Tut Elini
“Tut yavrum kardeşinin elini…”
Ailemizin bizlere yüklediği en büyük, bir o kadar da gurur verici sorumluluktu bu tümce. Dışarıda dolaşırken, karşıdan karşıya geçerken, okula giderken…
Kardeşler arası dayanışma köprüsünden geçerken sınanıyordu Aloş, her hareketiyle. Elinden tuttuğu küçük kardeşi Alev’in ilerde küllenmiş bir kor olacağını nerden bilebilirdi? Nerden bilebilirdi, yazgılarının genç kızlık ateşi söndükten sonra değişeceğini? Anbean günbegün gözlemlendiğini nerden bilebilirdi? Hem bilseydi öyle davranır mıydı? Alev’le birlikte dağ başındaki patika yollardan okula giderken ağlatır mıydı onu? Sırtında bezden dikilmiş çantasını bile taşıyamayan Alev’in düşmesini izler miydi uzaktan, uzaktan?
Kış mevsiminin en soğuk ayında Alev, Aloş ve arkadaşı okuldan çıkmış, eve gidiyorlardı. Evlerine varabilmek için dağın tepesine, hem de en tepesine tırmanıyorlardı ağır çeken vagonlar gibi. Üstelik kar yağıyordu lapa lapa. Kirpiklerine düşen kar taneleri alışılageldiği gibi donmuyor; sanki her biri kelebek olup yere düşüyordu çabucak. Aceleleri varmış gibi…
Yerde yarım metre kar vardı. Alev ayağını basmak için taş basamakları da göremiyordu artık. Dayanamayıp hüngür hüngür ağlamaya başladı. Tesadüfen basamaklara bastığında başını kaldırıp ablasına bakıyor, iyice ilerlediklerini fark edince düşe kalka, ağlaya sızlaya yol almaya çabalıyordu. Bir arpa boyu yol almıştı topu topuna. En sonunda pes etti, sırt üstü karların üzerine uzanıp çığlık atmaya başladı. Aloş çığlığı duyar duymaz geriye dönüp baktığında kardeşinin karların içine gömüldüğünü fark etti. Taş basamak aradı, yalpalandı, şöyle bir düşündü, derin bir nefes alıp; koşar adımlarla geri döndü. Alev’in yanına yaklaştığında, elini beline dayadı ve söylenerek kardeşinin elini tutup hızla çekti. Yere çivi çakar gibi sert bir şekilde Alev’i sarsarak ayakta durmasına yardımcı oldu. Sonra arkadaşına yetişmek için hızla yürüdü. Arkadaşının yanına gittiğinde susarak kızgınlığını gidermeye çalıştı. Neden sanki hep Alev’e yardım etmek zorundaydı?
Çantasını sırtından yere indirdi Alev. Zorla içine baktı, boşaltıp yola devam etmeyi düşündü. Fakat küçücük sarı yapraklı defterinden, ABC Kitabı’ndan vazgeçemedi. Tekrar çantasını sırtına alarak çaresiz yürümeye başladı. Yüreği sızlıyor, bacakları tutmuyordu sanki. Ablası elinden tutsa, birlikte yürüseler ne kaybederlerdi ki. Üstelik o daha birinci sınıftaydı, okumayı bile sökmemişti. Okumak için nasıl can attığını, ne kadar çaba gösterdiğini kimse anlayamıyordu.
Birkaç kez düşüp kalktıktan sonra sonunda oyun oynuyormuş gibi düşünmeye başladı. İçinden sayı sayarak zıplıyordu adeta.
“Bir, iki, üç dört, beş, altı
Polonya battı” derken bitmişti o çileli yol. Bugün de başarmış, evlerine varmışlardı kazasız belasız.
Annesi önce sırtındaki çantaları aldı, hemen sofrayı hazırladı. Yer sofrasında oturup aynı kapta, elle, iştahla yemeklerini yediler. Herkes kurtlar gibi acıktığını hissetti. Annesi küpten çıkardığı fasulye turşusunu ne de güzel kavurmuştu.
Sıra okuma yazmaya geldi. Bir an önce başlamak istiyordu zaten. Öğrenmeyi öyle çok seviyordu ki, iki tatayı yanına çekti. Birine oturdu, birine de defterini koyup yazmaya başladı. Öğretmeninin verdiği harfleri yazarken defterindeki son satırlar da bitti. Hemen ablasının yanına koştu. Bir sayfa istedi. Ablası her zamanki gibi azarlayarak Alev’i yanından kovdu. Annesi imdadına yetişti. Odasına gitti, sandığından bir küçük sarı yapraklı defter daha çıkardı ve Alev’e verdi. Öyle mutlu olmuştu ki Alev. Annesi ne kadar iyi bir insandı. Annelerin en iyisiydi o; gerçek bir melekti. Adı gibi Melek…
Günler birbirini kovaladı. Alev okumayı söktü, bahar geldi. Civcivlerini otlatmaya, tavuklarını yemlemeye başladı. Sarı siyah civcivini kaybedince hüngür hüngür ağladı. Ne çok sevmişti onu. Hayata ilk kez civcivini kaybederek “Merhaba” diyordu galiba...
Alev’le ablası ilkokulu köyde bitirdiler. O arada birde erkek kardeşleri doğdu. O doğar doğmaz kasabaya yerleştiler. Kasabada orta öğretim derken erkek kardeşinin okulu için kente göç ettiler.
Kentte sürekli okuyordu Alev. Kitap, dergi, gazete derken evden sokağa çıkacak zaman bile bulamıyordu. Oysa ablası Aloş sürekli geziyor, eğleniyordu kız arkadaşlarıyla.
İkiz gibiydiler sanki, sokağa birlikte çıktıklarında bütün gençler peşlerine düşüp laf atarlardı. İkisinin de uzun, gür, sarı saçları, yeşil gözleri gerçekten dikkat çekiyordu. Alev “Saçlara bak, halat gibi mübarek!” diye atılan lafları yaşamı boyunca unutmadı...
Büyük kent onları hiç değiştirmedi. Aile aynı sevgi ve saygı çerçevesinde yaşamını sürdürdü; baba çocukları için durmadan çalışıyordu. Anne de çocukların peşinden koşturuyordu.
Aloş dikiş üzerinde eğitim alarak uzmanlaştı. Alev ise kendini eğitime adadı. Durmadan okuyor, araştırıyordu. Erkek kardeşleri de babasının işinde yedi yaşından beri çalıştığı için üniversite eğitimi almadı. Liseden sonra iş yaşamını merhaba dedi. İş konusunda babasını bile solladı. Ama dürüstlük ve kişilik özellikleri bakımından aile bireyleri birbirinden ayrıcalıklı değildi. Her birinin ayrı bir özelliği ve güzelliği vardı.
En önemlisi de Aloş, yaşamı boyunca kardeşi Alev’in elini tuttu. Diktiği giysilerle en şık bir biçimde donattı. Mutluluklarını ve üzüntülerini paylaştı. Alev de hep ablasının okuması için uğraş verdi. Okuduğu yazıları ve kitapları paylaştı. Erkek kardeşleri ise tüm ailenin “maddi, manevi” her türlü sorunlarını göğüsledi.
Melek anneleri, dost babaları yok şimdi yaşamlarında. Onlar başka gezegenlerde yaşarken kardeşler anne babalarının verdiği sinerjiyle birbirlerinin elini sımsıkı tutuyor ve renkli yaşıyorlar adeta. Çocuk yaştan beri birbirlerinin elini tutmaları onların bambaşka diyarlarda yaşamasını sağlıyor aslında…