KAYIN GÖLGESİ
Koyu mavi gözlerini raylara dikmiş, bir şeyi ararcasına bakıyordu. Her zamankinden daha hüzünlüydü bakışları. Yıkık bir bina ve artık eskimiş oturaklar vardı. Kendi oturağına doğru yürümeye başladı. Yağmur çiseliyordu. Damlalar saçlarından yüzüne doğru kayıyorlardı sanki gözlerinden akıyorlarmış gibi. Belki de çiseleyen gözyaşlarıydı.
Bundan yirmi yıl önceydi. Şimdi yıkık bir harabeye dönmüş olan bina, bir istasyon binasıydı. İnsanlarla dolup taşan trenler uğrardı. Raylar paslanmamıştı daha. Tıkır tıkır çalışıyordu her şey. Tahta oturaklarda boş yer bulunmazdı. Özellikle iki tanesinin sahibi vardı. Biri küçük bir oğlan diğeri genç bir kızdı bu oturakların sahipleri. Büyük kayın ağacının iki yanında yer alan bu iki oturak iki hayattı sanki. Birbirleriyle hiç alakası olmayan; ama sonu aynı olan iki hayat… Olmayacak dönüşleri bekleyen bir çocuk ve bir genç kız…
Elinde annesinin geçen hafta aldığı topuyla gelmişti on iki trenine. Kayın ağacının solundaki oturağın boş olması bir anlık da olsa gülmesini sağladı bu istasyonda. Adımlarını sıklaştırdı birinin oturağı kapmasına engel olmak için. Topunu ayaklarının altına alıp, oturdu. Bu sabah içinde değişik bir his vardı. Annesinin yanına koşmuştu uyanır uyanmaz. “ Anne! Bugün dönecek, biliyorum. ” demişti neşeyle ve öpmüştü anneciğinin pembemsi yanağından. Kadın oğluna açıklamak istemişti her şeyi. Onun böyle umutla beklemesine, her tren geliş saatinde o istasyona gitmesine dayanamıyordu; ama söyleyemedi. Oğlunun koyu mavi gözlerindeki o umut bütün düşüncelerini eritivermişti. Şaşırıyordu oğluna. Onun yaşlarındaki çocuklar vakitlerini arkadaşlarıyla mızırlık yaparak geçirirken kendi oğlu tek başına oynuyordu. Ve hep o istasyondaydı. Bazen tren geliş saatlerinde gidiyor bazense tüm gün orada oturuyordu. Halinden memnun göründüğü için bir şey diyemiyordu kadın. Tam bir yıl olmuştu o gideli. Oğulları daha yedi yaşındaydı. Kapının arkasına saklanmış nasıl da ağlıyordu babasının arkasından. İşte o günden beri istasyondan ayrılmıyordu çocuk.
Sabahki umudunun bir yanılma olduğunu düşünmeye başlamıştı. Çünkü son trendi gelen ve içindeki yolcular arasında babası görünmüyordu. Topunu umutsuzca kolunun altına sıkıştırıp, ayaklarını sürterek eve doğru yola koyuldu. Annesine bunu söylemek hiç hoşuna gitmiyordu; ama yine gelmemişti ve bunu söylemek yine ona düşmüştü. Gri kapıyı tıkladı. Kadın bu tıklayış şeklini gayet iyi biliyordu. Üç kez art arda vururdu ve vuruşlar arasında yaklaşık iki saniye ara bırakırdı yani o gelmemişti. Oğlu yine sıkıla sıkıla gelmediğini söyleyecekti. Sonra da üzülmemesi için annesini teselli etmeye girişecekti. Kadın onun gelmeyişine hiç mi hiç üzülmüyordu. Ama oğlunu böyle görmek onu mahvediyordu. Kara verdi kadın. Anlatacaktı oğluna gerçekleri. Babasından nefret etmesini istemediği için de biraz pembe yalanlardan serpiştirecekti anlatacaklarına. Bir yıl daha dayanamazdı buna. Oğlunun yok oluşunu izleyemezdi.
İstasyonların bir önemi yoktu onun için eskiden. Pek bir yere gitmezdi genç kız. Bazen teyzesinin yanına gönderirdi annesi onu. Birkaç kez binmişti trene. Oysa şimdi istasyondan ayrılmıyordu. Nişanlısı askere gitmişti üç ay önce. Askerliğini bitirince evleneceklerdi. Her gece dua ediyordu askeri için. Her hafta mektup gönderiyordu. İzin gününün yaklaştığını söylüyordu askeri son mektupta. Bir ay sonra geliyordu. En sonunda beklenen gün geldi. O gün kız en çok beğendiği kırmızı elbisesini giymiş, en güzel kokusunu sıkmıştı. Askerini beklemek için istasyona doğru yola koyuldu. Kayın ağacının sağındaki oturağa oturdu. Nasıl da heyecanlıydı. Kalbi bagetlerin trampetler üzerinde çıkardığı sesler gibi güm güm atıyordu. Etrafa bakındı usulca. Bu seslerin biri tarafından duyulabileceğini sandığı için güldü kendine. Ve saat gelmişti. Raylarda trenlerin o rahatsız edici sesi belirdi. Sonra da tren geldi. Ne kadar da yakışmıştı üniforması. Aslanlar gibiydi maşallah! Hemen atladı genç kız askerinin kollarına. Sımsıkı sarıldı. Soluklanmasına izin vermeden heyecanlı heyecanlı konuşmaya başladı. Mektuplarda anlattığı her şeyi bir de kendi ağzından anlatıyordu. Genç adam sevdiği kızı hevesle dinledi sanki anlatılanları ilk defa duyuyormuş gibi.
Küçük çocuk annesinin yanına oturmuş, bir şey söylemeye hazırlanır gibi ellerini birbirine sürtüyordu. Küçük oğlunun ağzındaki baklayı çıkarmasını bekliyordu kadın yüzünde şefkatli bir gülümsemeyle. Bakışlarını annesine çevirerek: “ Anne, trenler kötü adamlar gibi midir? ” Kadının gülümsemesi tüm yüzüne yayıldı: “ Hayır oğlum! Onlar iyidir. Gökkuşağı renklerine boyanmış olmasalar da iyidir onlar. ” Çocuk kara trenleri sevmiyordu. “ Ama babamı hala getirmedi. O akşam kızgın olmasaydı keşke. Gitmeden önce bana sarılsaydı. ” dedi üzüntüyle. Annesinin bir şey dememesi üzerine söylediklerine pişman oldu. Üzmüştü annesini, babasının gittiği akşamı hatırlatarak. Kendini affettirmek istercesine sarıldı anneciğine.
Ne çabuk bitmişti izni askerinin. Oysa daha doyamamışlardı birbirlerine. Gideli bir hafta olmuştu. Düğünle ilgili bütün ayrıntıları konuşmuşlardı. Genç adam bütün konuşulanların mektuplarda tekrar konuşulacağından emindi. Gitme vakti geldiğinde nasıl da sarılıp, ağlamıştı kız. Tüm istasyonu gözyaşlarıyla boyamıştı adeta. Trene kinli gözlerle bir bakış fırlatmış: “ Bir gün hayatımdan tamamen çıkacaksın kara tren! ” demişti. Sonra da büyük bir üzüntüyle askerini ona emanet etmişti.
Gelinlik provası için terziye gitmesi gerekiyordu. Üstünü değiştirmek için odasına giderken kapı çaldı. Yakında görümcesi olacak olan çok sevdiği arkadaşı, donuk ve ıslak bir yüzle duruyordu karşısında. Elinde bembeyaz bir zarf vardı. Kıza uzatarak: “ O…” dedi ve hıçkırıklara boğuldu. Askeri gitmişti. Hem de bu sefer kara trenle değil.
O günden sonra kayın ağacının gölgesine bir hikaye daha sıkışmıştı. Genç kız bütün gününü askerini beklerken oturduğu oturakta geçiriyordu; kayın ağacının sağında. Ailesi, arkadaşları ve komşuları kızın bu durumuna çok üzülüyorlardı. Kuruyup, gidecekti yapraklar gibi. Kayın ağacının dibine düşmüş kuru bir yaprak olacaktı küçük çocuk gibi. Bir kayın ağacı girmişti onların arasına. Genç kız ile küçük çocuğun hikayesi ve koca bir ağaç…
Yağmur aynı hızla devam ediyordu. Kayın ağacının solundaki oturağa oturdu. Hüzünlü bir sesle: “ Merhaba eski dostum! ” dedi. “ Biliyor musun o aslında hiç gelmeyecekmiş. Yani desene boşuna beklemişim. ” Sonra eskiye ait bir şey bulmak istercesine havayı içine çekti. O sırada arkasından gelen ayak seslerini işitti. Yavaşça başını çevirdi. Gözlerini kısıp, tanımaya çalıştı onu; ama çıkaramadı. Kadın yardımcı olmak istercesine: “ Ağacın sağındaki oturağın dostu…” dedi. Hatırlamıştı. Hiç konuşmamalarına rağmen her gün yan yana oturduğu kızdı bu. Ne kadar da yaşlanmıştı. Sonra kendisinin otuz sekiz yaşında olduğu aklına geldi. Kadın usulca ağacın sağ tarafındaki oturağa oturmuştu. İkisi de sustular. Bir zamanlar nefretle baktıkları trene ağladılar; sonra da şimdi yıkık bir tablo gibi duran binaya. En sonunda da raylara bağlayıp, trenin ezmesine izin verdikleri hikayelerine akıttılar yaşlarını. Yağmur hızlandı sanki onların gözyaşlarıyla yarışmak istercesine. Ve bir an ikisi de tren sesi duyar gibi oldu. “ On iki treni geliyor!” dedi adam küçük bir çocuk edasıyla. “ Evet! Ne dersin binip, gidelim mi? ” dedi kadın ve bir daha konuşmamak üzere sustular.