- 645 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Suri ve İseyra
Yine yağmur kahretsin.. Yetmiyor sanki gözlerimin ıslanması dünyaya. Bedenimi istiyor avucunda boğmak için... Daha fazla tıkılıp kalamam dört duvar arasında… Çıkmalıyım, yağmurla yüzleşmeli hayatla dalaşmalı… Çünkü biliyorum bir yerlerde bekliyor olmalı. Beklesem mi acaba birkaç yüzyıl daha, ya da bilmem ki bir şahinin gözlerini kiralayıp birkaç asırlığına izlesem mi? ve o arasa benim yerime beni... Bulutların üstünde ıslanmadan da birkaç asır geçirebilir hem saklanılabilirim senden… Yağmur yüreklim…
Yine saçmalıyorum.. Bu yağmur benim asabımı bozuyor düşünemiyorum Şuralar da bir yağmurluğum olacaktı ama? Ah.. Şimdi aklıma geldi, umutsuzca döndüğüm son yağmur da ıslatmıştım onu ve bahçede kuruması için bir dala bırakmıştım. Pencereden görebiliyorum. Bir şeyler kıpırdıyor ama ne ki o? buğu yaptı camlar… Elimle sildim mi görebilirim. Evet, oldu işte, inanmıyorum.. Yağmurluğumu kelebekler giymiş, bu havada ne arıyorsunuz ölmeliydiniz şimdiye. Yağmurluğumdan da oldum kahretsin… Bekleyeli kaç asır geçti, kaç yaşındayım ben. Nuh’un gemisi bile kurtaramasa beni bu yağmurdan, dışarı çıkacağım. Birkaç asır daha beklemeye tahammülüm yok artık. Bana inat çakıyorsun ya şimşek o keskin gülüşün ile. Bende sana inat güneşi kandıracağım, ah bulutların arasına bir girebilsem. Dışarı çıkma zamanı. Bir kazak bir pantolon kâfi ıslanmama. Ayakkabı giymeyi unutmuş değilim sadece ayaklarımın yağmurdan buruşmasını, şişmesini istiyorum. Böylece onu bulduğum zaman,“ ayaklarıma bak, asırlardır seni aramaktan ne hale geldiler” diyerek azarlayabilirim onu. Bir kızgınlığım var nede olsa. Asırlardır arıyorum ben… “ O “ kim diye sormayın, inanın bende sizin bildiğiniz kadar biliyorum. Her defasında anahtarı unutuyorum ama bu sefer aklımda. Unutmak için şansım var evden çıkmadım daha. Neyse unuttum bile.. Rüzgâr yine zahmet etme dedi bana,” ben kapatırım kapıyı.” Hayır dememe fırsat vermeyecek biliyorum. Bari biraz dikkatli olsa, elim sıkışıyordu yine kapıya. Yine karanlık, acaba güneş özlemiş midir beni? Nasıl doğmuştum acaba yine böyle bir karanlıkta mı? Of.. Saçmalamayı kes, yolun uzun. Bunu ben mi söyledim “YOLUN UZUN”. Bu yaşıma değin öyle yollar aşındırdım –ki, (ben milattan önceyim siz düşünün gerisini) hiç böyle bir cümleyle karşılaşmamıştım. Bilmediğim bir yolda yine bilmediğim bir istikamette yol alırdım o kadar. Aynı olan tek bir şey vardı. O da yağan yağmur. Lanet bir kere eksik olmadı ki başımdan.
Sesinizi keser misiniz bir kere dahi olsa. Ya da düşmeyiniz yere, rica ediyorum “bulutların uşakları” ilk defa bir pusula çıktı karşıma ve ben sesin nereden geldiğini duyamıyorum…
— Nazik davranmanız bir şeyi değiştirmez bayım, onlar uşak biliyorsunuz.
Bu cümleyi kuranın yağmurluğumun altında, uşaklardan korunmaya çalışan kelebek olduğunu söylersem ne dersiniz bana “deli” mi? ben ne kadar delirdiysem kelebekte o kadar konuşuyor derim size…
— Hadi ama bırakın şaşkınlığı ve yağmurluğunuzu giyin lütfen. Üşütmenizi istemem yolumuz uzun.
O an, bu yolculuğumun geri dönüşü olmayacağını anlamıştım. Tek değildim, adlarını sonradan öğreneceğim iki kelebek vardı yanımda. Hiç tepki vermeden yağmurluğumu üstlerinden alarak giydim. Bencillik yapmıştım aslında onlar beni düşünürken ben onları hiç düşünmemiş ve yağmurluğu üstlerinden alıp giyivermiştim. Öldürebilirdim onları. Uşaklar, acımadan üstlerine yağmaya başlamıştı bile. Kızgındılar sanırım çok şiddetli yağmaya başladılar. Çakan şimşek de onlara eşlik ediyordu. Ama kelebekler hiç tepki vermiyorlardı yağan uşaklara, çakan şimşeğe. Kanat da çırpmıyorlardı öylece süzülüyorlardı yanı başımda. Neydi bunlar? Artık konuşma sırasının bana geldiğinin farkındaydım –ki
- çabuk ol koşmalısın.. Diyen ses ile birlikte, arkama bile bakmadan koşmaya başladım. Öylesine çılgınca koşuyordum –ki, uşakların ıslattığı çimenlerde ayağım kaydı ve yığılıp kaldım yere. Uğultuyla birlikte gelen o gürültü bir anda evimin üstünde paralanmıştı. Bir toz bulutu kalktı önce sonra aleve çaldı rengi evimin, yanıyordu… Geçmişim, sıcak bir iklim ile kuraklaşıyordu gözlerimin önün de. Annemden gelen mektuplar, okkam, divitim hepsi kül olmaya yüz tutmuşken o yüz yılların kinini biriktirdiğim uşaklar, hüküm yemişlerde ve cezaları da bana yardım etmekmiş gibi evimin üstüne yağmaya başladılar. Utanmasam teşekkür edecektim onlara. Bir kaç dakika sonra gözlerimden silindi o alev rengi. Şimdi sisli görüyordum, her tarafı duman kaplamıştı. Kelebekleri unutmuştum bile evime gidip mektuplarımı almalıydım, en azından mektuplarımı… Ben bunları düşünürken, o keskin ses bir kez daha çıkıp geldi kulağıma,bu sefer daha net ve kararlıydı.
—Yolumuz uzun, gitmeliyiz.
Nedense itaat ediyordum bu sese ve yine hiçbir şey söyleyemeden, geçmişime arkamı dönerek yoluma devam ettim. Solumda iki kelebek…
Aslına bakarsanız mutluydum. Yolu bilen iki kişi vardı yanımda. Gözümün ucuyla baktım, sanki havada yürüyorlardı ve kanatlarına inat hiç çırpmıyorlardı onları. Hiç pul yoktu üzerlerinde, birinin rengi mavimtırak ve gözleri hep yere bakıyordu. Ya bir suç işlemişti ya da biraz utangaçtı o kadar. Diğeri asiydi. Simsiyah bir rengi vardı, karanlıktan daha karanlık ve ileriye ilişmiş gözleri ile kararlı bakışlar atıyordu etrafa. Korkmalı mıydım? Tanışma vakti gelmişti artık.
— Biraz durabilir miyiz? Dedim, onların duyabileceği ses tonu ile.
— tabi.. Dedi o hiç sesini duymadığım öbür kelebek. Ne kadar ince ve ılıman bir sesi vardı. Hasret kalmışım böylesine tılsımlı bir sese, ne olur susma diyecektim az kalsın.
Bir ağaca sırtımı dayayarak soluklanmaya başladım, uzun zamandır yürüyordum yorulmuştum
Kimisiniz? Sizi kim gönderdi, niye bana yardım etmeye çalışıyorsunuz, ya da gerçekten yardım mı ediyorsunuz gibi arkası kesilmeyen sorular sormaya başladım. Soluk alış verişim hızlanmıştı. Kızabilirlerdi ve kızdıklarında ne yapabilecekleri hakkında hiçbir fikrim yoktu. Belki de kılık değiştirmiş birer zebaniydiler, bilmiyorum ki belki de iki küçük şeytandılar ve ruhumun peşindeydiler. Aynı soruları kaç kere sordum bilmiyorum sadece soluk alış verişim yavaşlayınca sözü benden devraldılar. Gözlerimi şaşkınca onlara dikmiştim. “artık” dediler yolumuza devam edebilir miyiz? Sanki benden fazla istiyorlardı yolun sonunu görmek. Daha yapacak çok işleri varmışçasına aceleci konuşuyorlardı “ yolumuza devam edebilir miyiz? “nesiniz siz” diye bağırdım, korkuyordum. Karanlık iyice çökmüştü üstümüze, ama net olarak onları görebiliyordum havada asılıydılar ve yüzlerinde ki maskeyi çıkarmaya hazır bir sihirbaz gibi bana bakıyorlardı. Tekrar bağırdım , “ nesiniz siz “ bunun cevabını almadan sizinle hiçbir yere gelmiyorum. Ya bana, kim olduğunuzu söyleyin ya da ben buradan kendi yoluma gidiyorum dedim. Hala o bakışlarını üstümden çekmemişlerdi ama artık korkmuyordum, herkimseler umurumda değillerdi. “siz bilirsiniz “ diyerek uzaklaşmaya başladım onlardan. Arkamdan bir ses koştu sanki.
— O yoldan daha önce geçmiştiniz bayım.
Duymamışçasına devam ettirdim adımlarımı ve bir ses daha çıkıverdi ardımdan.
— İsterseniz bakın, hala ayak izleriniz duruyor o yolda.
Evet, gerçekten de geçmiştim o yoldan, hatırlıyordum. En uzun yolculuğuma çıktığım yol buydu. Adımlarımı sola kaydırarak yürümeye devam ettim. Bu sefer o ılık ses okşayarak kulaklarımı
- O yolun sonunda da bir bataklığa saplanmıştınız hatırlarsanız? Bence orayı da seçmeyin.
Çaresiz kalmıştım, sanki yüzyıllardır beni takip etmişlercesine attığım her adımı biliyorlardı. Daha fazla direnemedim hatta cesaret de edemedim. Çaresizce yanlarına gidip “buyurun, gidelim o zaman nereye götürüyorsanız beni “dedim ve adımlarımı onlara göre atmaya başladım. Çaresizliğimi hissetmiş olmalı ki o, âşık olduğum sesin sahibi, “ merak etmeyin doğru yoldayız ve o, seni yolun sonun da bekliyor, biraz daha çabuk ama ne olur, arkamızdalar “ diyerek siyah kelebeğin yanına gitti. Belli ki yapmaması gereken bir şeyi yaptı. Bilmemem gereken bir şeyler çaldı kulağıma –ki yine gözleri yere bakarak ve korkmuşçasına uçuyordu. “o” kimdi? Arkamızdakiler de ne demek oluyordu? Hiç sormadım nasıl olsa bir cevap alamayacaktım. Bir tek lanetim vardı o da hep üstümde beni ıslatan. Arkamdan gelen hiç kimseyi düşünmemiştim şimdiye kadar. Belki de benim peşimde değillerdir. Ben bütün yolculuklarıma tek başıma çıktım, şimdiye kadar neden önüme çıkmadılar da hep arkamdan izlemeyi tercih ettiler ki. Olabilirdi, şimdi doğru yoldaydım ve hızla yetişmeye çalışıyorlardı. Evet haklıydım.. Biz doğru yoldaydık ve onlar bizim önümüzü kesmeye çalışıyorlardı. Belki de bir ölüm-kalım savaşı verecektik yolun sonun da. Bunlar zihnimi meşgul ederken ağzım farkında olmadan “ daha hızlı, çabuk olmalıyız, bu yol doğru ve sonunu görmeliyiz. Önümüze çıkmamalılar “ diyerek haykırıyordu. Düşüncelerimi bir kenara bırakıp yürümeye devam ettim, önde iki kelebek arkada bir ben. Hiç geçmediğim yollardan ilerliyorduk. Ağaçlar yeni filizlenmişti sanki hepsi bodurdu. Yâda durmaksızın yağan uşaklar, köklerini çürütmüştü. Belki de yavaş yavaş ölüyorlardı. İki gündür hiç uyumadan ve dinlenmeden yürüyordum. Bacaklarım, vücudumu taşıyamaz hale gelmişlerdi, Gözlerim yarı açık yarı kapalı bir vaziyette önümü görmeye çalışıyorlardı ve iki gündür sadece ot yiyordum. “ daha ne kadar yolumuz var, artık çok yoruldum uyumalım “ dedim kelebeklere. Beni hiç duymazcasına yola devam ediyorlardı. Hiç mi yorulmazdı bunlar. Ömürleri bir günden ibaretti zaten ama bunlar günlerdir yoldaydılar ve hiç yorulmuş gibide gözükmüyorlardı. Bunlar kesinlikle kelebek olamazlardı. Soluk bir sesle “ beni de uçurun o zaman, lütfen “ diyerek kendimi yere bıraktım. Yürüyemiyordum artık. Ayaklarım şişmişti, kan toplamıştı gözlerim, aklımı yitirmek üzereydim. Yorgunluk çökmüştü her tarafıma. Yere düşerken çıkardığım ses ile irkilip bana bakmaya başladılar, ama yanıma gelmekten çekiniyorlardı sanki. Uzaktan bir konuşma ile yollarına devam ettiler.
— uçmak mı istiyorsun? Uç o zaman.
Ne yani dedim, siz uçmak istediğiniz için mi uçuyorsunuz? Eğer öyleyse sizde benimle birlikte yürüyün. .. Bu cümlemin üstüne beni de uçurmalarını bekliyordum –ki birden yere konup yürümeye başladılar. Nasıl yani dedim.. Nasıl… Ben serap görüyordum kesinlikle. Ve onlarla da hiç konuşmamıştım aslında. Yorgunluğumun verdiği göz aldatmacalarıydı bunlar emindim. Uzun bir müddet gözlerimi ovuşturdum, sersemliğimi üstümden atmaya çalıştım ve onların olduğu noktaya tekrar baktım. Lanet olsun –ki hala yürüyorlardı ve eminim ki şu an bana gülüyorlardı.
— Ah şu insanlar, yapabilecekleri hakkında hiçbir fikirleri yok.
”lütfen” dedi o, aşk’ın sesi “lütfen”, istemeyi dene ve “UÇ”. Şaşkınlığımı ve çaresizliğimi üstümden attım o an. Yerdeki beni şahlandırdım, dimdik ayaktaydım. Gözlerimi yağan uşakların efendilerine dikip haykırmaya başladım, “ dağılmayın sakın, izin vermeyin güneşin aranızdan sızmasına. Bunu ben yapacağım, korkun geliyorum.” Uşaklar titredi, sonbaharı getirdi haykırışlarım ağaçlara, dökülüyordu yaprakları. Ve “UÇMAK İSTİYORUM” diye avazım çıktığı kadar bağırdım. Yine bağırdım, bir kez daha ve bir kez daha… Ama hiç bir şey olmuyordu. Aksine hızlanmıştı uşaklar, doluya dönmüşler taş gibi çarpıyorlardı vücuduma.
Ters giden bir şey vardı. İstemek yetmiyordu ve bu meydan okur sözlerim bulutları çok kızdırmıştı. Uşaklarını daha da hızlı ve bir o kadar sert göndermeye başlamışlardı yeryüzüne, ya da sadece benim üstüme… Kelebeklere dönerek; öfkeli, bıçkın, kindar bir ses tonu ile “ hani dedim; istemek, ne ye kadar nereye kadar istemek? Olmuyor işte.. Oyun mu bu, kimsiniz siz.. “ öldürebilirdim onları. O an oracıkta, ikisini de avuçlarıma alıp ezebilirdim. Bunu istemiyor da değildim. Dalga geçmişlerdi. Benimle oynayıp, bulutları da öfkelendirmişlerdi. Ben bir özür beklerken, o kendinden emin ve sert ses tonu ile siyah kelebek ; “ inandığın gibi yaşayamazsan, yaşadıklarına inanmaya başlarsın.” Diyerek şunları ekledi konuşmasının sonuna , “ sen istediğin için bulutlar yukarıda sen istediğin için yağmur seni ıslatıyor, sen istediğin için sonsuz yollara giriyorsun, sen istediğin için aradığını bulamıyorsun ve sen istediğin için biz buradayız “ diyerek gözlerini benden çekti. Ben istediğim için mi buradaydılar? “ lütfen “ dedim lütfen… Ben sizi ne zaman istedim, kimden istedim? Lütfen bir cevap verin. Peki dedi. O,aşkın rengini üstünde taşıyan kelebek , “ eve döndüğün son geceni hatırla, ıslaktın. Perişan olmuş yine ağlıyordun. Baktığın her yer karanlıktı ve usulca bir şey istedin kendinden, hatırlıyor musun? “ hiç düşünmeme gerek bile yoktu çok iyi hatırlıyordum. “ evet” dedim, kesinlikle “ evet” . İşte dedi “ karşındayız, biz o istediklerininiz. “ O an farkına varmıştım, bu gizemli dostlarımın aslında ne olduklarını ve artık her şeydi yapabileceklerim. Önce, bir nefes ile dağıttım bulutları, güneş okşadı gözlerimi. Özlediğim gülüşüm, dudaklarımın arasında yeşermeye başladı yeniden. Çıkmaz yollarımı bir bir sildim haritadan ve tek yol kaldı ulaşmak için ona. Gülüşüme yer verdiğim dudaklarımın arasından bir teşekkür ettim kelebeklerime. “ Teşekkürler, suri ve iseyra “ isimlerini ben koymuştum zaten, neden sorduysam onlara. Ve devam ettim “ artık sıra sizde, tekrar görüşmemek üzere güle güle “. Hüzünlü bir veda değildi onlarda biliyorlardı böyle olacağını sonun da nede olsa yalnız kalmalıydı yalnızlık… “ ve gitmeleri gereken yere gittiler…
Belki merak edersiniz aradığımı buldum mu diye. Elbette buldum. Ve çok mutluyum.
Peki, o gece ne mi dilemiştim? Herkes bir şeyler istemeli bence… çok istemeli… tabi önce öğrenmeli, ufuk yok gibi bakmamayı yarınlara.
DELİ SAÇMASI