kahverengi Gözlüm
....................................................................................
Tam bir aydır benimleydi. Ne kadar da alışmıştık birbirimize. Her sabah onun vızıltıyı andıran tiz sesiyle uyanmak beni yalnızlığımın arasında mutlu ediyordu. Evin içinde oradan oraya bir kelebek gibi uçması, yorulduğunda bir kenara çekilip beni uzaktan seyretmesi alışagelmiş bir durum değildi benim için. O siyah renginin arasındaki kocaman kahverengi gözlerini hiç kırpmadan benden bir şeyler duymak edasıyla sürekli bana bakıyordu. Soğuk ve karanlık gecelerde birlikte üşümüştük, güneşi balkonumuzda birlikte ağırlamıştık. Balkonda geçirdiğimiz güzel saatlerde o hep birisi bizi görmesin, ne derler korkusuyla çekingen bir şekilde gözlerimin içine bakarken ben kimseden çekinmediğimi, başkalarının ne dediğinin umrumda olmadığını söylüyordum. Kahvaltımızın sonunda ikimizde soluğu içerde alıyorduk.
Kimsesi yoktu. Yağmurlu bir gece, dayanamayıp içeri almıştım onu. Islaktı. Belki de ıslak olduğu için sevimli görünüyordu. O ıslak hali beni çok etkilemişti. Bir şey ıslakken anladım ki çok aciz görünüyor. Acziyetini yüzüne vurmadan kurulanması için müsaade ettim. Sonra ona sıcak bir gülümseme gönderdim. O da karşılık verdi. “istersen, gideceğin bir yer varsa seni bırakayım.” Dedim. Başını öne eğdi. Mahzunlaştı. Üstelemedim. Anlaşılan evden kaçmıştı. Ona dinlenmesi için odasını gösterdim. Ve uyudu.
O gün çok yorulmuştum. İşler de istediğim gibi gitmemişti. Üzerimde lüzumsuz bir melankoli vardı. Eve gelene kadar aklıma hep neden beni anlayan birisi yok şu dünyada gibi paradoksal bir soru gelmişti. Paradoksal dedim çünkü döngünün sonunda bir yargıya veya sonuca varamıyordum. Gelirken bir paket süt, bir ekmek ve bir kilo da mevsimi değil ama portakal almıştım. Severdim portakalı. Bizim oraları hatırlatırdı bana. O baharda portakal çiçekleri açtığında etrafa yayılan mis gibi portakal çiçeği kokularını içime çekip, akdenizin nem kokan tuzlu rüzgarını ciğerlerime doldurmuş gibi olurdum portakal kabuğunu soyarken. Eve geldiğimde posta kutumda sevimsiz bir şekilde duran faturaları fark ettim. Biraz daha durgunlaştım. Hayatım boyunca hep bir şeylerin faturasını ödemekle yükümlü olduğumu düşündüm. En çok da harcayamadığım gençliğimin faturasını ödemek bana ağır geliyordu. Büyük bir aşk bile yaşayamamaktan şikayet ettim tekrara düşerek kendime. Evdeydim artık. İçeriye sinen sigara kokusunu ciğerlerime çektim, iğrendim kendimden. Pencereyi açtım. Ortalık birden bembeyaz oldu. Sonra bir ses. Gümbür gümbür… yağmur başlamıştı. Kendimi şanslı hissettiğim anlardan biriydi. Beş dakika geç girseydim eve, ıslanacaktım. Pencereden sağa sola kaçışan insanları seyrediyordum. Koşarak evlerine gitmeye çalışan, bunu yaparken de en az zayiatla ıslanma durumundan kurtulmaya çalışan insanlar, aslında komik geldi bana. Birazdan ortalık serinlemeye başladı. İçerisi de havalanmış sayılırdı. Ne fark ederdi ki. Yine dumana gömülecekti efkar basınca bana. Sigara paketini çıkardım. Sehpanın üzerine bıraktım. Cebimdekiler bir askerin cepheye giderken taşıdığı malzemeler kadar vardı. İki telefon, bir anahtarlık (içinde 4 anahtar), biraz bozuk para, çakmak, gömleğimin cebinde sigara, gözlük, ders programım… akşama kadar gezdirmişim meğer bunları. Hepsini bir anda görünce hissettim yorgunluğumun gereksiz eşyalara bağımlılığını. Oysa hayatımda o kadar çok lüzumsuz şey vardı ki. Pencereye yöneldim. Tam kapatacaktım ki, onu gördüm. Sırılsıklam olmuştu. Ve sokakta mendil satan çocuklar gibi bakıyordu bana. Davet ettim. Tanımıyordum. O da beni bilmiyordu. Ama metazorik bir durum söz konusuydu sanırım. Çünkü davetimi kabul etti. İçeri girdi. Pencereleri kapattım.
Sabah o vızıltıyı andıran tiz sesiyle uyandım. Derse gidecektim. Bir şeyler yedik. Sen keyfine bak. Kullanabileceği eşyaların yerlerini gösterdim. Odaları gezdirdim. Bana garip garip baktı. Tek başınasın ve dört odalı kocaman bir evde kalıyorsun der gibi beni kapıya kadar geçirdi. İlk defa evimden dışarı çıkarken birisi beni uğurluyordu. “Ben on iki gibi gelirim. İki de ekmek alırım. Sen dışarı çıkma.” Dedim. Ve kapıyı üstümden kapattı. Kendimi birden çok mutlu hissettim. Beni bekleyen biri var artık diye düşündüm. Adını bile sormamıştım. Sahi ya adı neydi ki. Neyse inşallah geldiğimde onu da öğrenirim dedim. Ve derse girdim bu düşüncelerle. Aklım dersler boyunca ondaydı. Ne yapıyordu acaba. Garip bir duygu yoğunluğu yaşıyordum. İçime bir korku düştü. Ya gitmişse. Ya geldiği gibi gizemli bir şekilde gittiyse hayatımdan. Yok yok. Düşünmemeliydim bunları. Gereksiz düşünceler. Gereksizdir. Gereğini yapmak lazım. Kendimi ders bitiminde eve doğru koşuyor olarak buldum. Ekmeği nerden ve ne zaman aldığımı hatırlamıyordum ama elimde iki tane ekmek vardı. Öğle yemeği için. Evet, öğle yemeği için almıştım. Sayısının iki olması beni heyecanlandırdı. Yani karşılık bir yemek yiyecektik. Belki yemek de yapmıştır ha. Acaba yemek yapmasını biliyor muydu. Biliyordur canım.
Zili çaldığımda beni gülümseyen bir yüzle açtı. Merhaba dedim. Here I came. Üzerimdeki resmiyeti çıkardım ve eşofmanlarımı giydim. Benim en sevdiğim eşyalarımın eşofmanlarım olduğu gibi faydasız bir sahiplik paranoyasına kapıldım. Konuşmuyordu. Hiçbir şey dememişti dün akşamdan beri. Üstelemedim. Birkaç defa konuşturmak için soru sordum. Her seferinde başını öne eğiyordu. Herhalde zamansız sorular soruyorum diye düşündüm. Sadece birbirimize bakıyorduk. Sonra odasına çekildi ve uyudu. Çok kötü anlar yaşamış belli, çok yorulmuş, kim bilir neler yaşadı garibim diye düşündüm. Televizyonu açtım. Gereksiz kanallarda gereksiz programları izleyerek ve bir paket sigarayı düşenceler içinde bitirerek geceyi bitirdim. Birazdan ben de uyudum.
Gözümün önünden gitmiyor hiçbir şey. Her an bir film karesi gibi yerini almış hayatımda. Dublaj ve montaj sorunu yaşıyordum sadece. Neyi ne zaman yaşadım. Bazen karıştırıyordum. O kadar şey yaşamıştım ki bir ayda, hiçbir şey yaşamamış gibi. Ama artık o yoktu. Bir gün eve geldiğimde kapıyı çaldım açan olmadı. Anahtarı korkuyla deliğe sokmaya çalışırken yüzlerce komplo teorisi kurdum kafamda. Hepsine inanıyordum aksi gibi. Kapıyı açtım. Bütün odaları can hıraş dolaştım. Yoktu. Gitmiş işte, bak yok. Seni bırakmış dedim. Ayaklarım tutmuyordu. Titremeye başladım. Gözüm karardı. Başım dönmeye başladı. Kanepeye oturdum. Öylece kalakalmıştım. Etrafımı dalgın dalgın süzerken birden onun cansız vücudunu gördüm. Ters düşmüş. Ve nefes almıyordu. Yaklaştım. Elime aldım. Evet evet, ölmüştü.. Karnı iyice şişmişti. Hala vızıltısı kulağımdaydı. Ama artık hayatımda yoktu. Ve ben yine yalnız kalmıştım. KARA SİNEK ölmüştü.
..................................................................................