H.P.'nin kaleminden - 14- (Ne İçindeyim Zamanın..)
17 ekim-muğla
“…ama korkunun mantığı yoktur; hele de bu daha önce yaşanmış bir korku ise.
Cengiz Aytmatov’un Dişi Kurdun Rüyaları adlı kitabının ilk sayfalarında okumuştum bu satırları. yıllar önce ve bütün bir kitabı bir gecede işte bu cümlenin etkisiyle bitirmiştim. üç yüz elli sayfayı birden aynı gecede çok tanıdık gelen bir hisle, büyük bir merakla ve ne yorgunluk nede gece oturduğum için anneme yakalanma korkusu duymadan.
ama bütün yaşamım boyunca yüreğimin aşina olduğu bu korkumun aslında neden kaynaklandığını ilker’in geldiği gece anlayabildim sonunda. bu; yakalanmanın, sıkıştırılmışlığın, mutluluğun, utanmışlığın, nefes alabilmenin ve daha birçok duygunun, kısacası bu yaşamanın verdiği haklı korkuydu. yaşamak, hissetmek bence derin korkular barındırabilecek, en azından sebep olabilecek bir sebepti, birçok şeyden kaçmak için. içimi sıkan derin, sessiz ve hızlı ilerleyen hayalet fırtınanın savurmasıyla beni buralara iten yaşam korkumdu. bunu kendime izah edince yaşamdan korktum bir kez daha. acı bir gerçek gibi yüzüme vurdu beni korkutan ona isim bile veremediğim gizli ‘şeyim’.ah korkularım.
biran;
— hadi gidelim. demek geldi içimden. sonra, ya beni götürürse! korkusu sardı birden benliğimi. içimde sanki boğuk ama dibi aydınlık hayali bir denizin gerçek şiddetli dalgaları vuruyordu kıyıya. ve asıl ilginç olan bu gel giti sadece kalbimde yada yukarılarımda değil karın bölgemde hissetmem de bayağı garibime gitti.
büyük yumuşak dalganın her vuruşunda;
— hadi gidelim. diyor, vuruşun aksine sakin çekilişinde ise, lütfen bana hükmetme. diye ona yalvarıyordum. sesim içimden benim bile duyup anlayamayacağım kadar boğuk çıkıyor daha doğrusu çıkamıyordu. gerçi ağzımı açıp ta ona bir şey söyleyecek değildim ama en azından hiç değilse böyle karabasana yakalanmış gibi de olmasaydım. içimden geçenleri çoğu zaman bilmesini istemezdim tabi ki ama işin acı yanı da buydu işte. o hep bilirdi. sanki içimi okurdu. nasıl olduğunu bilmiyorum ama bilirdi işte. acıydı evet ama hoştu da aynı zamanda.
rüya olsun istedim önce ve dalganın bir sonraki vuruşunda kendi kendime itiraz çığlıklarımı yükselttim hayır diye. o ise göğsüme kafasını kendisinden bağımsızmış gibi usulca bıraktığı gibi mışıl mışıl uyuyor ve yinede her şeyi biliyordu.
kaburgalarıma ağırlık yapan bedeni biran hafifler gibi oldu önce, sonra dayanılmaz bir sancı. ne olduğunu anlamıyor biranda hafifleyip yükseldiğimi hissediyor, karşımdaki duvarda karanlık ve uzun o tanıdık tünelin sonundaki o ışık beliriveriyordu ansızın. bir kalp atışı gibi ani beliriyor, sönüyor, gittikçe sönüyor ve sonunda iyice belirginleşip gözlerimi kamaştırıyordu ama bu korkunun aksine sanki acılarımı anlıkta olsa hafifletiyordu. sanki bir şeyleri yine kazanıyordum. başka hiçbir şey hissetmiyorum biran ve sonunda ışık tamamen sönüyordu, yeniliyorum. neye karşı bilemiyorum ama belki de korkularıma yenilip hayatta kalıyorum. yaşam beni esir alıyor.
ve o tünel şimdilik tamamen kapanmış gibi görünüyor bana. bunun bir işaret olabileceğini düşündüm durdum sabah olunca. ona anlatmalı mıydım bilemiyorum gece olanları. ama o zaten bilirdi, en iyisi her zamanki gibi boş vermek. susmak.
nasıl olduğunu anlayamadan dalmıştım ki garip rüyalar görürken onun sesini duydum.
“ hüznü olanın, çaresizliği olanın ve hatta öfkeli olanın bile aradığı uzanacak bir eldir.” diyordu ve sonunda huzurla uyandım uzun zaman sonra ilk defa sabahın ilk ışıklarında ve onun tasavvuf’a ne büyük ilgi duyduğunu anımsadım. biraz önce duyduğum sözleri de bana yine o söylemişti yıllar önce. şuan ise hala uyuyordu bu polis. büyük bir huzur ve inatla.
salina
— Git. Dedi ve durumdan kurtulmak istercesine gözlerini kapattı. Tekrar açınca olmadı. Hala buradaydı. Bu sefer kurtulamıyordu sıkıştığı köşeden. Bu sefer kaçamıyordu yüzleşmekten. En iyisi odadan çıkmaktı, kapıya baktı, aralıktı. Onun kendisini engelleyeceğini biliyordu. ‘Ya gerçekten konuşma niyetindeyse!’ diye geçirdi içinden. Olsun, hiç olmazsa genç kızın gerçekten istemediğini anlamış olurdu. Bunu ona pekte dolaylı olmayan bir yoldan anlatmak gerekiyordu, anlardı nasılsa yine. Olmadı, tamda yanından geçerken ‘bir adım daha atsam, belki engelleyemez’ diye düşünürken omuzlarından tuttu. Kaçamamıştı, ama çabalıyordu.
— Bırak. Ne garip, ona verdiği bunca acıdan sonra bile canını yakmıyordu. Oysa belki de buna hakkı vardı. ‘Of bu oda beni ilk defa böylesine sıktı’. Diye düşündü. Kocaman, aydınlık bir oda ancak bu kadar karanlık olabilirdi. Kaçacak hiç bir köşe bucak kalmamıştı. Burasını gerçekten yatak odası yapmamalıydı. Bu sefer düşüncelerinin kendisini kurtarmaya yetmeyeceğini anladı. Ama yine denemeliydi. İlker müsaade etmedi. Gözlerini sıkıca kapatıp içine gömülecekti. Bu adam onu tanıyordu. Bu sefer onun kayıtsız, put gibi durmasına müsaade etmedi.
— Seni tekrar kaybetmek istemiyorum ben. İlker’in sesi donuk ama söyledikleri netti.
— Nasıl bir adam bu? Diye sormadan edemedi kendisine.
— Git.
— Gitmekte istemiyorum. Aylin, neden geldim ben buraya?
— …!Ona verecek cevap bulamıyordu. Çok haklıydı. Buna mecbur değildi ama kendisine böylesi katlanan bir erkeği geç herhangi bir insana en azından iki çift söz etmeli, belki teşekkür etmeliydi.
— Söylesene, sence neden?
— Sadece..bir..belki bir iyilik.
— İyilik. İyilik mi, kime? Bak beni kastediyorsan bu iyiliği sen yapacaksın.
— Belki, duraksadı. Belki aileme olabi.. Sözünü kesti.
—Kusura bakma canım.Ben iyi olmadan iyilik yapma yetisine sahip birisi değilim artık. Konuşurken biraz abartıyordu. Aylin, buna şuan bile inanmazdı. Kendisi de yavaş yavaş açılmaya başlamıştı sonunda. Ona cevap vermemeye çalışıyor ancak dayanamıyordu. Hem ona bunu yakıştıramıyordu ki.
— Yalan. Dedi, o ise duymamış gibi konuşmasını sürdürdü.
— Ama bu da bir gerçek, seni özledim. Bunca aradan sonra ve daha da önemlisi neler yaşadığını bilmeden ve en zoru da neden gittiğini bilmeden. Kendim için bir şey yapacağım ve seni geri kazanacağım ben. Kafasını önüne eğip elleriyle oyalandı bir süre. …bak, kendime bile çaktırmıyorum sözde ama nedense sana hak veriyorum. Ve hala merak ediyorum. Niye yaptı bunu? Cevabı sanki bende var, sorum boşa gidiyor. Sesi gittikçe sertleşiyor fakat ses seviyesi sanki daha düşüyordu. Neler yaşadığımı sen daha iyi biliyorsun. Sonunda bir fısıltı gibi çıktı. Bu senin kurgun. Bu da ne demekti şimdi. Aylin ona cevap ararcasına baktı, o ise devam etti.
— Ama sen ne yaptın? Şimdi ne yapıyorsun peki, bunu biliyor musun? Yoksa farkında değil misin? Bana sadece git diyorsun. Aynı besleyip, alıştırdığın, küçücük bir köpek yavrusu gibi kapıyı açıyorsun ve ‘git’ diyorsun. İşte bu. Git, git ha, nereye? Yoksa o şelaleden sonra dünya mı varmış? Söylesene var mıymış? Dünya çoktan gerilerde kaldı. O köprüyü yıkan sensin Irmak.
— Efendim. Gözünün önüne birden Aydın’da kendisini ziyaret eden arkadaşı Serhat geldi ve silindi.
—…ve yıkılan o köprüyü tekrar kurmakta senin elinde. Belki buradan İstanbul’a belki de daha yakına, sadece yatağının bir adım ötesine. Bu senin elinde çok iyi biliyorsun. Aylin. Dedi bu sefer ancak genç kız yine bu ismi tam duyamamıştı sanki.
— Ben.
— Sen hiç bir şey söyleme. Hatta hatırlattığım her şeyi tekrar unut. Uyumaya devam et.
— Hiç unutmadım. Sesini bir türlü yükseltemiyordu. Yine fısıldıyordu. Sanki bir karabasanla konuşuyordu ve dışarıdan kimse onun sesini duymuyordu. Hani haksızken bile hep benim sesim yüksek çıkardı. Hani hep öyle olurdu anne. Diye geçirdi içinden. Demek bunu öğrenmişim. Ben haksızım. İlker, hırsla;
— Evet unut. Dedi. Yo hayır, sesinde kurgusal bir yumuşama belirdi. Sanki bir tiyatro sahnesindeydi ve her şeyi sadece sesiyle anlatıyordu. Evet, sen haklısın, ben en iyisi gideyim. Saçmalıyorum zaten. Ama, döndü. Gözleri nemliydi, ona karşı hiç kullanamadığı gururu yine ortalarda yoktu. Sen yinede varsın.. ve gitmek var ya yinede silinmek değildir. Sadece gitmek, işte o kadar. Uyku ise beklemek. Belki; şimdilik dondurmak.
İlker konuşmaya çabalarken, sevdiği kız karşısında hiç bir şey söyleyemiyor, onun nemli bakışlarına karşın göz pınarları yanıyor, boğazı tıkanıyor ama hiçbir şey söyleyemiyordu.
Karşısındaki adamın gözlerine bakıp başını eğdi. Bu utanmak mıydı, bilmiyordu. Arkasındaki masadan destek aldı. Yerdeki kilimin desenlerinde göz gezdirmesi İlker’e her şeyi anlatmaya yetiyordu. Aylin’in bakışlarında dalgınlık, boşlukta hareketsiz duran ellerinde ise geceden beri devam eden bocalama vardı. Onu yine anlıyordu. Bu duruma lanetler yağdırsa da ona sadece annesinin rahatsızlandığını haber verdiği gece her şey ters giderken sinirlenmiş, hatta kin duymuştu. Ama attığı mesajın ardından pişman olmuş yinede yaptığından dönmemek için çok direnmiş, uyumak için uğraşmıştı. Başaramasa da sabretmişti. Giderken Aylin’e yalnızca;
— Seni üzmek istememiştim, yinede. Diye mırıldandı. Genç kızın ise dudaklarından sessizce dökülen şu duayı duymadı bile;
— Allah, kimsenin kalbine pişmanlık vermesin. İşte o an pişman olmuştu. Bu belki gittikçe büyüyen özlem belki de suçluluk duygusundandı, ama olmuştu.
Genç adam buraya gelirken kendi kararına kendisi inanmazken şimdi duygularına esir olmama sözünü başarıyla tutmasına hatta kendince biraz abartmasına şaşırmış ayrılıyordu Muğla’dan. Geceyi onun göğsünde uzun zamandır ilk defa bir eksiklik duymadan uyuyarak geçirmişti ama bu kadarlık zaafı da kendisine yedirebiliyordu.
Arabayı hareket ettirdiğinde Aylin hala görünürlerde yoktu. Ona veda etmeden ayrılmaya karar verdi. Zaten bunun bir veda değil yeni bir başlangıç olması niyetindeydi. Gözden kaybolmak üzereyken Aylin’in bahçe kapısında belirdiğini gördü biran. Ona sadece;
— Yine görüşeceğiz, küçük cadım. Dedi. Bu sefer ipleri onun eline vermeyecekti.
Biran bahçede hayalet gibi beliren genç kızın ise aklında o gittiği andan itibaren şüpheler fır dönmeye başladı. ‘Kurgu’ ne demekti? Ya da o isim, Aylin değildi. Neydi, Irmak evet ama Irmak kimdi? Belki de kendisinden sonra görüşmeye başladığı birisiydi. Bu çok ağırdı ama evet neden olmasındı ki? Buna hakkı yok muydu sanki. Terk edip giden Aylin di.
— Hayır, yoktu. Beni aramalıydı. Ama ben istemedim ki. Ne o kıskanıyor muyum, neyim? Aslında kulağıma gayet aşina gelen bir isimdi Irmak ama çıkartamadım işte. Bir iki adım attı biran durdu, hatırlamaya çalıştı. Neydi o isim, daha birkaç saniye önce söylemişti. Çıldıracaktı, şimdi kendi söylediği ismi hatırlayamıyordu.
— Belki de işte bu kadar önemsizdi. Dedi, eskiden beri pek önemli olmayan şeyleri unuturdu. Aslında daha çok kendisine hatırlatıldığında herhalde unutmuş olabileceğini düşünürdü ve biraz daha düşününce bunun zaten o kadar da önem vereceği bir şey olmadığını savunurdu. Hatırlasa da olurdu hatırlamasa da.
Her şey bir bulutun içinde gibiydi. Odasına döndüğünde masanın üzerinde defterini açık buldu. İşte bunu da bir türlü hatırlayamıyordu, peki bunu ne zaman açmıştı. Üstelikte kimse yokken bile en kuytu köşelere sakladığı bu defter nasıl oluyordu da şimdi burada hem de özellikle seçilmiş gibi bu sayfa da bırakılmış duruyordu. Evet, onu bu sefer direk çekmeceye bırakmıştı ama sonuçta oradan da kendi kendisine çıkacak değildi ya. Biran İlker’den şüphelendiyse de onun yapmadığından emindi. Hem zaten bunu yapacak pek vakti de olmamıştı onun. Yine kendisinden şüphelendi ve bunu da anlaşılamayanlar listesine ekledi unutulmak üzere. Sanki böyle cevaplandıramadığı şeyleri özellikle unutuyordu. En azından üzerine örttüğü örtüyü kolay kolay bir daha aralamıyordu.. Hem belki de bunu gece yapmıştı. Sonuçta o geldiğinden beri bir türlü kafasını toparlayamamıştı. Geldiğinde nasılda duymamıştı onu bir süre. İşte bu da öyle bir şey olsa gerekti. Defterin açık olan sayfasında Aylin’in de İlker’in de Ahmet Hamdi Tanpınar’ın çok beğendikleri ama Aylin’in bir türlü ezberinde tutamadığı bir şiiri vardı. Bir kere okumadan yerine bırakamadı onu.
Ne İçindeyim Zamanın
Ne içindeyim zamanın
Ne de büsbütün dışında;
Yekpare, geniş bir anın
Parçalanmaz akışında...