildi, biliyorum.
- Ama…
— Ya! Ben yanılıyorsam?
— Gerçekten yukarılardaysa cennet ve onlar ordaysa.
O zaman boşuna mı çaba sarf ediyorduk, ölümü göze alarak.
DADACI
Gökyüzü iyiden iyiye kararmıştı. İlk damlanın düşmesi an meselesiydi. Ağustosun o bunaltan sıcaklarından biraz olsun kurtulmak için gök gürültüsüne ve kara bulutlara razıydık. Biliyorduk ki bu yaz yağmurudur. Ne kadar gürültülü, ne kadar karanlık, ne kadar şiddetli gelirse gelsin güneşli ve pırıltılı bir maviliğe ve bu gökyüzü gebedir. Kalabalıkta bunu biliyordu. Bu yüzden bazılarında şemsiye yoktu. Islansalar da kururlardı güneş en tepeye yükseldiği zaman. Kırmızı bayrakları vardı ellerinde yağmurdan ıslanan kan kırmızı bayraklar.
Gökyüzü bir kez daha gürledi sonra sustu dinledi.
Ezanın ardından derin bir sessizlik oldu. Caminin dışındaki kalabalık hafiften dalgalandı. Ön saflara geçemeye çalışanlara yer verdiler. Kenarda ise yere bakan üç, beş kişi vardı. Onların elinde ise ne şemsiye ne de bayrak vardı. Ne gök gürültüsüne aldırdılar ne de elleri havada haykıran kalabalığa. Sadece sessizce kalabalığı yarıp ulaştılar tabuta.
Gökyüzü bir kez daha gürledi. İlk yağmur tanesi alnına düştü, diğeri ise beyaz yıldıza, sonra hızlandı yağmur. İri damlalar yüzünü yıkadı, yanaklarından aşağıya süzüldü. Silmedi hiçbirini. Huzurla baktı omzunda ki tabuta. Gökyüzü bir daha gürlemedi. Önündeki aldı omzuna bayrağını. Sessizce teslim etti kardeşini, yüzündeki yağmur damlalarına aldırmadan. Adımları yavaşladı. Kalabalık yanından geçerken fark etti ağlayan anasını, bacısını dimdik gururla duran babasını. Silmedi yüzündeki yağmur tanelerini. Bağırıyordu kalabalık susunca gökler:
— Şehitler ölmez, Vatan bölünmez.
Orada öylece kalakaldı. İyice uzaklaştı kalabalık. Uzaktan uzağa kulaklarında çınlıyordu dadacıların yakacağı ağıt.
EBABİL
Hiç bir şey eskisi gibi olmayacaktı. Güneş artık eskisi gibi doğmayacaktı. Bir şeylerin artık tam olmayacağını biliyordu. Bir yanının eksildiğini biliyordu. Gözyaşlarını içine akıttı. Yiğidi gidiyordu. Hiçbir şeye tam doyamadan. Erdem’ine tam doyamadan gidiyordu. Ama ağlamadı.
Bayrağı katladılar, öptüler. Bir şeyler söylediler. Kulakları uğulduyordu anlayamıyordu. Kaç günden beri böyleydi, o telefonun zilinin çalışından beri kulakları uğulduyordu. O haberi aldığında ağlamamıştı. Şimdi toprağa koyarlarken yine ağlamıyordu. Tabutu açtırmamışlardı, yüzüne baktırmamışlardı. Şimdide tabutu öylece koyuyorlardı toprağa.
Ne demişti komutanı “ asla kanı yerde kalmayacak”
Eşyalarını getirmişti arkadaşı bir çantanın içinde. Açmamıştı, açamamıştı. Annesi bakmıştı ağlayarak, ağıtlar yakarak. Her şeyi koklayıp öpmüştü. Arkadaşı sadece gözleri önde toprak onu aldı yenge demişti, toprak onu aldı.
Bayrağı babası aldı. Komutanına bir şeyler söyleyerek ağlamadan, şehit babası gibi, Erdem şaşkındı ve habersizdi olup bitenlerden.
Son toprakta atıldı tabutun üstüne, sadece hoca kalmıştı mezarın başında. O da talkını verince yavaşça geçti yanlarından dua okuyarak. Şimdi her yer sessizdi ve güneş batmak üzere yorgun bir şekilde duruyordu. Yarın yeni bir gün olacaktı bunu biliyordu. Nasıl olacağı ise meçhuldü. Ama bir şeyden emindi hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.
Sıkıca elini sıktı Erdem’in. Kararını vermişti. Toprağın artık bir borcu vardı. Bunu muhakkak ödeyecekti. Kararını vermişti, toprak zamanı gelene kadar suskun duracaktı. Ama o an geldiğinde bedeli ödeyecekti. Bunun için gerekirse fillerle savaşan ebabil olacaktı, ama olacaktı.
FAAL
Geri dönemezdi. Geri dönecek gücü yoktu. Her şey sonsuz sükûnete kavuşmuştu. İzninin sonuna geliyordu. Kararını vermeliydi. 25nci yılını 2 Eylül günü dolduracaktı. Az zamanı kalmıştı. Dilekçesini vermeliydi. Bugün 24 yıl 5 ay 13üncü günündeydi. Zamanı durduramadı.
Ne yapacaktı?
Vereceği kararlar sadece ona aitti. Geçmişine bakmasına gerek yoktu. Yakında orta yaşlı olacaktı. Hiçbir şeyle bağlantısı yoktu. Eskiden kendisini okyanusun içinde su damlası gibi düşünürdü. Bütün damlalar bir araya gelerek okyanusu oluşturdular. Önemli olan damla değildi.
Ama şimdi. Damlaların zamanıydı. Diyetini ödemişti. Hem derler ki:
“Sular yükseldiğinde balıklar karıncaları yer,
Sular alçaldığında karıncalar balıkları”
Suların çekilmesine az kalmıştı. Doğru ya da yanlış zamanı gelecekti. Planlarını en ince ayrıntısına kadar yapmalıydı. Hata olmamalıydı. Tek başına yapamayacağı işleri ise…
Geçmişe uzanan anıların içinde kendisi gibi olanları bulmakta zorlanmadı. Hatırladıkça mutlu oldu. Mutlu oldukça hatırlamaya başladı. Böylece son birkaç hafta yaşadığı mutsuz anıları unutmaya başladı. Kendini yavaşça bulmaya başladı. Yıllar önce kaybettiğini sandığı duygularının aslında kaybolmadığını, mesleğin o ilk günkü heyecanını ve coşkusunu tekrar damarlarında hissetmenin mutluluğunu duydu. Gerçi biraz farklı bir duyguydu duyduğu biraz da çok derinlerde bir yerde ihanet gibi bir şeydi. Ama haklıydı yine de zamanı gelmişti. Kendisi gibi düşünenlerin olduğunu biliyordu. Sadece o suskunların sesi olacaktı, yine de tahmin edilir olacaktı. Kendisi en iyilerden biriydi. Toprağa borcunu ödemeliydi. Şimdi faal meslek hayatını sonlandırıyor, kendisine ait yeni bir sayfa açıyordu.
GABARDİN
Kendini çıplak hissetti. Yıllar sonra tüm günün kendine ait olması değişik bir duyguydu. Yapacak çok şeyi vardı. Bir liste hazırladı. Birinci sırada ihtiyaçlarının olmasına dikkat etti. Yıllardır ertelediği hep hayalini kurduğu ihtiyaçlarını. Aslında birçoğuna belki de ihtiyacı yoktu. Sadece yıllarca kendini düşünmeden yaşamış olmanın verdiği açlık olabilirdi. Sonra dinlenmesi gerektiğine karar verdi. Bir tatil yapmalıydı. Buna gerçekten ihtiyacı vardı. O kadar uzun süre misafirhanelerde kalmıştı ki, bir evi olmadığını unutacak kadar tek kişilik odalarda geçirmişti hayatını. Bir evi olmalıydı. Aslında kışlada denebilir. Her şeyden sonra gelip sığınacağı bir ordugâhıydı. En uygun yeri bulmalıydı. En kolay ulaşabilecek ve en zor bulanabilecek bir yerde olmalıydı. Buna tatilde karar verecekti. Zamanı vardı. Ağustos ayına kadar zamanı vardı.
Kış aylarında sıcak yerleri tercih edenlerin aksine kaçamak aşkların yaşandığı karla kaplı, göl manzaralı bir yeri uygun buldu. Otel onun için idealdi. Yüzme havuzu ve formunu kazanmak için zorlu bir doğa ve spor salonu olan bir yer. Böylece salonda gününü geçirebilirdi. Tek başına yalnız bir adam dikkat çekebilirdi. Ama diğer müşteriler göz önüne alındığında onların ilgileneceğini sanmıyordu.
Geri kalan ihtiyaçlarının bir kısmını emekliliğinden önce tedarik etmişti. Hepside güvenli bir yerdeydi ve zamanı gelince kullanacaktı. Birikmiş tüm parası ile ayrılırken alacaklarını da üst üste koyunca sonuca yetecek bir meblağ olmuştu. İlk hedefi de yüklü bir tutar olacaktı. Bu düşüncelerle çantasını hazırladı. Ama önce kış için gerekli olan vitrinde gördüğü gabardin paltoyu alabilirdi. Öylede yaptı. Oldukça yakışmıştı. Gururlandı.
HAB
Sabahın ilk saatlerindeki toprağın sertliğini ayaklarında hissediyordu. Soğuk hava ellerini uyuşturmaya başlamıştı. Elindeki örme eldivenler bile etki etmiyordu. Oysa annesi soğuktan koruyacağını söylemişti. Gerçi bu kadar soğuk olacağını o bile tahmin edemezdi. Ne kadar zamandır yürüdüğünü bilmiyordu, zaman kavramını belki de yitirmişti. Ama kısa bir zaman önce az kaldığına dair bir umut içinde yer etmişti. En fazla beş kilometre dedi. En öndeki ne kadar kaldığını biliyordu. Belki de kısa bir zaman sonra yürüyüş duracaktı. Sırtındaki ağırlığı iyice hissetmeye başladı. Yürüyüş grubundan hiç ses çıkmıyordu. Hepsi yorulmuşlardı.
Sıcak bir hamamı hayal etti. Öylece oturmuş gözlerini kapamış duruyordu. Vücudunun gevşemesine izin vermişti. Arada sırada bir tas su alıp başından aşağıya döküyordu. İşte hayat buydu. En son ne zaman hamama gitmişti. Bir ay mı, yoksa bir buçuk ay mı? Zaten en son olarak o zaman sıcak suyla yıkanmıştı. Kötü koktuğunu biliyordu. Ama hepsi kötü kokuyordu. Hatırlıyordu da, bazen karısı da öyle diyordu. Asker gibi kokuyorsun. Ama hiçbir zaman o kokuyu duymamıştı. Kendini bildiğinden beri askerdi. Okuldaki ilk gününü hatırlıyordu. 2eylüldü. Günlerden perşembe. O akşam yediği ilk yemek patlıcan, bulgur pilavı ve şeftaliydi. Öylece kalakalmıştı. Bulgurun içinde mercimekler vardı. Şeftali ise ezik ve hafiften çürümüştü. Patlıcan ise çok sevmesine rağmen annesininkine benzemiyordu. Birden karnının acıktığını hissetti. Sırt çantasındaki konservelerden hangisini yiyebilirdi. Tam o anda müthiş patlamayı duydu.
Gözlerini sımsıkı kapadı.
Alnına biriken ter damlaları, pencerenin dışındaki yağan karla pek uyuşmuyordu. Yavaşça yatağından doğruldu. Bu rüyalar uykularına engel oluyordu. Daha az uyumalıydı.
ICIĞI CICIĞI
Uykusuz bedenini güçsüz bırakmamalıydı. Uyumalı, düşünmeli, sesiz kalmalıydı. Bu ev uygundu. Ülkenin başkentinde güvenilir. En çok kimlik kontrolü yapılan yerlerden birindeydi, polislerin ve korumaların oldukça fazla olduğu, hükümetin kalbinin attığı yerdeydi. O yüzden bu ev en uygun bir şehirdeydi. Zamanı geldiğinde bu kalp kısa süreli spazmlar geçirecekti.
Burada bazen tanıdık simalar görebilirdi. Bundan korkuyor muydu? Sonucunu düşünmüş müydü? Ya da düşünmelimiydi? Zamanı planlayacaktı. Hedefe ulaştıktan sonra zamanın önemi kalmayacaktı. Sona erebilirdi.
Evine koyması gereken eşyaların siparişini verdi. Komşuları fazla meraklı kişiler değildi. Yıllık kira parasını peşin ödemişti. Genelde sabahları çıkarken gördüğü üç-beş kişi vardı. Onlara da emekli olduğunu söylemişti. Eşinin öldüğünü çocuklarının ise yurt dışında okuduklarını. Dikkat çekmemişti Babalık görevini yerine getirdiği için takdir edilen ama huzura erdiği zamanlarda eşini kaybettiğinden gizliden acınan bir adamdı. Her zaman güven veren bir portreydi. Öyle de olmaya devam edecekti.
- Yeni bir hayat başlıyordu. Karım hep emekli olmamı isterdi. Ama görmesi nasip olmadı. Kısmet…
Boğazının düğümlendiğini hissetti. Gözleri bekli de dolmuştu. İyi bir gösteriydi. Aynı şekilde devam etti.
- Acısına katlanmak zor…
- Ama hayat devam ediyor. O yüzden her an onu hatırlatacak eşyaları geride bıraktım.
Artık daha fazla soru sorulamazdı. O kadar ıcığını cıcığını çıkartamazlardı. Fısıltılar biraz sürer, sonra da kendiliğinden biterdi.
İADE
Karargâhını oluşturmuştu. Planlarını buradan yapacaktı. Lojistik ile ilgili eksiklerinin listesini çıkardı. Aracı temin işini yarına bıraktı. Mühimmatı ve silahı kolaylıkla bulunamayacağı bir yerde saklamayı düşünüyordu. Araba da aynı düzeneği kullanacaktı. Her hangi bir ihbar olmadığı sürece bulunup, arama yapılamazdı. Tek başına çalışan birisi için bu ihtimalde zordu. Aslında tek başına olduğu söylenemezdi.
Yapacaklarının ilk tohumlarını attığı günden itibaren etrafında tanıdıkları vardı. Silahları ve mühimmatları nasıl temin etmişti. En zoru da bu uzun namluluyu almak olmuştu. Birkaç kişinin başının belaya girmesine bile sebep olmuştu. Her silahtan kritik bir parça almıştı. Zaten diğer parçaları nereden istersen bulabilirdin.
Silahlar; yıllar boyu hayatının bir parçası olmuştu. İlk kez tüfek verdikleri de çok heyecanlanıştı. Bu M–1 Amerikan piyade tüfeğiydi. Tam sekiz mermi alıyordu. Tahtadan kabzası vardı. Koyu kahverengiye boyalıydı. Parlayan bir vernik sürülmüştü. Atışa gittikleri günü hatırlıyordu. Yüz metreden atacaklardı. Ortadaki daire on ikiydi. Beş mermi atmıştı. Elli sekiz puan topladığında çok mutluydu. Gücü bir anda kollarında hissetti ve asla bırakmamaya karar verdi.
Şu an elinde tuttuğu ise son model bir silahtı. Menzili ise bir buçuk kilometreydi. Bu sonsuz gücüydü. İstediğini her an yapabilecek kapasitedeydi. Silahı parçalara böldü. Yerine yerleştirdi. Tekrar çıkardığında bu kadar sesiz olmayacaktı. Gözlerini kapattı. Huzuru içinde hissetmeye çalıştı. Ama yüreğinin bir yarısı ise huzursuzdu. O tarafı duymamaya çalıştı. Yolundan alıkoymasına izin vermeyecekti. Mutlak huzura kavuşmanın yolundaydı. Her şey bittiğinde o gözlerini kaparken, Şimdi kapalı olanların açılacak her şeyi göreceklerdi. İşte o zaman şu an değersiz gibi duranların itibarları iade edilecekti. Geri sayım başlamıştı. Gözleri kapalı kaldı.