MAĞARADAN GELEN SES
MAĞARADAN GELEN SES
Ormancı Mehmet bir daha deh dedi atına. Her günkü gibi ilerliyordu ormanda .. Bir ihbar vardı; oraya gidiyordu. Akşama kadar gezmekten epey yorulmuştu. Sık ormanlı bir yere gelince atından indi. Bir mağaranın üzerindeki ardıcın dibine uzandı. Atını da bağlamıştı. Uyumak istiyordu. Fakat o ne? Yerin altından bir gürültü geliyordu. “Uyudum mu yoksa” dedi. Ama uyanıktı. Düş görmüyordu. Kulağını iyice yere dayadı. Mağara inim inim inliyordu. Bu ne olabilirdi? Bir süre düşündü. Yoksa deprem mi oluyordu? Hayır, deprem olsa bu kadar uzun sürmezdi. Gürültü dinmek bilmiyordu.
Mağaraya indi, her yan kapkaranlıktı. Gürültü mağaranın batı tarafından geliyordu. Bu olsa olsa su gürültüsü olabilirdi. Gözleri parlamıştı sevinçten. Umutlanmıştı bir hayli. Çünkü suyu çok az olan bir mahallede oturuyordu. İçmeye bile yetmiyordu suları. Buradan suyu bir çıkarabilirse yemyeşil olacaktı mahallesi. Mahalleye pek de uzak sayılmazdı mağara (500-600 m kadar). Öyle ya, derinliği epey vardı. Su bulunsa bile yukarıya nasıl çıkarılacaktı? Gerçi oturdukları yer , mağaradan bir hayli aşağıdaydı ama aradaki kayaları parçalamaya gücü yetecek miydi tek başına? “Boş ver” dedi. Fazla düşünmedi. Tek suyu bulsundu, gerisini sonra düşünürdü.
Mağaradan çıktı. Bir an çevreyi göremedi. Gözleri karanlıkta bir hoş olmuş, ışığa uyum sağlayamamıştı. Bir süre gözlerini ovuşturdu. Sonra alıştırdı ışığa da. Akşam oluyordu nerdeyse.. Eve mi dönecekti? Yoo, bu olamazdı! Görevini yapmalıydı. Yeniden atlayıp atına, sürdü şikayet edilen yana. Yanında oğlu Arif de vardı. Yol boyunca hep mağarayı düşündü. Yemyeşil ağaçların gölgesinde akan şırıl şırıl suyu, su üzerinde kanat çırpacak serçeleri düşledi. Ah, su bir aksaydı! Bir ara köpek sesleriyle irkildi. Evet, bir sürünün yanına gelinmişti. Herhalde şikayet konusu olan yer burasıydı. Sürünün önünde sekiz on tane katran torusu vardı. Birisi kesip devirmişti ağaçcağızları. Yaprakları epey solmuştu. Yeni kesilmediği belliydi. Çobana çağırdı, sordu:
“—Bunları kim kesti?”
“—Bilmiyorum ağam” dedi çoban. Bir kadındı. Köylü kadıncağızı. Ürkek ürkek konuşuyordu. Ormancı:
“—Ama senin davarlar yiyor” deyince:
“—Ne bilem ağam? Kesikmiş, davarlar kendi yanaştı. Ben de yesinler bakalım, nasıl olsa kesilmiş dedim. Sürmedim davarları.” diye karşılık verdi çoban.
Ormancı Mehmet , epey düşündü. Ne yapmalıydı? Bu ağaçları kim kesmişti? Bu çoban mı? Başkaları mı? Ama ne yapabilirdi ki? Ağaçların başında bu çobanı bulmuştu. Zabıtını tutmalıydı bu kadından. Kadının yanında bir de kızcağız vardı. Annesinin yanına sokuluyordu korkarak. Entarisi yamalı, pantolonu yırtık, saçları darmadağınıktı. Bir eliyle anasının entarisine yapışmış, boynunu eğmişti... Gözleriyle korka korka ormancıya bakıyordu. Böyle bir durumla ilk kez karşılaşan Ormancı Mehmet’in oğlu daha fazla dayanamadı:
“—Babacığım, n’olursun bırak onları.” dedi. Hem yalvarıyor, hem de ağlıyordu. Babası da etkilenmişti bu durumdan. “Yazık” diyordu içinden. “Şu halkımın haline bak! Ekmek peşinde, geçim derdinde ne durumlara düşüyorlar. Geçimini sağlayabilmek için çocuğuyla dağlara çıkmıştı kadıncağız.”
“—Tamam, bunlardan zabıt tutmayacağım.” dedi Ormancı oğluna.
Çoban çok sevinmişti. Hele kızcağız gül gibi açmıştı. Gözlerinden sevi ışıkları saçıyor, sanki: “Çok sağol amca, teşekkür ederim.” diyordu.
Ormancı atına atladı. Oğlunu da bindirdi. Evlerinin yolunu tuttular alaca karanlıkta. Güneş ışıkları ormanın arasından tek tük görünüyordu. Mehmet’in oğlu bir türlü gördüklerinin etkisinden kurtulamamıştı. At ilerledikçe, O sık sık geriye bakıyor, çobanı ve küçük kızı izliyordu. Kızcağız da ona bakıyordu uzaktan. Pırıl pırıl gözleri alaca karanlıkta Güneş gibi parlıyordu. Kim bilir neler düşünüyordu? Neler geçiyordu içinden o küçük yaşam savaşımcısının?
At ilerliyor, at ilerledikçe çoban gözden uzaklaşıyordu. Arif son ana kadar baktı onlara. Sonra babasına sımsıkı sarıldı. Üşümüştü. Babası biraz daha hızlandırdı atı. Evlerine yaklaşmışlardı. Arif’’in kardeşleri ve anası evin arkasında onları bekliyorlardı. Kaygılanmışlardı gecikmelerinden. Neyse gelmişlerdi işte. Hep birlikte evlerine girdiler. Arif kardeşlerine çobanları anlatırken, babası da mağaradaki gürültüyü anlatıyordu.
“—Buldum, suyu buldum!” diyordu. Arif’in babasıyla anası uzun uzun konuştular. Evet, su olabilirdi; ama nasıl çıkarılacaktı? Buna güçleri yetecek miydi? Beş yüz lira aylıkla geçiniyorlardı. Biraz birikmiş paraları vardı ya, çocukları neyle okutacaklardı? Hem ilerde başka işler için de para gerekebilirdi. “Ak akçe kara gün için”di. Yine de boş duramazlardı. Mahalle halkıyla bir görüşme yapmaya karar verdiler. Ertesi gün mahalleli bir araya gelip görüştüler. Fakat içlerinde suyun çıkabileceğine inananlar çok azdı:
“—Su gelirse biz de yardım ederiz; ama çıkıp çıkmayacağını bilmeden, kumara para yatırır gibi, işe girişemeyiz.”dediler.
Bu durum Ormancı Mehmet’i düş kırıklığına uğratmıştı. Yine de yılmadı. Kararlıydı. Neye patlarsa patlasın suyu çıkaracaktı. Bir yandan DSİ’ne dilekçe verirken, diğer yandan işe biran önce başlatma kararı aldı. Altı yedi tane işçi tutup mağaraya yolladı. Ara sıra kendisi de çalışıyordu. Bu arada mağaranın yakınlarında tarlası ve evi bulunan Abdullah Taş (Toktur Emmi ), ve karısı Ayşe Abla ( Aşşaba) da bu işi girebileceklerini söyledi. Yalnız onlar da yoksuldu. Para yardımında bulunamazlardı. Toktur Emmi aldı kazmayı eline, tuttu mağaranın yolunu. Parası olmasa da bileği vardı. İşçi günlüğü 15 liraydı. Amma mağara işi güç olduğundan, 25 lira ödeniyordu her bir işçiye. Toktur Emminin oğlanlarından birisi gece bekçisiydi. Yüz lira da o verdi. “ Sonra yine veririm” dedi.
Çalışmalar bir hayli ilerlemiş, suyun izine rastlanmıştı. Hatta beş-altı günlük çalışma sonunda su bile görünmüştü. Yine de su tam olarak bulunmuş sayılmazdı. Bu sırada dilekçe üzerine DSİ’inden bir heyet geldi, incelemelerde bulundu. Suyu ve önündeki araziyi ölçü. Masrafı hesapladı. Arazi azlığından devletin böyle bir girişimde bulunamayacağını - suyun yeterli arazi olmadığı için devlet eliyle çıkarılamayacağını – belirtti. Ayrıca su aksa bile, Toktur Emmi’nin tarlasını basmayacağını da söylediler.
Keşke gelmeselerdi. Devlet yardım yapmadığı gibi Toktur Emmi’nin işi bırakmasına da neden olmuşlardı. Haksız da sayılmazdı Toktur Emmi. Tarlasına akamayacak suyu ne yapacaktı? Ormancı Mehmet tek başına kalmıştı. Karısı Sultan ve babası Molla Dede çok yalvarmışlarsa da bu işten vazgeçmesi için, söz dinletememişlerdi bir türlü. Oğlu Arif ise henüz küçük olduğundan hiçbir görüş belirtmiyordu bu konuda. Doğrusu bu ya, çalışanları görmek, bir mağaradan su çıkarmak onun da hoşuna gidiyordu. Onun içindir ki iş yerinden ayrılmıyor; babası görevde olduğu için işçilerin başında o bulunuyordu. İşçilerden en çok Toktur Emmi’yi severdi. Toktur Emmi ile iyi anlaşmışlardı. DSİ heyetinin incelemelerinden sonra Toktur Emminin işi bırakması Arif’i üzmüştü doğrusu. Babasına yalvardı. Toktur Emmi yenden çalışmaya başladı. Ama bu kez parayla çalışıyordu. İşçi sayısı da artmıştı. Çalışma, özellikle mağara içinde yoğunluluk kazanmıştı. Suyun merkezine ulaşmak için otuz-kırk metre tünel açmak gerekiyordu yer altında. İşçiler canla başla çalışıyordu. İşçilerden birisi de Arif’in emmisi Hayri’ydi. Özellikle o çok fazla çalışıyordu. Yorulmak bilmiyordu. Ara sıra Arif de mağaraya iniyor; işçilerle birlikte suyun gözüne ulaşma heyecanı yaşıyordu. Çalışma 25-30 gün sürdü. Epey tünel açılmış su bulunmuştu. Sanki yerin altından bir ırmak akıyordu. Suyun tam kaynağına ulaşabilmek, gidiş gelişleri kolaylaştırmak için tünel genişletiliyordu. Bir yandan da mağara üstündeki çalışma sürüyor, hava deliği açılmak isteniyordu. İçerisi oldukça havasızdı. Fener bile sık sık sönüyordu.
Toktur Emmi biraz yaşlı olduğundan dışarıda çalışıyordu. Çok şakacıydı. Arif’e “Sana kızımı vereceğim. Benim eniştem olacaksın.” derdi. Arif, Toktur Emmi’yle de çok iyi anlaşırdı. Toktur Emmi, Arif’e sigara verir:
“—Yak bakalım enişte!” derdi. İkisi birlikte tüttüre tüttüre içerlerdi. Arif de Toktur Emmi’yi torpiller, diğerleri çalışırken onu dinlendirirdi.
Çalışma bir hayli hızlanmış, belki de son noktalarına gelmişti. Mağarayı üstten açmanın olanaksız olduğu anlaşılmıştı. Hep kayaydı. En iyisi suyu motorla çekmekti.
Mağaranın içi epey oyulmuş, su apaçık ortaya çıkmıştı. Tek iş, mahalleye akıtmaktı. Ormancı Mehmet, Abanoz yaylasında Kamil Hoca diye birisini bulmuş, Hoca:
“—Sen altı yüz metre lastik hortum al, gerisi kolay. Motor filen gerekmeden akıtırım.” demişti.
Ormancı da Anamur’a giden bir kamyona 600 m. boru ısmarladı (o zamanlar metresi 150 kuruştu). İki gün sonra lastik borular geldi. Arif’teki heyecan iyice arttı. Kardeşleriyle birlikte borunun döşenmesini adım adım izledi. Sonra babası at üzerinde Kamil Hoca’yı getirdi. Kamil Hoca önce boruları ulattı. Sonra ibrikle boruya su koydurdu. Artık tüm mahalleli toplanmıştı. Kamil Hoca “su akacak!” diye güvence verdi. Kamil Hoca’nın buyruklarına uyularak, bir kişi borunun alt ucunda, mahallede bekletildi; bir kişi de eliyle borunun üst ucu kapattırılarak mağaraya indirildi. Mağara ile mahalle arasına 3-4 tane haberci yerleştirildi. 1-2 haberci de mağarada vardı. Mahalledeki adam boruyu açınca, haberciler bunu mağaradakine iletecekler. Mağaradaki ise boruyu suya daldıracaktı.
Uygulamaya geçildi. Önce borunun ucu açıldı. Açıldı haberi 20-25 dakikada mağaraya ulaştı. Tabi bu arada boru boşalmış, güneşin sıcaklığı ile birbirine yapışmıştı. Doğal olarak su akmadı. Bu yöntem akşama kadar 5-6 sez denendiyse de sonuç alınamadı. Mahallenin umudu bir kez daha suya düştü. En çok Ormancı Mehmet üzüldü bu olaya. Herkes suyun akmayacağına iyice inanmış;. O ise hâlâ yılmamıştı. Hatta babası Molla Dede:
“—Oğlum buradan su çıkmaz.” deyince
“—Çıkaracağım!” der Ormancı Mehmet . Bu kez babası alay eder:
“—Su kabağıyla çıkarırsın” der.
Oysa Ormancı ‘nın umudu tükenmemiştir. Bu işi başaracağına inanmaktadır. Bir gün sonra Anamur’a gider, sorar, araştırır ve sonunda Ormancık Köyü’nden bir adam bulur. Bu adam:
“—Beş yüz lira verirsen ben suyu akıtırım. Yalnız plastik boru gerekir” der. Ormancının gözleri umutla parlar:
“—Akıtırsan bin lira da veririm” der. Bu uğurda ne gerekirse yapacaktır. Kente iner,beş-altı yüz metre plastik boru alır, metresi sekiz liradan.
Bir gün bir cip durur Ariflerin evinin arkasında .Hep birlikte yola koşar Arif ve kardeşleri. Bir de ne görsünler ? Babaları, yanında bir adam, biraz da siyah boru ile cipten inmez mi.. Bu yeni borular Arif’in dikkatini çeker. Çünkü bu borular öncekilere benzememektedir. Siyah olmasının yanı sıra serttir de. Öyle güneşte birbirine yapışacak cinsten değildir. Üstelik adam da öncekinden daha becerikliye benzemektedir; at olmadan da yürüyebilmekte, boru bile taşıyabilmektir.
Bu kez yalnız mahalleli değil, köylülerin çoğunluğu bir araya toplandı. Su akınca kesilecek olan kurbanlık bile önceden hazırlandı. Daha önce oğluyla alay eden Molla Dede bile bu kez işin olacağına inanmış, kurbanlığı da o hazırlamıştı. Suyun bunduğu yer olan Göçüktaş’da bir yığın insan belirmişti. Herkeste bir heyecan, bir umut vardı. Akacak mı ? Akmayacak mı?
Borular yine döşendi mağarayla mahalle arasına. Yalnız bu kez suyu akıtacak olan adam, kendisi döşüyordu boruları. Ulaları bir güzel sağlamladıktan sonra büyük bir varil buldurup mağaranın üstüne yerleştirtti. Boru ibrikle değil, varildeki suyla hava almadan doldurulacaktı. Mağaradan çekilen 10-12 güğüm suyla varil dolduruldu. Küçük bir hortumla varildeki su uzun boruya akıtılmaya başlandı. Suyu akıtacak olan adam borunun ucuna koştu. boru içindeki suyu bir süre akıtıp, havasını aldı. Su düzgün akmaya başladıktan sonra boruyu tıkadı, orada iki kişi bıraktı Birisi boruyu tutuyor, diğeri eli tüfekli bekliyordu. Sonra sucu koşa koşa mağaraya geldi. O gelinceye kadar boru dolmuştu. Borunun ağzını parmağıyla tıkadı. Mağaraya doğru inmeye başladı, boruyla birlikte. Araya haberci filan koymamıştı. Mağaradakiler haber gönderince mahalledekiler boruyu açıp tüfek atacaklardı. Suyu akıtacak olan adam mağaraya inince mahalleye haber salındı. Borunun ucunu bekleyenler boruyu açıp, tüfeği patlattılar. Borunun açıldığı haberi anında mağaraya ulaşmıştı. Zaten boru mağara içindeki adamın parmağını çekmeye başlamıştı bile... Adam boruyu hemen suya saldı. Boru bu kez suyu somurmaya başlamıştı. Borunun suyu çektiği açıkça görülüyordu. Denemek için suyun köküne atılan küçük çöpler, boru tarafından yutuluyordu. Hatta parmağını suya daldırsan, boru onu da kendine doğru çekmeye çalışıyordu. Borunun kökü tam sağlamlaştırıldıktan sonra mağaradakiler de dışarı çıktılar.
Hep birlikte mahalleye inildi. Su olanca gücüyle fışkırıyor; herkes borunun başına toplanmış, suyun akışını seyrediyordu. Kar gibi de soğuktu. Ormancı Mehmet eğildi, avuç avuç içti. Su dişlerini sızlatıyordu ya olsundu. Bugünü öyle özlemişti ki, sanki uçacaktı sevinçten. Varsın dondursundu dişlerin su, varsın ıslatsındı paçalarını çamur; yeter ki su aksındı... Herkes ellerini açmış avuç avuç içmiş, sonra da su kesilmesin diye dua etmeye başlamışlardı. Su akmaz diyenler de utanmışlardı anlaşılan. İşte su akıyordu. Hem de boruyu yırtarcasına, aktığı yeri delercesine. Suyun yerden sıçrattığı topraklar, herkesin paçasında az çok iz bırakmıştı. Ama kimsenin buna aldırdığı yoktu. Yıllardır özlemini çektikleri gün gelmişti işte. Onların mahallesinde de akıyordu su. Hem de şarıl şarıl! Ne kadar da güzel sesi vardı. “Sesine kurban olduğum” diyordu yaşlı insanlar. Onlar da eğilip, avuç avuç içiyordu sularından.
Diğer yandan eski suyun önündeki tekne bir güzel temizlenmiş; kurban kesilmiş, söğütlerden birinin dalına asılmıştı. Mahalleli evinde yenecek içilecek ne varsa suyun başına getiriyordu. Kebaplar, türlü türlü yemekler, yoğurt, ayran, bal... Ne varsa yığılıyordu suyun başına. Sanki bir şenlik vardı. Bol bol yenildi, içildi, eğlenildi. Neşe saçılmıştı her yana. Çocuklar bile toplanmışlardı; çamurla, suyla oynamayı çok seviyordu küçük yaramazlar. Hayvanlar da akın akın gelmeye başlamışlardı suyun başına. Danalar, oğlaklar, tavuklar .. koşa koşa geliyorlar, doyasıya içiyorlardı sudan. İçtikten sonra da meleşiyor, müleşiyor, şenliğe ortak oluyorlardı.
Biraz sonra su, lastik boruyla tekneye akıtıldı. Şırıl şırıl akıyordu. Su sesine ve akışına özlem duyan halk, ona bakıyordu durmadan. Kimi elini yıkıyor, kimi içiyor, kimileri ise başını ıslatıyordu.
Mahallede ikinci bir güneş doğmuştu. Gayrı pınarın başında saatlerce su kuyruğunda beklenmeyecek; insanlar, hayvanlar, bitkiler –tüm canlılar- doyasıya içeceklerdi. O kadar coşkuluydu ki halk, işi gücü unutmuştu. Duyabilenler oraya geliyor. Duyduklarına inanamayanlar gözleriyle görmek istiyorlardı. Köylüsü-kentlisi her gün suya bakmaya geliyorlardı.
Su, o yıl serbest aktı. Ertesi yıl mahallelinin yardımıyla bir çeşme, bir tekne, bir de havuz yapıldı. Çeşmeden insanlar, tekneden hayvanlar içiyor; artan su havuzda birikiyor, buradan da bitkiler sulanıyordu. Mahallede yeni bir gelişme olmuştu. Her yan yemyeşil bitkilerle donatılmış; çiçekler, ağaçlar, taze fidanlar yeşermeye başlamıştı..
Borular toprak üzerinde olduğundan, yaz günleri su biraz ılık oluyordu. İki yıl böyle aktıktan sonra, su borusunun toprak altına alınması kararlaştırıldı. Elbirliğiyle su borusu bir günde toprağa gömüldü. Su eskisinden daha soğuk akıyordu.
Mahalle bir park görünümü kazanmıştı. Özellikle kentliler her gün gezmeye geliyorlardı. Çoluk çocuk, genç-yaşlı akın ediyorlardı mahalleye. Ya kızlar .. Onların ayrı bir gelişi vardı. Bölük bölük oluyorlar, seke seke yürüyorlardı. Hepsi birbirinden güzeldi. Her gün, yeni çeşmeden, bir yudum içmeden edemiyorlardı. Suyu içince daha da güzelleşiyorlar, her yana gülücükler saçıyorlardı. Yanakları al al, dudakları bal, kolları dal, görenlerde bir hal oluyordu. Pınar kenarı, güzeller diyarı olmuştu. Bir kaynaşma vardı köylü-kentli arasında. Arif de arkadaşlar edinmişti yeni gelenlerden. Kentli kızlar çok seviyorlardı onu. Sık sık Ariflere gelip oturuyorlar, Arif’le şakalaşıyorlardı. Mahalledeki talvar da bir eğlence yeri durumuna gelmişti. Yaylanın en güzel, en çekici, en dinlendirici yöresi olmuştu mahalle. Halk arasında da yeni suyun birçok hastalıklara iyi geldiği yolunda, bir söylence yayılmıştı. En ufak bir rahatsızlığı olan soluğu bu mahallede alıyordu. Herkes mutlu, mahalleli geleceğinden umutluydu.
Bu mutlu yaşam uzun sürmedi. Bir gün mahallenin suyu aniden kesildi. Herkes şaşkınlık içinde mağaraya doğru koştu. Mağaraya varmadan Toktur Emmi’nin çocukları ile karşılaştılar. Borunun bir kısmı onların tarlasından geçiyordu. İşte Toktur Emmi’nin çocukları -Gece Bekçisi olan da var- boruyu yeraltından çıkarıp kıyık kıyık etmişlerdi. Bu durum mahalleliyi çok üzdü. Durup dururken bu da neyin nesiydi? Daha önce bal gibi geçindikleri Toktur Emmi, şimdi onlara düşman mı olmuştu? Arif’in anası, Ersoy emmisi, ebesi, kardeşleri, dedesi, hep oradaydılar. Boruyu neden kestikleri sorulunca:
“—Bizim tarlamızdan geçirmeyin.” yanıtın verdiler. İşte bu, bardağı taşıran son damla oldu. Küfür dolu sözler karşılıklı yağmaya başladı. Ortalık o kadar kızışmıştı ki, neredeyse kavga çıkacaktı. Çevreden koşanlar kavga çıkmasını son anda önleyebildiler.
Akşam ormandan dönen Arif’in babası suyun akmadığını görünce çılgına döndü. Güçbela onu da yatıştırdılar. Ertesi gün karakola gitti Ormancı Mehmet. Bir dilekçeyle durumu bildirdi. Köy muhtarı da bir tutanak hazırlamıştı.
Kısa zamanda Karakol Komutanı olay yerine geldi. Tanıklar dinlendi. Tanıklar arasında mahallede geçici olarak oturan Güneyli Mehmet Çavuş, kızı Fatma ve komşuları Suna Gelin de vardı. Fatma da Arif’ e asılırdı. Gerçi Arif onu sevmezdi ya, O Arif’e sarılır, onu öper, belki de şakacıktan “seni alacağım!” derdi. Olay günü o da Ariflerle birlikteydi. Olayı en ince ayrıntılarına kadar biliyordu. Babası Mehmet Çavuş da lafı gediğine koymasını bilen birisiydi. Karakol Komutanı tanıkları dinledikten sonra, olayın iç yüzünü iyice öğrenmiş, sanığın suçluluğuna inanmıştı. Aynı zamanda Gece Bekçisi olan Toktur Emmi’nin oğlu, ceza yemekle kalmayacak, görevinden de alınacaktı. Durumu Komutan yüzüne karşı söyleyince Bekçi, Ormancı Mehmet’e yalvarmaya, yakarmaya, elini ayağını öpmeye başladı; onu davasından caydırdı. Bir daha boruyu kesmeyeceğine güvence verdi.
Mahalleli toplanıp, suyu yeniden akıttı. Ama aradan bir hafta geçmeden su yine kesildi. Borular kıyık kıyık ediliyordu. Acaba bu Toktur Emmi’ye ne oluyor; kimden akıl alıyordu? Aralarında hiçbir şey yoktu. Sudan kendiliğinden vazgeçmişti. Hem onun tarlasına da akmıyordu. Ne yapsındı tarlasına akmayan suyu? Öyleyse neydi zoru? Ne istiyordu borudan? Ne zarar görüyordu akan sudan? Doğrusu Toktur Emmi’yi haklı çıkaracak hiçbir gerekçe yoktu.
Suyun tadı-tuzu kalmamıştı. Mahallelinin gündüzü su akıtmakla, gecesi de beklemekle geçiyordu. Bunun bir çaresi aranmalıydı. En iyisi mahkemeye başvurmaktı. Sonunda Ormancı Mehmet, Toktur Emmi hakkında bir dava açtı. Toktur Emmi de suyun kendisinin yerinden geçtiğini, suyu çıkarırken kendisinin de çalıştığını, dolayısıyla suya ortak olması gerektiğini iddia ederek karşı bir dava açtı.
Davalar uzamış, sürtüşmeler artmıştı. Ormancı Mehmet, Toktur Emminin yerine su akarsa, herkese olduğu gibi ana da bir pay verilmesini kabul etmişti. Toktur Emmi ise ille de suyun yarısı benim olacak diyordu. Bu olanaksızdı. Mahallede 13-14 ev varken, suyun yarısı bir kişiye verilemezdi. Davalar uzadı, avukatlar tutuldu, defalarca keşif yapıldı, yine de bir sonuca varılamadı. Borular 4-5 kez yenilendi. Buna ne para, ne de sabır dayanırdı. Bu iş böyle süremezdi. Sürmemeliydi. Tek çıkar yol, başka yerden su getirmekti. Zaten o günlerde YSE tarafından Köy’e (Abanoz Yaylası’na) su getirilmişti. Fakat Ariflerin mahallesinin suyu var diye, ilgilenen olmadı. Aynı zamanda yeni muhtarla mahallelinin arası da açıktı. Muhtar mahkemede, mahalle aleyhine, yalancı tanıklık yapmıştı. Mahalle halkı bunu bağışlamamış, seçimlerde diğer adayı desteklemişlerdi. İşte bu yüzden mahalleye YSE tarafından su getirilmesi epey zordu.
Arif’in emmisi Hikmet’in girişimiyle YSE tarafından inceleme yapıldı; mahallenin susuz olduğu saptandı. YSE boruları ve diğer malzemeyi verdi. Mahalle halkı birlikte boruyu döşeyip, toprak altına yerleştirdi. Köy için yapılan su deposundan bağlantı yapıldı mı her iş tamamdı. Ama köy muhtarı Hasan ÖZMEN buna izin vermiyor, depoyu deldirtmem diyordu. Mahalleyi cephe almıştı. Su deposunu –sanki kendininmiş gibi- silahla bekliyordu.
O yıl Ariflerin mahallesinde, başka köylerden gelmiş, geçici yaylacılar da vardı. Yüzü aşkın insan yaşıyordu mahallede. Bunca insan susuz duramazdı elbet. Mahalle halkı ayaklansa suyu zorla bağlayabilirdi depodan. Ama devlet gücü varken, halk niçin başını belaya soksundu. Durum Kaymakamlığa bildirildi. Kaymakamlık jandarma göndererek suyun bağlanmasını sağladı. Aradan 3-4 gün geçmeden su, muhtar ve azalar tarafından kesildi. Bu su da öncekine dönecek gibiydi. Mahalle halkı bağlıyor, muhtar kesiyordu. İş yine mahkemeye düştü. Sonuçta muhtar ve azalar birkaç gün gözetim altına alındı. Mahallenin suyu yeniden bağlandı. Devlete karşı gelinemeyeceğini anlayan muhtar da yumuşamış, boşu boşuna, anlamsız yere direnmenin yarar getirmeyeceğini kavramıştı.
Bugün Ormancı Mehmet’in onca uğraş vererek akıttığı suyun yerinde, YSE tarafından getirilen su akmakta; diğer efsanevî su da, mağarada bilinmeyen karanlıklara akıp gitmekte; mağaranın derinliklerinde insan çığlığını andıran, garip sesler yankılanmaktadır.
ARİF GÖLGE
ABANOZ YAYLASI - ANAMUR
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.