Diyaloglar-4- Renklerin buğusu-1
Sana açıkça söyleyeceğim bir sorunum var doktor bunu ilk kez size söylüyorum yine dengesiz hitap ediyordu
- Dinliyorum
- Çevremdekilerin hatta büyük oranda sadece annemin ölümünden korkuyorum belki o da bunu fark ediyordur ben bazı şeylerin onu ölüme biraz daha yalkastırdıgını ve ya ölümün ona çeşitli simgelerle yaklaştığını düşünüp yine de bunun mantığa ters olduğunu sürekli kendime yinelediğim halde bu endişeden kurtulamıyorum. sonraları biraz hafiflese de özellikle o anlarda.. derken genç kız buraya geldiğinden beri ilk defa bu kadar masum ve çaresiz duruyordu. Bir o kadar güzel.
- O simgeleri artık aramıyorum bile. Gördüm herhangi bir şeyde, hatta her gördüğüm şeyde demek daha doğru olur herhalde. Her şeyde bir anlam görüp korkuyorum. Sonrada soyut tedbirler alıyorum. Ama bu benim için gerçekten çok büyük ve ağır bir yük. Sanki takıntısı ya da tikleri olan birisi gibi. Günlerimin zorlukla geçtiği oluyor. Dediğinde yine gerçek korkularını ortaya döktüğünü fark etmeye başlamıştı. Ve yine de ‘gerekten’ kelimesini onu ikna etmek için kullandığını fark edince toparlamaya çalıştıysa da dr’nin sorusu gecikmedi.
- Ne gibi simgeler bunlar? Yine huysuzluk yaparak bu sorudan ve doktor biraz ısrar etse de konudan kurtulabilirdi. Ancak bu ‘gerçek’ soruna gerçek bir çözüm bulmayı da istiyordu. Çünkü tedbir adı altında yaptığı şeyler neredeyse batıl olan tüm inanç ve adetleri sollayabilirdi.
Bir süre düşündükten sonra konuya tüm gerçekliğiyle girdi. Ne de olsa bu sorunu dışarıda kendisinden başka kimse bilmiyordu ki. Yani yine de onu kandırdığını düşünebilirdi. Gerçi bu durumda kendi içindeki dürüstlüğüne yine kendisi güvenini bir nebze daha yitirecekti, ama olacaktı artık o kadar fedakarlıkta.
- Mesela sarıyı sevmeme rağmen kendi eksenimde bulunmasından hoşlandığım halde yine de bu rengin hastalığı çağrıştırdığını düşünürüm ve bu düşüncem yüzünden tedbirli davranırım. Ya da siyah; o ise matemdir bilindiği üzere. Ama onu da bana sarıdan sonra hüznü en çok çağrıştırdığı için severim. Ama pek kullanmam. Bazense kendimi siyahlara hapsederim. Bana göre değişiyor yani.
Genç doktor hiçbir şey sormadan, mimiksiz dinliyordu onu.
- Ama kırmızı. Ondan nefret ediyorum. Bir gün beni de sarmasını dilediğim halde onu da sevmem. O hepimizi alacak olan ölümdür. Bu rengi çocukken çok sevmeme rağmen şimdi aldığım, dokunduğum ve kullandığım hatta baktığım birçok şeyde hatta bir kurşun kalemde dahi kırmızı dış yüzeyden nefret ediyorum.
- Neden, tam olarak yani?
- Onun da diğer renklerde olduğu gibi bakınca dahi bulaşabileceğini sanıyorum. Ve eğer dokunursam ya da dokunulursa bir tür görünmezlikle bulaşabileceğini sanıyorum. Tıpkı mikrop ya da ne bilim bakteri gibi işte gittikçe yayılacağını da. İnanmasam da bu düşünceden kurtulamıyorum. Eğer ki dokunursam da ondan kurtulabilmek için tek bir şey yapabilirim.
- Nedir, çamaşır suyu falan mı kullanıyorsun?
- Hayır, üflüyorum. Çamaşır suyu işe yaramaz ki. Ya da elimden siliyorum. Elimden geçse de sildiğim yerde kaldığını ya da daha kötüsü üflediğimde özellikle de kapalı bir mekandaysak havaya ölümün, hastalığın, matemin ya da rengin anlamı ne ise onun yayıldığını düşünüyorum. Ve o zaman diliminde yani benim belirlediğim süre zarfında muhtemel bir riskin varlığından şüpheleniyorum. Hatta buna bayağı bayağı inanıyorum da diyebilirim. Ama yine mantığım bunu reddediyor.
- Yani seni bir anlamda kurtarıyor.
- Bir anlamda. Zaten her an her yerde bununla uğraşmaktan iyice bıkınca bazen görmezden geliyorum, ama kırmızıyı hiçbir zaman es geçemiyorum. Çünkü ‘o’ çemberden diğerleri geçebilseler bile be nezaket gereği önden gidenlere yol vereceğim için geride kalıp onlara yetişemeyebilirim.
- Ne çemberi demiştin?
- Ölümün kırmızı çemberinden bahsediyorum. Ardı beyaz ama önemli olan onu geçmek. Hem zaten birlikte geçersek pek sorun yok ama ya ben gidemezsem..
Doktor’un aklı gittikçe daha da karışıyor ve bu randevuları kaydetmenin aslında ne kadar mantıklı bir şey olduğuna tekrar tekrar inanıyordu.
- Ama çoğu zaman o görmezden geldiğim renklerin kalbime akacaklarını bildiğim halde ondan kurtulmaya çalışmıyorum ve o renk buğusunun içinden korkusuzca geçip gidiyorum.
- Kalbine aktıklarını mı düşünüyorsun? Dedi, Ufuk. Artık çözümden çok onun anlatacaklarını düşünüyor ve merakla gerisini bekliyordu.
Arada yıllarla fark olmasa bu kızın kız kardeşi Irmak’ın ölmeden önce hastane odasında rüyasında Muğla’da ki arkadaşı olduğunu bile düşünebilirdi.
- Evet, bunun bazen nefes yoluyla bazen görmeyle bazense sadece yutkunmayla.
- Ama yine mantığın sana engel oluyor öyle mi?
- Eğer ben Müslüman olmasaydım kesinlikle diğer dinler hakkında geniş bilgilere sahip olduğum halde ateist olurdum.
- Neden?
- Çünkü onlar daha gerçekçi insanlardır ve bende öyleyim. Sadece şu evrim saçmalığı konusunda uyuşamıyoruz onlarla o kadar. Ne kadar en maneviyata ve görünmezlere inananlardan daha da uydurma hayaller üretsem de. Ama sanırım öyle olsaydım da evrimi değil beynimizin bize oyun oynadığını ve aslında hiçbir şeyi bilmediğimizi savunurdum.
Bu sözler doktor’a oynadığı bir imasıydı. Özellikle de bahsettiği ‘üretme’ kısmı. Kendi gerçeğiyle hasta kızı karıştırmaması gerektiğini hocaları da çok kez söylemişti ancak o onların burada olmadıklarına göre arada sırada kopya çekmenin hiçbir sakıncasını da olmayacağını düşünüyordu. Zaten aslında kendisinden ala bir hasta da düşünemiyordu.
- …yine de gerçeği kabul ediyorum. Birde neredeyse hiç kanıt aramadan İslamı.
- Ama yine de o dinin huzuruna erişebilmiş değilsin.
- Belki de merhametten doğan bir endişe, huzursuzluktur benimkisi.
- O zaman sadece sendekini değil başkalarının, dünyanın seni etkileyenlerini de konuşalım.
- Belki başka zaman. Ben şimdi beni konuşmak istiyorum…
.....................
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.