ÖLÜLERİN ŞEHRİ
Gırrrrjjzz diye bir sesle açıldı kapı, sonra aynı sesle kapandı. Artık içerdeydim. Şöyle bir arkama baktım, dışına çıktığım hayatı düşündüm. İçimde bir ürperti oluştu, geri dönememe, bu kapıyı bir daha açamama, garip bir şey.
Hava rüzgârlıydı, acaba dışarıda da böyle mi? Diye düşündüm.
Ben mezarlığın hayat içinde ayrı bir hayatı, dünya içinde ayrı bir dünyayı, temsil ettiğine inanırım. Buranın mevsimi bizim mevsimimizle aynı değildir. Mesela burada zaman durmuştur. Pili bitmiş bir saatin duvardaki yalnızlığı hissedilir. Burada takvimler hep son baharı gösterir.
Dedemin komşuluğunu yapan Ali Kilci hep on üç yaşındadır mesela.
Ben yaşlanırım o yaşlanmaz.
Sonra trafik kazasında ölmüş Mehmet amcam, babamın küçük kardeşi, artık benden daha genç. Amcamdan daha yaşlı olmak, garip bir duygu
Bu garip duygu ile dedemin ve amcamın yanından ayrılıyorum ve ölü şehrin sokaklarında dolaşmaya devam ediyorum.
Şehir ölülere ait olsa da, inanın bana burası ölü bir mekan değil. Kendine ait bir ritmi var. Burası inanması çok güç ama sürekli değişir.
Dikkatli gözler, ölülerin gittiği yere gitmeye uğraşırcasına gökyüzüne uzayan selvilerin her yıl amacına biraz daha yaklaştığını, fark edebilir.
Sonra şehir, ölülerin şehri olsa da, adı mezarlık olsa da, o kadar sık suretini değiştiriyor ki.
Sanki bir kooperatif kurulmuş gibi, göz açıp kapayıncaya kadar, bir birinin aynısı kutu evler yapılıyor, tek odalı.
Biraz daha zengin mahallesine gittiğimde evler daha da genişliyor, hatta biraz daha şanslı olanların evlerinin bahçe kısımları da var. Çiçekli miçekli bir görseniz, ölü olup uyuyasınız gelir.
Sonra bembeyaz bir villayı andıran, mermer yapılı şatafatlı mezarlıklarda yok değil. Bu gösterişli yapıları sevmiyorum ben.
Tabi böyle gösterişli yapılar varsa, bunun zıttı bir kulübeyi andıran, başucundaki basit bir tahtadan ibaret olan evlerde var olacak, hatta hiç evi olmayan, mezar taşı kaybolmuş, evi artık şehrin bir sokağı haline gelmiş ölülerde.
Yani burada bile sosyal adalet yok,
Neyse boş verin bunları, yine sosyalist yanım kabardı. Ben şehrin sokaklarında gezmeye devam edeyim.
Çünkü öyle bir sessizlik var ki burada, iliklerinize kadar işliyor. Dünyanın insanlık öncesi çağlarını hatırlatan bir sessizlik ve huzur, belki de dünyanın insanlık sonrasında kavuşacağı dinginlik.
Sanki hayatın yorgunluğundan bezip uykuya dalmış gibi burada dünya,
Sanki hayat içindeki hayattan bağımsız bir rüyada gibisiniz. Nasıl anlatılır ki?
Mmm,
Burası ihtiyaçlardan azade olmuş, yalınlıkta huzuru bulmuş ve bu huzur bozulmasın diye bu sırrı korumuş bir şehir gibi duruyor. Sanki bir sırrı saklıyor benden,
Ölmüşler dünya yüzünde her şeyin aslında ne denli basit olduğunu ve mutlu olmak için türlü şekillerde çırpınan, acı çeken milyonlarca insanın, mutluluğu karmaşık düzenlerden aradıkları için mutlu olamadıklarım artık anlamış olmanın verdiği bir üstünlük duygusuyla bana baktıklarını hatta küçümsediklerini hissedebiliyorum.
bu hisle arkamı dönüyorum,
8 yaşında bir kız çocuğu, resmi de var, Ayşe Ertürk, onu kucaklamak geçiyor içimden, bir kazma almak ve buranın kökünü kazımak. Belki diyorum, mezarlık olmazsa ölümde olmaz.
Sonra kendimi bir kazma gibi hissediyorum, tövbe edip Ayşe Ertürk’e bir Fatiha okuyorum. Canlı ruhla ölü ruhun o kadarda ayrı olmadığını o an hissediyorum. Sanki verdiğim hediyeden ötürü yüzüme gülümsüyor bunu biliyorum.
Ardından yoluma devam edip kapıdan dışarı çıkıyorum. Kapı gene gıcırdıyor, dışarısı yine aydınlık, yine gürültülü, yine karmaşık. içimden içeride kalmak geçiyor.
Bilmiyorum, galiba, emekli olup Bozcaada da ev yaptırmayı hayal eden bir banka memuru gibi, dünyadan emekli olup burada bir bağı evi yaptırmayı hayal ediyorum. Ve birde çok merak ediyorum acaba hayalim gerçekleştiğinde,
Ben dedemden daha yaşlı mı olacağım daha mı genç?
DR. KEMAL PİŞMİŞOĞLU