YÜKSEK DAĞLARIN KIZI''NEFİN''
Hazar Denizi’nden esen rüzgar dağların yamaçlarındaki huş ağaçlarının yapraklarını köy evlerinin bahçelerine döküyordu. Elindeki parmakları kırık tırmıkla onları toplamaya çalışan küçük Nefin babasının sesiyle irkildi.
-O yapraklara fazla basma. Günahtır. Topladıklarını da çitlerin kenarına yığ kimse çiğnemesin.
Elindeki tırmığı daha itinalı çekmeye başladı Nefin. Evdeki anne babasının bir konuşmasında huş ağacı hakkında bazı inanışlar duymuştu. Babası ‘’ bu ağacın yaprakları rüzgarda sakin sakin sallandığı için rahatlatıcı bir ses çıkarır. Onun için huş adı verilmiştir. Ağaç beyaz görünümdedir. İnsanı dinlendirir.Ruslar cadıları, kötü ruhları kovmak için bu ağacın dallarını ve yapraklarını kullanmışlardır.Nazara iyi geldiğine inanılır.’’ Diye söylemişti. Demek ki bu sevgi oradan gelmekteydi.
Güz geldiği zaman bütün köy yaprak toplar. Bazıları yem olarak kullanır , bazıları kerpiç yapımında bu yaprakları toprağa katarak tuğla yapımında kullanırlardı.Soğuk hava ağaç yapraklarını tamamen dökmüş,ağaçlardaki kuş yuvaları açığa çıkmıştı.Her ağaçta en az iki kuş yuvası vardı. Şimdi kuşlar sıcak ülkelere gitmiş ağaç dalları öksüz kalmıştı sanki. Arada bir buraların simgesi olan kartallar huş ağaçlarının yüksek dallarına konuyor, bizler sizleri unutmadık diyorlardı.
Uzun kış geceleri insanları evlerine hapsetmiş, hayvanı olan hayvanları ile ilgileniyor, yazın hazırladıkları otları ve çalıları yediriyorlardı. Uzun kış günleri köyde yaşayanların yanaklarını al al yapar ve kar onları daha da dayanıklı hale getirirdi.
Nefin on üçünü bitirmiş on dördüne ayak basmış olgunlaşmıştı görünürde. Kara saçları örgülü bir kızdı artık. Bazen evin duvarındaki sırları dökülmüş aynanın karşısına geçer, saçlarına sabun sürerek tarardı.Esmer yüzü,beline kadar uzanan saçları ile bir Kızıldereli kızına benzetilirdi.
Köy yerinde zaman zor geçerdi hep. Komşularla baharın gelişini nasıl kutlayacakları kararlaştırılırdı günlerce gençler arasında. Her bahar Nevruzun daha hareketli geçirilmesi için kararlar alınırdı.
Mart ayının ilk günlerinin gelmesiyle ağaçlarda tomurcuklar oluşmaya başlamış, kuş sesleri dağların yamaçlarında yankılanarak çoğalmıştı. Nevruz gelip çatmıştı. Uzun çalılar yapılmış,üzerlerine renk renk bez parçaları asılarak hazırlanmıştı.Erkeklerse ceketlerini ters giymiş,sırtlarında evlerden alacakları yiyecekleri koyacak torbaları vardı.Köyü dolaşacaklardı.Güzel bir eğlence hazırlığı yapılmıştı. Nefin o gece hiç uyumadı. Yarınki eğlencede, görünce iç geçirdiği sevdalısı Gaydar da yanında olacağı için içi içine sığmıyordu. Sabahleyin renk renk elbiseleriyle kızlar, ters ceketleriyle erkekler köy meydanında toplandılar . Hep bir ağızdan:
‘’Bu evler güzel evler
İçinde altın çiviler
Assalamu aleyküm
Günaydın size!
Nevruz gününüz mübarek olsun
Şatman, şatman.
Söyleyerek yürüdüler. Her uğradıkları evden un, şeker, yağ çerez alıyorlar, torbalarına dolduruyorlardı. Toplanan bu yiyecekler köy evlerinden birinde lokum, bişi ve kaymaklı ekmek yapılarak topluca yenilirdi Nefin arkadaşlarıyla mahalle aralarında dolaşırken bir ara Gaydar’ın elini tuttu ve sıkıca bastırdı parmaklarını. Avucu avucunda eridi sanki.Yanındakiler Nefin’in bu hareketini ve gözlerindeki sevinci şaşkın şaşkın izlediler.
Haber Nefin’in evine tez ulaştı. Eve varılmamıştı daha. Kapının önünde anası karşıladı onu.
-Baban çok kızgın Nefin. Aşağıdan al olur mu?
Önce bir şey anlamadı. Sonra törende yaptıkları geldi aklına.
-Olur ana. dedi.
Bir yaralı ceylan gibi anasının koltuğu altında odaya girdi. Babasının yüzüne nasıl bakacağını düşünmüş olacak ki başını önüne eğdi.
Babası:
-Ben sana bir şey demem Nefin. Yabancı birinin elini eline aldığın için seni vermem gerekir Gaydar’a. Eğer vermezsem köy içine çıkamam. Çok sevdiği halde içine bir hüzün çöktü sanki.
Birkaç ay içinde hazırlıklar yapıldı ve gencecik Nefin ile Gaydar evlendi.
Çok güzel olan aylar çabuk geçti. Hamile kalmış, hamileliği çok zor geçmişti. Evlendiği genç köy çobanıydı.Fazla evine gelemiyor, onunla ilgilenemiyordu. Kışın hayvan yemliyor, yazın dağlarda koyun güdüyordu. Çocuğun doğumundan sonra hayat daha çok yaşanmaz olmuştu. Baba evinden getirdiği şehir bezleri de tükenmişti.
Bahar mevsiminin son aylarında komşularındaki bir sohbet esnasında kadın kadına otururken konuşma arasında; Dağıstan’dan bazı kadınların uzak olmayan bir ülkeye gidip orada çalışarak çok çok para kazandıklarını duymuştu. ‘’bende gitsem mi’’diye düşündü Nefin. Bir türlü karar veremedi. Ev büyükleriyle konuştu. Zor ikna etti onları.
Birkaç eski otobüsün kalktığı otogardan hareket ettiklerinde yollar uzamaya gideceği yer kısalmaya başlamıştı. Sınır kapısına geldiklerinde pasaport işlemleri için arabadan inmişlerdi. Üzerinde düğününde giydiği elbiseler vardı. Birden sınırın karşı tarafına gözleri kaydı. Orada siyah paltolarıyla bekleyen birkaç kişiye takıldı gözleri. İçlerinden sarı saçlı olanı sanki eliyle işaret ediyordu Nefin’i İşlemleri bittikten sonra arabalarına bindiler.. Sınırı geçince arabalarının peşine bir siyah araç takılmıştı.Bir ilçede yemek yerken yanlarına gelmişler,adres alıp vermişlerdi. Nefin ….İlçesinde bir lokantada çalışacak, eline iyi bir para geçecekti. Otobüstekiler ilçe ilçe azalmaya başlamışlardı. Daha büyük şehirlere varamadan küçük ilçelere dağılmışlardı.
Nefin küçücük bir ilçenin küçük bir lokantasında işe başladı. Hep değişik yemekler yapar, müşterilere servisini kendi götürürdü. Bazen cilve yaptığı da olurdu. Elinden her iş geliyordu. Marangoz atölyesinde bile planya kullanıyordu. En çok arı kovanı yapmayı seviyordu. İçine giren arılara benzetirdi kendini. Evleriydi arıların, emek verdiği yuvalarıydı. Oysa o yavrusundan ayrılmış bir ceylandı. Beş katlı bir evin teras katına yerleşmişti geldiğinde. Evinde bir çekyat ve birkaç eşyadan başka bir şey yoktu. Ama evine geldiğinde rahatlığı burada bulurdu hep.
Günler günleri kovaladı. Aradan sekiz ay gibi bir zaman geçmişti. Kazandığı paraları memleketine gönderir, kalanlarını da dolar yaptırmıştı. Bu paraları kazanmak kolay olmamıştı. Bazen peynir tüccarlarının mezesi olmuş, bazen bir çift öküzünü satan kişilerin parası bitene kadar dostu olmuştu.
Yine baharın gelmesiyle eski günleri aklına geldi. Gaydar’la el ele tutuştuğu günler. Çok özlemişti çocuğunu, ülkesini ve Gaydar’ı. Gitmek istediğini söylediğinde patronunun yüzü gerilmiş, birkaç ay daha kalmasını istemişti. Oysa o kalmayı düşünmüyordu. Bir ay geçmesine rağmen aylığını alamamış. Yüzde bulamamıştı. Gideceği günün özlemiyle yanıyordu içi. Evine döndüğünde içinde bir hüzün vardı sanki. Birkaç gündür biriken çamaşırlarını naylon leğeninin içine bastırdı. Kanepenin üzerine uzandı. Biran hayalleri canlandı gözlerinde birer birer. Kalkıp çamaşırlarını yıkadı. Arka balkona asmaya çıktı. Yüksek binanın bu balkonundan çok korkardı. Aşağıdakiler küçücük görünürdü oradan. Entarisini telefon kablosundan yapılmış ipe asmak için elini uzattı, tutunmak istedi ama güneşten yanmış kablo kayıverdi sanki elinden. Büyük bir acı hissetti yüreğinde. Biran gezdiği nevruz günleri geldi aklına.
‘’Benim hastalığım ateşe
Sağlık benim canıma
Koy sağlık olsun
Koy ateş güçlensin
Koy günler ılık olsun, kuraklık olmasın
Hata bela uzak olsun
Koy bolluk olsun.’’
Ertesi günü balkonun altında yatan Nefin’i buldular. Özlemleri kalbinde, Bekleyenleri o uzak olmayan ülkede kalmıştı.