Öykü Taşıyan Gemiler..
çatıya düşen yağmur damlaları, cama vuran korkunç gölgeli ağaç dallarının çıkardıkları gürültülerle uyandığında nerede olduğunu hatırlayamadı Ufuk bir süre.
Uzunca bir süre yattığı yerde kafasını toparlamaya çalıştı. Dışarıdaki gürültülü şimşek çakmalarının ışığı penceredeki battaniyenin aralıklarından içeriyi kısa süreli aydınlatmaları odadaki sade divanı ve işe yaramaz eski bir dikiş masasını ışıklandırıyor ve daha sonra yerini gölgeli bir karanlığa bırakıyordu.
Yavaşça doğruldu. Ayağa kalktığında kafasına ani bir yumruk yemiş gibi oldu. Birden şiddetli bir ağrı saplanmıştı beynine. Tekrarlayan kısa süreli bir duraklamanın ardından karanlıkta cama doğru ilerledi. Perdeyi aralayınca havanın henüz aydınlanmamış olduğunu gördü. Bu baş ağrısı geçecek gibi değildi. Eliyle duvarları yoklayarak kapının yanındaki elektrik düğmesini buldu.
Buraya en son küçük bir çocukken gelmiş olmasına rağmen her şeyin yeri o sanki daha dün bırakmış gibi hafızasında canlıydı. Öyle ki anneannesinin kapının arkasını asıp bıraktığı ‘rahatlık’ tulumu bile olduğu gibi duruyordu. Bu bir tür işçi elbisesiydi ve genç adam eğer onu şimdi bile giyerse hayatında oyun oynamak haricinde daha başka her şeyinde o denli rahatlayıp esneyeceğini hissetti biran. Hala burada duran çocukluğu sadece biraz tozlanmıştı. Elini ister istemez ona uzatınca güveler odada uçuşmaya başladı. Onlardan ürküp geri çekilince gözü duvardaki eski saate takıldı ve pantolonu tekrar yeni sahiplerine bıraktı. Saatten hala tik tak sesleri gelmeye devam ediyordu. O saatin bunca yıl sonra bile nasıl çalıştığına şaştı biran. Ancak az sonra onun enerjisini güneş ışığından aldığını hatırlayınca aslında burası hakkındaki hafızasına bu kadar güvenmemesi gerektiğini düşündü. Bu çocukça gerçek aslında birazda üzdü genç adamı. Çocukluğu sağlıklı geçmişti. Ne olduysa Irmak’tan sonra olmuştu. Ama yinede üzerinden yirmi yılı aşkın süre geçtiğini düşününce gizli, garip bir teselli duydu içinde. Yani hiç değilse anneannesinin hatıralarına ihanet etmemiş oluyordu.
— Durmamış ama vakti şaşırmış anlaşılan. Diye mırıldandı kendi kendine saatin on ikiyi gösterdiğini görünce. Bir süre ne aradığını unutmuş gibi odada dolandıktan sonra kolundaki saatine baktı. Oda aynı zamanı gösteriyordu. Kendi kendine;
— Allah Allah. Dedi. Tarihte 25 değil 26 aralığı gösteriyordu.
Tekrar yatağına döndü.
— Duvara öyle yaslanma, sırtına bir yastık koy. Diyen sesini duyar gibi oldu. Gözleri nemlenmiş halde yastığa yaslandı, tekrar üzerini örttü ve bugün olanları düşündü.
Bir önceki gün mahkemenin sonuçlanmasını beklerken hâkim çocukların velayetinin kime verileceği kararını daha netleştirmek için süreyi bir ay daha uzatmaya karar vermişti. Ona göre ne olacağı zaten şimdiden belliydi ancak genç doktor bu konuda oldukça kararsız ve de kolay teslim olacağa benzemiyordu. İpek’e hak vermiyor değildi ancak çocuklara kendisinin de ihtiyacı vardı. Aynı kız kardeşi gibi onunda sevgi ve güvene ihtiyacı vardı ancak her iki duyguyu da sadece çocuklarda bulabiliyordu.
Geceyi yine buruşmuş kıyafetleriyle otel odasında geçirdikten sonra sabah işe de geç kalmıştı. Acele etmek aklına bile gelmeden tıraşsız ve dağınık bir halde ofisine gelince sekreteri patronunun onu odasında beklediğini haber verdiğinde bunu duymaktan hiçte memnun olmamıştı.
— Şimdi mi? Dedi.
— Evet efendim. Diye yanıt verdi müdürünün gittikçe daha da dağınıklaşan kıyafetini inceleyen Sevinç.
— Bari bir kahve içseydim önce. Artık buna da müsaade yok demek. Diye söylenerek patronunun odasına yöneldi. Kapıya yaklaştığında dün ve bugün sabah katılması gereken toplantıları hatırladı. Yapacak bir şey yoktu. Bahane ve geçerli olan tüm söylenecekleri çoktan tüketmişti bile. Kapıyı vurmak üzereyken üzerinin perişanlığını hatırladı. Yukarıdan bakıldığında bile berbat göründüğü belli oluyordu. Koşarak tuvalete yöneldi ve aynanın karşısına geçip biraz abartılı şekilde kırışmış olan gömleğini elleriyle düzeltmeye çalışarak yine pantolonunun içerisindeki yerine yerleştirdi. Kravatını düzeltip saçlarını elleriyle bastırdı ve ceketini çekiştirerek patronunun odasına yöneldi tekrardan. Bir yandan da söyleniyordu yine.
— Ne vardı sanki ceketle uyuyacak. Hiç değilse kapatırdı gömleğimi.
— Gel. Kapıyı aralayıp zayıf bir ses tonuyla;
— Gelebilir miyim efendim? Dedi.
— Gel dedim ya Ufuk. Dedi patronu.
Sessizce içeri girip aynı şekilde konuşmaya başladı. İçeride sanki uyuyan birisi varmış gibi çekingen davranıyordu elinde olmadan. Karşısındaki masanın önünde ellerini göbeğinin hemen altında birleştirmiş onun keskin bakışlarının hedefi olarak bekledi bir süre. Karşısındakinin onu uyaran hafif öksürüğünü duyunca;
— Şey efendim, biliyorsunuz boşanıyorum. Dedi.
— Bunu bilmem bir şeyi değiştirmiyor Ufuk. Dedi. Patronu sert konuşuyordu.
— Sana daha önceleri de anlayışlı davrandım biliyorsun. En azından öyle sanıyorum.
— Evet efendim.
—Ama şu son iki gün önemli toplantılarımızın olacağını sana bir hafta önceden bizzat hatırlattığım halde iki günde de senden eser yoktu. Bu gerçektende büyük bir sorumsuzluktu. Çünkü genç adam büyük bir holdingin gıda sorumlusuydu.
— Onu da mı kaçırdım? Dedi, sessizce. Bu daha çok kendisine bir söylenmeydi.
— Evet. Anlıyorum, yuvan dağılıyor. Hatta samimiyetimizden dolayı bu lafın bile seni ne kadar incittiğini dahi biliyorum, ama Ufuk bu yine de sana sorumluluklarını unutturmamalı. Yetişkin bir insansın ama tam tersi gibi davranıyorsun. Ee, bizi çok zor durumda bıraktım. Konumunu biliyorsun. Burada mutlaka olmalıydın. Muhasebeye talimat verdim. Hesabını kestirdikten sonra istediğin kadar dağıtabilirsin.
— Yani..
— Evet. Olmak zorundaydı. Bir binayı tek bir kolonun çatlakları dahi yıkabilir ve biz bazen dostluktan önce çıkarlarımızı düşünmek ve gerektiğinde önceden müdahale etmek zorundayız.
— Ama efendim biliyorsunuz.
— Evet Ufuk, biliyorum. İstersen bu konuyu daha fazla uzatmayalım. Şöyle bir düşünürsen zaten doğrusunun da bu olduğunu anlar bize hak verirsin. Dışarıda senin yerinde olabilecek birçok insan var. Ve onların gerçek meslekleri de bu olabilir. Gazeteye ilan verdirdim bile.
— Peki efendim.
— Yolun açık olsun. Unutma, arkadaşız. Bir sorunun olursa ben yine buradayım. Sadece..
— Biliyorum. Çok naziksiniz. Müsaadenizle.
İçinden bu adama küfürler ederek kapıdan çıkıyordu. Odadan çıkınca ne yöne gideceğini kestiremez bir kararlılıkla olduğu yerde durdu. Etrafına bakıyordu. Yıllardır çalıştığı bu şirket biranda yabancılaşmıştı, sanki. Fütursuzca odasına yöneldi, sekreterine hiç bir şey demeden içeri girdi ve kapıyı biraz şiddetli kapattı. Tekrar etrafına bakındı.
— Şeytan diyor tazminat mazminatta alma gururlu git, utandır şu adamı. Tekrar kapıya yöneldi. Dışarı çıkınca masasının önünde durarak Sevinç’e baktı. Genç kız ayağa kalktı ve hafifçe başını eğdi.
— Üzgünüm efendim. Dedi, sessizce.
— Gazetelere ilanları da sen veriyorsun dimi?
— Evet efendim ama inanın..
— Biliyorum, yorma kendini.
Hızlı adımlarla ilerleyerek kendisini biran önce sokağa attı. Bir süre caddede yürüdü.
— Şimdi ne yapacağım peki? Diye defalarca sordu durdu kendisine. Şimdi her şey daha da karmaşıklaşmıştı hayatında. Bunu İpek’e de izah etmeliydi. Bir kere yeni bir ev açmalıydı. Sonra yalnız olsa mesele değildi ancak oğlunu da yanına almayı da umuyordu. Bunun ona da annesine de eziyet olacağını bildiği halde. Ona dadı da tutmalıydı. Üstelik şimdiden sonra devlet okuluna da gönderemezdi. Ya derhal yeni bir iş bulmalıydı ya da oğlundan vazgeçmeliydi. Kızı zaten daha çok küçüktü. Her şey, yeniden kurulması gereken hayat kafasında kocaman soru işaretleri bırakıyordu. Köşeyi döndü, yağmur hızını artırmaya başlarken kapıdan içeri girdi.
Kendisini derhal sıcak suyun altına atmasaydı bütün vücudunun giderek daha da betonlaşacağından korktu biran. Felç geçirdiğini bile düşündü bir ara. Suyu uzunca bir süre yüzüne tuttu. Duştan çıktığında giymek için bir şeyler aradı. Bulamayınca bornozunun kemerini sıkarak ne kadar kıyafeti varsa hepsini bir bavula topladı. Kirli torbaları aklına bile gelmiyordu. Her şeyinden olan birçok insanda olduğu gibi şimdi ufak şeyleri bile kar sayıyordu.
— İyi ki dönüp sonradan valizimi almışım. Kapının önünde kat görevlisinin sesini duyunca elindeki kocaman şeyle hemen o tarafa gitti. Kapıyı üzerindeki bornozla açtı. Görevli karşı odadaki bayanla kapının önünde bir şeyler konuşuyordu. Kadının bakışları Ufuk’un çıplak bacaklarına kayınca o da arkasını döndü. Genç adam elindekini yere bırakarak onu işaret etti.
— İçindekiler temizlenecek. Dedi, kapıyı kapatmak üzereyken; temiz bir şeylerde gönder. Dedi.
— Takım mı olsun efendim. Aralık kapıdan tekrar kafasını uzattı.
— Hayır, şey olsun kadife pantolon üstüne de bir şey.
— Ayakkabı efendim. Bu adamın fazla soru sorduğunu düşündü.
— Hayır. Dedi. Kapıyı kapatırken tüm sakinliğine rağmen onun çokbilmiş olduğunu düşünmeden de edemedi.
Odaya döndüğünde karşı kapının da kapandığını duydu. Aynaya doğru ilerledi. Kendisini görmeye tahammül edemeyerek balkona döndü. Kapıyı açtığında soğuk havanın biranda içeri dolmasına aldırmadan demir korkuluklara ellerini yaslayarak İstanbul’u izlemeye koyuldu. İnce ince yağan yağmur ve bu şehrin kışına özgü gri pis havasının oluşturdukları katman kıyıdan açılan tekneleri biraz ilerlediklerinde göstermiyordu. İstanbul yine de güzeldi. Irmak bu şehrin sadece bu havasını severdi.
Soğuktan iyice ürperince tekrar odasına dönüp kapıyı kapattı perdenin arkasından bir süre daha şehrin uzak gölgelerini izledi. Karşıdan yalnızca suyun üzerinde kayan gölgeler gibi yansıyan şehirlerarası yolcu vapurlarını görünce aklına ister istemez çocukluğu geldi. Ondaki bağlantı parçası bu gemilerdi. Onlar Ufuk için de Irmak içinde öykü taşırlardı. Çocukluklarında her Yalova’ya gidişlerinde isimleri birbirinden farklı ama hep ’kaptan’ la başlayan gemilerin yolcu taşımaktan başka bir görevleri daha vardı ki bu çok ilgi çekiciydi. Onlar öykü taşırlardı. Anneannesiyle Çınarcık vapuruna binip Yalova’ya gidişlerini anımsadı. Dedesi hep önden gider onlar gelmeden ölü örümcek, sinek ve canlı akrepleri temizlerdi. Ev çamur, ağaç karışımından yapılmış basit ama şirin bir köy eviydi ve buradan haşereler hiç bir zaman eksik olmazlardı. Birde fareler. Ufuk her seferinde de onu uyarırdı.
— Dede bak, bahçedeki yabani otları birlikte temizleyeceğiz. Ben yuvarlak bıçağı kullanacağım. Onlara dokunma tamam mı? Ama o yakan otları temizleyebilirsin. Onlar yakıyor.
— Olsun, bizde çamur süreriz.
— Evet, evet. Çamur geçiriyor. Sen bilmiyor musun akıllım. Diye ukalalık yaparak atılırdı Irmak.
— Söz dimi bende geleceğim.
— Evet.
— Evet ne?
— Evet, geleceksin.
— İnanmıyorum. O zaman anneannem benimle kalacak bu gece. Diye ısrar eder ve zavallı kadın o geceyi her seferinde onun yatağında kolundan sıkıca tutulmuş halde geçirirdi.
— Sana mecbur muyum ben? Der her seferinde de aynı cevabı alırdı.
— Evet, mecbursun.
Gülümsediği halde gözleri nemlenmişti. Tekrar yatağına döndüğünde kendisini boş bir çuval gibi bırakmadan önce uzandı radyoyu açtı. Yaptığıyla Irmak’ı anarak huzurlu huzursuz bir uykuya daldı.
Uyandığında henüz öğle oluyordu. Gökyüzü sabahkine nazaran biraz daha aydınlanmıştı. Aralanan kara bulutların arasından güneş ışık oklarını denize saplıyordu. Hala bornozlu dolaştığını fark etmedi bile. Bugün haftanın dördüncü günüydü, yani tam ortası. Ancak dışarısı garip bir şekilde sessiz, sissiz ve sakin görünüyordu. Bugün denizin berraklığına hayret etmemek imkansızdı aslında bir yabancı için. Çünkü onlar belki de İstanbul’un dört mevsimin bir arada yaşandığı bir kent olduğunu bilmiyor olabilirlerdi ve sabahki karanlığın ve boğucu havanın ardından şuan görünenler ilginç gelebilirdi. Neredeyse karşı kıyı seçiliyordu. Bugün ki rutin yolu üzerinde tekrardan gidip gelmeye başlamıştı işte. Balkona çıktı.
— Belki de sadece içim sıkılıyordur ve aslında hala dahi bana hiç bir şey karşı değildir. Diye düşünürken. Pencerenin ardından güzel görünen bu şehir birden bire tekrardan karardı sanki garip bir şekilde. Havada değişik bir koku vardı, sanki soğuk gelen. Anımsadı, işten kovulmasının üstüne hala kaldığı bu otelde atıldığı holdinge aitti ve kendisini artık burada da rahat hissetmiyordu.
Kıyafetlerini alır almaz caddedeki tatlıcıya gitti. Acıktığında canı her zaman tatlı isterdi. Buradan çıkmadan karısı Elif’i aradı. Onunla konuşması gerekiyordu. Artık durumunda küçük bir değişiklik daha olmuştu. İşten atılmıştı ve yinede oğlunu almak istiyordu. Birkaç saat sonra akşam yemeğinden hemen önce onunla aynı tatlıcıda buluştuğunda tüm sakin olma çabalarına rağmen tartışmaya daha ilk karşılaştıkları anda başlamışlardı. Onu kapıda karşıladıktan sonra tekrardan hala dolmamış olan cam kenarındaki aynı masasına döndüler. Ufuk’un böyle takıntıları vardı. Irmak gibi değildi. O her seferinde birbirine benzer ama aynı olmayan yerleri seçerdi. Ufuk ise aynı yerde sabitlenir kalırdı. Camdan izledikleri kendine has özellikleri olan şehrin bu en köklü caddesi de gittikçe kalabalıklaşıyordu. Üniversitedeki güzel günlerini ikisi de çoktan unutmuş görünüyorlardı. Ufuk bunu daha çok kendi nankörlüğüne bağlıyordu. Oysa bu kız değimliydi kardeşini kaybedip de hayata küstüğünde onu yeniden canlandırmaya çabalayan. İkisi de aynı bölümde okuyordu ve bunlardan birisi yanlış tercih yapmış olabilirdi. Elif, aylarca ona bunu anlatmaya çalışmış o ise sırf kendi tedavisi için bu branşta bencilce ama yanlış yol izlemekte ısrar ediyordu. Onun bu eğitimi alması gereksizdi. Yapması gereken sadece içindekileri bir uzmana anlatmak ve yardım almaktı. Bunları gizleyip bu halde geleceğin kendiside henüz tedavi edilmemiş bir doktoru olmak değil. İşte bu yüzden genç kadın yıllarca onunla ilgilenmiş, uğraşmış ve artık pes etmişti. Şimdi bu yüzden buradalardı.
İşten ayrıldığını sadece dürüstlüğünü kaybetmemek için sonunda söylediğinde tartışmaları artık işin içinden çıkılamaz bir hale gelmişti. Bulunduğu mekanın hemen karşısındaki takıcıların bulunduğu ara sokaktan tekrar kaldığı otelin önüne çıktı. Gittikçe hızlanan adımlarını durdurmaya hiç niyetli değildi ancak içerden alacağı birkaç şey vardı. Ceketi gibi.
İşte buraya nasıl geldiğini şimdi anımsıyordu. Nasılda hırslı çıkmıştı yola. Resepsiyona sadece gündüz temizlemeye verdiği kıyafetleri daha sonra aldıracağını söyleyip saatini öğrendiği ilk vapura yetişmeye çalışarak hızla oradan ayrıldı. Otoparktan arabasını da almadı ve bir süre taksiye de binmeden günün son vapuruna yetişmek için ilerledi. Bundan her zaman korkmuştu, ama işte gidiyordu. Kız kardeşini bu yüzden içten içe kıskanmıştı da. Ondaki gerçek cesaretti. Az sonra yorulup ta üşümeye başlayınca bir arabaya atladı. Gemide ise en ıssız neresi varsa oraları seçerek ve durmadan yer değiştirerek bir saat on dakikalık yolu saatlerce sürmüş gibi hissederek sonunda bitirdi. Yere indiğinde etrafına şöyle bir bakındı. Ne kadar yıllardır gelmemiş olsa da ve gece dahi olsa ve ne kadar gelişmek adına değiştirilirse değiştirilsin o Çınarçık’ı her zaman eklerine ve eksiklerine rağmen sülietinden tanırdı. Bu saatte dolmuşlar çalışmazdı herhalde artık. Tekrar bir taksiye atladı. Şoför bu saatte Laledere köyüne gideceklerini duyunca ilk başta tereddüt etti ancak adamın tipi tamam yorgun gibiydi ancak yine de ona hiçte öyle soyguncu gibi görünmüyordu. Asfalt yoldan çıkıp ta köy yoluna girdiklerinde aracın sarsıntısına aldırmadan gözlerini kapattı. Oysa buraların manzarası için canını verirdi normalde olsa. Kiraz ve elma bahçelerine hiç bakmadığı halde havanın kokusundan bile şuan nereden geçtiklerini tahmin edebiliyordu. Dökülmüş ve ıslanmış ta olsalar buralar kendi kimliklerini bas bas bağırırlardı. İşte elma bahçesinin önündeki ‘piçerik’ buradayım diyordu. Geçen onca yıla rağmen. Irmak’ın gidişiyle birlikte o da buralara küsmüştü. Onun ilk kaybolduğunda kesinlikle burada olduğunu düşünüp. Aslında hiç bir yerlisini tanımadığı halde sadece yazları kendileri gibi büyükanne ve babasının peşine takılarak İstanbul’a buraları tercih eden kendilerinden birkaç yaş büyük olan tek arkadaşlarını aramış ve ondan evi ve çevreyi kontrol etmesini rica etmişti. Oysa bilmeliydi Irmak bu sefer çok ciddiydi. Onun hastanede olduğunu oysa daha o gece gelen telefonla öğrenmiş olmasına rağmen kendisinden de şüphe edeceği bu hareketi yapmıştı işte. Irmak evden kaçmak için çıktığında daha çok fazla uzaklaşamadan kaza geçirmişti ancak Ufuk onun şuan nerede olduğunu bildiği halde kız kardeşini Yalova’da arıyordu.
Eski evin önüne geldiklerinde birden durmasını söyleyerek şoförün birden fren yapmasına neden olmuştu. İndiğinde burasının geçen zamanla birlikte ne kadarda eskiyip yıprandığını ve her yanı yabani otların kapladığını üzülerek gördü. Ama işte anılar buradaydı. İşte şu evin yarısını ve bahçe girişini tamamen örten yaşlı ceviz ağacının hemen dibini araç otoparkı olarak kullanırlardı. Kız kardeşiyle birlikte evin üst katının yerlerinin yeniden yapılması için yıkılıp ta alt katla birleştiği zaman buradan çıkan toprakla nasılda ağacın etrafını taşlarla çevirerek ona çok büyük bir saksı yapmışlardı. Başı öyle dönüyordu ki hemen dışarıda bulunan eski tahta kapılı tuvaletin önünden geçerek evin etrafını dolaştı ve ikinci katın girişine ulaşmak için çıkılan altı basamaklı eski titrek merdivenden yıkılmasından çekinerek çıkarak elini kapının hemen üzerindeki yarısı yere iyice eğilmiş olan yağmurluğun oyuntusundan içeri soktu. Paslanmış asma kilidin anahtarını buldu ve aslında bir omuz atsa yıkılacak olan tahta kapının kilidini onu yıkmaktan daha zor olacak bir çabayla uğraştıktan sonra sonunda açtı. Yabani incir ağaçlarının dalları neredeyse bu eski kapının aralıklarından evin içine kadar gireceklerdi. Burası kim bilir kaç yıldan beri açılmıyordu. Dayıları sevmezlerdi burayı. İçeri girince direk ceviz ağacının gölgeleriyle kararttığı odaya yöneldi ancak burasının tahta çatısı yarısı yine açılmıştı. Mecburen mutluyken kalmayı tercih ettiği aydınlık odaya yöneldi. Alt kata inen yerdeki kapağın önünde durdu biran ve silkelendi. Bu sefer erken uyanmıştı bu hüzün uykusundan. Odaya girdi, lambanın hemen altına çekilmiş olan yüksek divanın üzerine anneannesinin farelerin yememesi için özenle istiflediği tüm yatak ve halıları diğer odaya taşıdıktan sonra divanı duvarın dibine, eski yerine itti ve üzerine bin türlü eşyanın depolanmasına rağmen bozulmasına gerek kalmadan hazır bırakılan yatağın içine girdi hemen. Karşı bahçedeki armut ağacının dallarının arasında kalmasına rağmen arada bir yanan sokak lambasının ışığı gözüne çarpıyordu.
— Durur durur benim karanlığı istediğim zaman yanar bu da. Diyerek eline geçirdiği ilk battaniye ile duvara çakılan çivilerin üzerine öylesine sabitlenmeden bırakılmış olan kornişlerin üzerine atarak kararttı odayı. İşin garibi eve girdiğinden beri sanki yıllardır buraya gelmeyen kendisi değilmiş gibi her şeyi ezbere yapmıştı. Sanki o yüklüğü daha dün kendisi yapmış ve bugün yine kendisi bozmuştu. Bu evin çok eski olmasına rağmen ve zangır zangır titremesine aldırmadan sert adımlarla hareket etmiş ve yatağa tekrar girdiğinde sadece onun canını yakmış olduğunu düşünerek uyumuştu. Belki yıllar sonra evi ağlatmıştı. Ev artık bu evin sahiplerini ikiye ayırmış olmalıydı; hayırsızlar bir yana hoyrat kullananlar bir yana. O da tıpkı Irmak gibi eşyaların yaşlandıkça canlandıklarını düşünür ve buna neredeyse inanırlardı. Bu aslında daha çok Irmak’ın değil de onda yaşayan Aylin’in düşüncesiydi. Ama Irmak’ı çoğu yerde Aylin yönetirdi ve bunu sadece kendisi bilirdi. Bunlar iki ikiz kardeşin aralarındaki ufak sırlarıydı. Ve işte Ufuk’ta kendisini Irmak gibi geçmişe hapsetmişti. Son ana kadar ömrü artık burada bu eski evde yalnız geçecekti… dönülmez gönüllü sürgün yolculuğu için çoktan yola çıkmıştı bile.
Bu sabah kendisini yine Irmak gibi hissediyordu. Lale dere’ye ilk geldiği günden sonraki günleri neredeyse hiç hatırlamıyordu. Tabi arada iki kere İstanbul’a gidip bazı eksikleri halledip – yani sanki bir işi varmış gibi İstiklal’de gezip burada artık yapacağı hiç bir şey kalmadığına karar verdikten sonra çocuklarını görmeden- dönüp artık buralı olduğuna karar vermesini ve bu eski evi tamir ettirmenin haricinde. Birde tazminatını almaya karar vermişti. Çünkü artık kararını vermişti. Çınarcıkta bir ofis açacak ve mesleğine şimdi başlayacaktı. Bu parayı da onun için kullanacaktı. Ancak bu evde onu yenilemiş değil de sadece yıkılan yerlerini tamir ettirdiği için midir bilinmez içinde kendi dertlerinin haricinde derin bir hüzün duyuyordu. Belki evin şeklini biraz olsun değiştirseydi her an bir yerden büyük annesinin çıkacağını hissedip delirme noktasında hissetmeyecekti kendisini. Bunun yerine şimdi evden tamamen çıkıp kimseye danışmamasına rağmen eskiden sabah kahvaltılarını yaptıkları ikinci yeni betonun üzerine sadece bir odadan oluşan bir ev yaptırıp oraya sığacak ve bu evi birkaç metre karşıdan seyredecekti. Gerçi odanın yolu kapayan ulu ceviz ağacına bakan tarafındaki camı bu eski evin hemen çatısından sadece yarım metre açıkta olacaktı ama bundan eskiden de hoşlanırdı. Yani bu üzerinde her yanı hatta muhtarın yandaki eski evinin duvarıyla birlikte çatısını bile saran asma ağacının yerindeki eski yıkık odadan da çok hoşlanırdı. Ve şimdi kökü birkaç metre açıkta başlayan sık ormanı andıran dik bahçedeydi zaten ama yinede yıllardır betonun üzerine doğru eğik büyümüş olan ağacın yönünün ev yapılana kadar değiştirilmesi gerekiyordu ve Ufuk başka hiç bir derdi yokmuş gibi gelecekte yaptıracağı oda yüzünden rahatsız olacak bu ağaca üzülür olmuştu. Ama ev yapılır yapılmaz onu tekrar eski yönüne yatıracaktı.
Çınarcık’ta iskeleye yakın denize sırt çevirmiş ikinci kat bir ofis bulmuştu bile çoktan. Yani İstanbul’a gidip gelirken orayı gözüne kestirmişti. Ancak hala hiç bir atılımda da bulunmamıştı. Şuan kabul etmek istemese de aslında yine Elif’e ihtiyacı vardı. Aslında sadece o rahatlatabilirdi kendisini ancak eski eşinin buna hiç tahammülü kalmamıştı ve sanki çok önemsiz bir şeymiş gibi üzerinde pek düşünmese de İstanbul’a geçen ay içinde bir kez de boşanmak için gitmişti. Elif ise ona açık açık kendisini en azından bir süre görmemek istediğini söylemişti. Çok yorulmuştu çünkü. Çocuklar sebebiyle zaten uzun yıllar bağlarını hiç koparamadan, sanki birlikteymiş gibi yaşamaları gerekecekti zaten. Hiç değilse şimdilik bir süre onu görmemeliydi. En azından kafasını toparlamak ve nasıl davranacağını kestirebilmek için. Hatta Ufuk hiç bir fikrini söylememesine rağmen velayet davaları da sürüyordu ve Elif özellikle bu süre zarfında eşiyle yüz yüze görüşmeyi zaten reddedecekti. Çünkü bu fikri tartışmak bile genç anneye çok ağır geliyordu. Oysa Ufuk bir anda sanki çoktan her şeyden vazgeçmiş gibiydi. Hatta dava sonuçlanana kadar çocukları hafta sonları ve bazı akşamları da görebilme hakkı tanınmasına rağmen onları daha bir kere bile görmeye gitmemişti. Elif’le de görüşmemiş sadece annesi aracılıyla ona uzakta olduğunu bildirmişti. Şimdi tek derdi Irmak’ın tabiriyle ‘düzensiz bir düzen’ oturtmaktı. Sadece kendisinin anlayacağı türden bir şey.
Bazı rahatsızlıkların otuz yaşından sonra meydana çıktığını biliyordu ve aslında mesleğini yıllarca yapmamasına rağmen en azından bilimsel makaleleri okuyor ve gelişmelerden haberdar oluyor ve aslında okulda öğrenip de doğru bildiklerinin nasılda bir bir yanlış ya da en azından eksik çıktıklarını anlıyordu. O zamanlar kendisine göre bu mesleğe asla geri dönmeyecek olsa bile hem evde Elif’le rahatça tartışabilmek hem de kendisinin de bir baba olduğu için kendisini sürekli geliştirmeye çalışırdı. Bunu iyi ki yapmıştı yoksa şimdiden sanki yıllar önce emekliye ayrılmış yaşlı bir doktor gibi hissederken öyle yapmasaydı hali ne olurdu bilemiyordu doğrusu. Geçen gün onun üstünlüğünü her zamanki gibi kabul ederek eski eşine boşanmalarının hemen ardından bu konuda tam olarak hazır olmak için ne yapması gerektiğini sorduğunda onun şaşkınlığına ve ben biliyordum ifadesini yansıtan sesine rağmen ona bu konuda hatırlatma amaçlı ya da gelişmeleri aktaran eğitici seminerler ve kurslar olup olmadığını sordu. Aldığı cevapla üç gündür şehir şehir ve üniversiteleri gezerken kendisini kampa almış bir seyyah olmuş çıkmıştı. Üçüncü günün sonunda son seminerin Van’da Yüzüncü Yıl Üniversitesinde son bulmasıyla geceyi bile orada geçirmeden önce uçukla İstanbul’a sonrada feribotla Yalova’ya ve en sonda yine taksiyle Lale dere’ye döndüğünde evini çok özlediğini biliyordu. Gerçi seminerlerin son beşine son üç günde yetişebilmişti ancak ofisi açılana kadar kendisini büyük ölçüde tamamlayacağını biliyordu. Hem birazda yeni mezunlar gibi pratik yaparak tamamlanacaktı. Ancak yinede kimseye zarar vermemek için üniversitedeki hocasının arayarak çoklu terapilere izleyici olarak katılmak istediğini bildirdiğinde karşısındakinin olumlu ve eski bir öğrencisini ağırlayacak olmaktan memnun telefonu gecenin bir vakti kapatmasıyla yorgun ama rahat bir uykuya dalmıştı bile şimdi. İşte şimdi hayat yine kendi sıradanlığını tekrardan kazanıyordu. Herşeyi değişmiş, bazıları ise elden girtmiş olsada..