[MuTLu(SoN]SuZLuK)
Başı omzundaydı. Nefes aldıkça oynaşan saçları burnunu gıdıklıyor, kaba bir hareketle burnunu kaşımasına neden oluyordu. Odada sadece küçük bir abajur yanıyor ve küçücük şeylerin duvarda kocaman görünmesine sebep oluyordu. Kız gözlerini kapatmış, o ise tavana bakıyordu. Kartonpierdeki çiçekleri sayıyor bunları birleştiren çizgi üzerinde gözleriyle trencilik oynuyordu. Mutlu değildi. Mutluluk değildi bu. Huzur belki. Anlık... Hayatı tatmin edici olmanın çok dışındaydı. Kabul görmeyen düşleri ve kabuğunu kıramayan benliğiyle tam anlamıyla başarısız bir yaşam cinsiydi. Buraya ait hissetmiyordu kendini. Problem şu ki orası her neresiyse oraya da ait hissetmiyordu, hissetmeyecekti. Hayatı artık devamlı omzundan kayan bir kaşkol tadı vermeye başlamış ve artık onu her seferinde tekrar omzuna atmayı sürdürecek ne sabrı ne de takati kalmıştı. Kendisini bütün bu durumdan kurtaracak tek şeyin bir mucize olduğunu biliyordu. Bu mucizeyi çok beklemişti; yıllardır. Ama gelmiyordu. Artık mucizeden de ümidi kesmişti. Gerçi belli mi olurdu; adı üzerinde mucizeydi bu, öyle bando-mızıkayla gelmezdi...
Kız başını oynattı birden hafifçe. Ne kadar küçük ve kırılgan görünüyordu... ve habersiz. Onu anlayamazdı. Tüm kalbiyle anlatmak isterdi ama biliyordu; anlamsızdı, anlaşılmazdı. Hem elinde kalan birkaç dirhem huzuru da ucu kapalı bir maceraya kurban etmek gelmiyordu içinden. Kimbilir kaçıncı kere aynı kelimeler çekiç ve keskinin çığlıkları arasında kazınıyordu beynine. Neden ben? Niye burası? Ne için? Küçücük bir sebebi olsaydı tutunacak. En günlük, en dünyalık şey bile onu bir süre için tatmin edebilirdi; ama barutu tükenmişti artık. Hayatında ne tutunabileceği ne bel bağlayabileceği bir şey kalmamıştı, nefesi boynunu ısıtan şu ufaklık dışında. Öyle umarsız, savunmasız yanında, bir kan pıhtısı sütlimanlığında... Kalbi onundu ve kiralık vücudunda müebbet huzursuzluğun canhıraş toz örtüsünde, kimi aşkzede kimsesizlercesine son bir nefes ya ha ışık huzmesi için dipte çırpınadururken, her defasında daha yakın gülen fakat kulaç erişiminden bihaber köpükler, ulaşılmazlıklarının masum vurdumduymazlıklarını sürdürüyorlardı. Kalbi onundu ve beli bükük kaslarına bastonluk edemeyecek kadar yıkıntı yaşamış kemikleri bu ihraç fazlası ağırlıktan muzdarip biçare iniltileriyle artık bu yükün son kullanma tarihinin yaklaştığını anlatmak ister gibiydiler. Kalbi onundu ve bu toprağı nasırlaşmış diyarda gözlerinden okunan vuslat özlemi ve bir vahaya gark olma hayaliyle, terden ziyade bir gönül yorgunluğunun esiri diz bağlarının kızıl bayrağından azade bir sükunet, bir son arzusuyla delirmiş cesaretine bir kıvılcım bekliyordu. Kalbi onundu...
................
Ulusal bayram kutlanıyordu. Dışarıda tören ve resmi geçit vardı. Yirmili yaşların ortalarındaki kız elindeki kartlarla oynamayı bıraktı ve dışarıdaki curcunayı izlemeye koyuldu. Böyle bir günün akşamı görmüştü en son onu. Beraber bir otelde kalmışlardı. Sonra gitmişti. Her zaman yaptığı gibi gitmişti. Tek farkla bu sefer geri gelmemişti. Bir gün iki gün. Şu anda düşününce 10 sene mi olmuştu 15 mi? Hala yoktu. Kız bütün güçlüklere göğüs germiş, büyümüş ve hayatta kalmayı başarmıştı; bu ona gençliğine malolmuş olsa bile. Babasını düşündü. Hep kirli sakallı gezen bir adamdı. Ne iş yaptığını hiçbir zaman çözememişti. Aslında kendisini sevip sevmediğini de hiçbir zaman kavrayamamıştı. Onu küçücük yaşında tek başına bırakıp gitmesine rağmen, içinde o aptal sevgi hissini her zaman var ettirmeyi başarabilmiş bir kişiydi babası. Ne iş yaptığını düşündü tekrar. Çözülemeyecek işleri düşündü, gizli ve tehlikeli bir işi olmalıydı ya da hiçbi... Kapı çaldı birden. Düşünceli bir şekilde yürüdü kapıya doğru. Kulbu çevirip karşısında kılıksız bir sokak serserisi gördü. “bir bardak su, lütfen bayan”...
................
“peki” demişti kısaca mutfağa doğru yürümüştü. Hoş bir kızdı. Hem de yardımsever. Çaldığı yedinci kapıydı bu. Susuzluktan ölmek üzereydi. Kafasını zile çevirdi... ve uzun süre bakmak zorunda kaldı.
................
bardaklar arasından en eski olanını seçmeye çalışıyordu. O sokak sürüngeninin içinden su içtiği bardağı ne kadar yıkanırsa yıkansın dudaklarına sürmeyi midesi kaldıramayacaktı kuşkusuz. Köşesi çatlak bir bardak buldu. İyi ki atmamıştı. Bak, işe yaramıştı işte.
................
Zildeki ismi hatırlıyordu. Uzak bir anıydı. Bir ekim akşamı kucağında yeni doğmuş bir bebek tutan kadının kulağına bu ismi fısıldarken gülümsediğini ve kalbinin sevinçten patlarcasına çarptığını hatırladı. Peki bunca yıldan sonra nasıl? Tesadüf? Mucizenin yaklaştığını hissediyordu...
................
Bir tepsi buldu. Muhtemel bir el temasına tahammülü olmayacaktı. Mutfaktan çıkıp kapıya yöneldi. Kapı aralık duruyordu hala ama yabancı yoktu. Bir an nasıl böyle bir aptallık yapmış olabileceğini düşündü. İçeri girmiş ne var ne yok toplayıp çıkmış olmalıydı. Tepsiyi yavaşça ayakkabılığın üstüne koyarken kapı eşiğinde duran gazete kağıdına sarılı eciş bücüş paketi gördü dibinde kırmızı bir birikintiyle...
................
Boylu boyunca yayılmıştı kaldırıma. O yük; artık yoktu. Hafifti ve anlamlıydı her şey. Nasıl olduğunu hala anlayamamıştı. Dışarıda hala resmi geçit vardı. Mucize gelmişti... Hem de bando-mızıkayla. Kalbi onundu...