- 627 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
SORULARIN ÖZÜ
Tren, istasyona girmekle girmemek arasında tereddüt ederken, dışarıda yağan yağmura aldırmadan Haydarpaşa’dan Kadıköy’e inen yokuşu arşınlıyordu. Kafasındaki bulanıklık havaya, oradan da tüm şehre nüfuz etmişti sanki. Alaca grilik içinde dudaklarından sadece senin adın dökülüyordu:
-- Lale, Lale, Lale…
Cevap vermekten korktuğu için bir türlü soramadığı o soruyu ben sordum ara sokakta oturduğumuz o kahvede:
-- Neden?
Donup kaldı garibim, hiç beklemiyordu belli ki. Senin yokluğunu kavrayamadan daha bu soruyu cevaplamaya yüreği elvermedi. Gözleri, tiftiklenmiş kadife masa örtüsüne takılı, öylece kalakaldı. Sonra birden fırladı yerinden. Biliyordum nereye gittiğini. Bir çırpıda aldık soluğu Adalar iskelesinde. Dışarıda yağmur, İrfan’a uyarlanmış ruh halini tasdik ederek ıslatıyordu sokakları. Hiç bir şey söylemeden vapur tarifesine bakıyordu. Omuzlarından tutarak salladım onu. Gözlerime baktı, ta içine hem de. O zaman anladım işte, senin nasıl bir kötülükle onu kendine bağladığını. Kötülüktü yaptığın, başka bir isim veremedim buna. Hala da veremem. Sorduğum sorunun cevabını İrfan vermedi bana hiç, ya da veremedi.
Şimdi bana aynı soruyu sen soruyorsun aynı acımasızlıkla:
-- Neden?
Bilmem; bana niye soruyorsun bu soruyu? Ben sen değilim ki cevabını bileyim bu sorunun. Sen bilebilirsin ancak, sen söyleyebilirsin bana beni ne kadar, İrfan’ı ne kadar istediğini. Bana yakın olmak için kardeşimi ne kadar kullanabildiğini ya da kendine bu halinle ne kadar tahammül edebileceğini. Artık soruların özünü kendi özüne açma vaktidir. Elveda…