hüzün perisinin kalemi - 3 (cheshine kedisi)
18 mart
aydın
?(rüya mıydı)
“kendisine küsmüş bilinçaltımla dört duvar arasına sığan engin ve derin dünyamda yalnız kaldım. bunu bana bile itiraf etmek zor geliyor ama bunu kendim yaptım. biliyorum. aslında zorda gelmiyor bu sıkıntılı hal. ama yine de buna bir yerde son vermem gerektiğini hissediyorum. ve şuan plansızca hazırladığım hayali labirentimde bir çıkış yolu bulamıyorum. bir şeyler hatta tek bir şey bildiğimi düşünüyorsam da; bu henüz uzaklarda. belki bana kısa sürede ulaşabilir ama uzaklarda bir yerlerde sanki. zaten buna rağmen görünüyor. karşımda uzun bir tünel var. ulu bir dağın içinde. sonundaysa iğne deliğinden parıldayan bir ışık…
bu satırları tekrar yazmak geldi içimden. istanbul’ dayken de yazmıştım, henüz belirginlik kazanan hiçbir şey yokken. dün gece rüyamda gördüm bu uzak çıkışı. oradan yorgun bir halde çıkınca bir tiyatro sahnesindeymişim gibi yıldızların ışığının yüzüme çarpmasıyla birlikte sanki vücudumdaki tüm bitkinliğim de sona erdi. ama içime taşınmaz bir ağırlık çöktü.
garip olan bir şey vardı. vakit henüz gündüzdü ama buna rağmen göğü ve yer yüzünü aydınlatan güneş değil yıldızlardı. sanki gök kubbe koyu mavi bir perdeydi ve bir ışık aydınlatmasıyla yeryüzüne süzülen beyaz ve sarı ışıklar onun eskimişlikten açılan delik aralıklarından dünyayı aydınlatıyordu. bana at gözlüklerini anımsattı. sadece yansımasının düştüğü yeri aydınlatan bir yıldız ne verebilir ki… kendime bir tanım yapamıyorum bu rüyam hakkında ama yalancı olan güzel bir şeyleri fısıldadı. şimdi emin olamadığım şey ise bu bir rüyamıydı yoksa ruhumdaki beni olanca gücüyle ezen baskının bir oyunumu? uyumuş olduğumu anımsamıyorum. sanki yatağımın üstünde, havadaydım. altımdaki yatağımın varlığını bile hissetmiyordum. yattığım yerden doğrulup bir süre kımıldamadan durarak hala aynı yerde olduğumun huzurunu bulunca kalktım. bu gece ay ışığının dahi yansımadığı karanlık odamda sanki takılabileceğim küçük şeylerin varlığını hissederek bir mayın tarlasında ilerlemeye çalıştım; titrek adımlarla cama doğru gittim. bacağımı masanın sivri köşesine çarpınca can acısıyla biraz durakladımsa da pencereyi hemen açtım. karanlık bahçemden içeriye dolan serin havayı ciğerlerime sanki ilk defa nefes alır gibi doldururken gözlerimi gökyüzüne çevirince yaşadığım şu son dokuz ayın içerisinde hayatımda değişmeyen tek şeyin gökteki yıldızlar olduğunu fark ettim. öyle ki inanmak zor ama kendimin bile değiştiğini fark ettiğim zaman akışında yalnızca onları en önce benim gördüğüme inanmak istediğim üçgen yıldızlarımın varlıkları en büyük yoldaşım oluyor, sıcak bir avuntuymuşçasına. onlar yalnızca milyonlarca kilometre uzaklardaki birer gök cismi olsalar da her şeye rağmen tanıdık gelen ve aşinalığın güvenini hissettiren tek varlıklar. sanki bazen saklanan birer gölge gibi.
ve şimdi nereye gitsem gündüz görünmeseler de geceleri –asıl gereken vaktidir zaten- ortaya çıkıp beni takip edeceklerini bilerek beynime yerleşmiş olan; ve tekrar beynime yerleşmeye başlayan buradan –da- ayrılma düşüncelerimde bana cesaret veriyorlar. ama yine de aklımı kurcalayan bir şey; mevsim nedeniyle muhtemelen önümüzdeki birkaç ay daha onlardan aldığım huzur ve güven frekans dalgalarının arada bir açık görüşe izin verseler de bulutlar vasıtasıyla uzunca süreler kopması beni bir süre daha burada tutabilir. çünkü onlarsız yola çıkmak istemiyorum. ancak oğuz amca gece yola çıkmama izin vermeyecekte olsa mevsimin dönmesini bekleyeceğim.
sanırım oğuz amca kışı bitirmek konusunda yine kendisini dinlediğimi düşünecek. benim için böyle düşünmesi daha iyi zaten. nede olsa ona burada sırf yıldızlar için kaldığımı söylersem bu sefer de eğer benim deli olduğumu sanmasa da kesin bana alınır ve küser. burası artık ne kadar benim evim gibi de olsa yine de böyle bir elektriğe dayanamıyorum ve dışarı atmak istiyorum. ayrıca o ‘uyuz kedi’ benzetmesini de unutmuş değilim. bu konudaki alınganlığım çoktan geçti! ancak; burnumda kabuk bağlayan yarayı soyduğum için ince ve uzun, pembe bir yara izi kaldığı için İhsan benimle alay edince ben kendimi savunmaya çalışsam da bu biraz çocuksu bir avuntudan öteye geçemeyip şöyle bir şey olunca;
— ne var ki, dizlerim ve dirseklerimde de yara izleri var. yufka yürekli patronum cevabımı pek kayda değer bulmadı ve İhsan’ın karşımda baskın çıktığını görünce ona yazın güneşinde sadece bir gün durmamın bu izi yok etmeye yeteceğini söyleyince o tarafsız olduğunu anlayıp sustu. ve yine benim koltuklarım kabardı. birçok huyum hala varlığını koruyor ama tartışmalarda illa haklı taraf olma ısrarımın asla değişmeyeceğine adım gibi eminim. adım dedim de son zamanlarda rüyamda karanlığın içinde bana başka bir isimle seslenildiğini duyar gibi oluyorum ve çok ürküyorum. ve kendime geldiğimde gözümün önündekilerin yavaşça silinmesiyle biylikte ortada sadece kocaman bir gülüş kalıyor ve o da sanki suda eriyor aynı cheshine kedisi gibi. alaycı kocaman bir gülümseme. bir şeyler benimle dalga geçiyor ve bu bence benim bilincimden başka hiçbir şey değil.
ve bazen; içimden bir felakete uğramışçasına çığlıklar atmak geliyor. bugün öğrendim altını neden sevmediğimi; bir inka inanışına göre ‘altın’ güneşin teriymiş. güneş ve gündüzden oldum olası rahatsız olurum ama biran önce sabah olmasını istiyorum bu gece. yüreğim gittikçe ağırlaşıyor. ve içinde ne olduğunu bilmeden büyüttüğüm şeyin bir korku yumağı olmasından şüphe ediyorum. ya da zaten en büyük korkulardan biri olan ÖLÜMÜ. ve onu sevmeye başlıyorum. bir şeyler yaklaşıyor.
cheshine kedisi