İLK DERS
Okula başladığım o ilk günü, pek de iyi hatırlayamıyorum ama; mahcubiyetimi bastıran gururumu, ürkekliğimi bastıran helecanımı hiç unutmadım.
Hatırladığım kadarıyla, bana çok büyükmüş gibi gelen okulun bahçesinde, şaşkın, ürkek bir hayli bekleşmiştik. Sonra, uzun taş merdivenlerin sonundaki, kocaman kapıda, yaşlı bir amca belirdi. Elindeki zili uzun uzun çaldı. Çok geçmeden, öğretmen olduğunu öğrendiğimiz, amcalar, ağabeyler; teyzeler, ablalar aramıza karıştı. Bizleri bir araya toplamak, bir sıraya sokmak için koşuşturup durdular. İkişerli sıralar halinde, kapının karşısına dizdiler bizi. İriyarı bir amca, kapıya çıkan merdivenlerin üstünden, pek anlayamadığım bir şeyler söyledi. Bitirince, bir bayrak getirdiler; bestesine az çok aşina olduğumuz, ancak sözlerinden hiçbir şey anlamadığımız, İstiklal Marşını da hep birlikte söyledik. Ben de göğsümü şişirip, kafamı uzatarak büyük bir içtenlikle iştirak etmeğe çabaladım. Sonra ortalık karıştı. Önce, büyük sınıfların oluşturduğu sıralar, merdivenlere yöneldiler. Sonra biz de, ikişer ikişer, el ele tutuşup önümüze düşen öğretmenlerin ardı sıra, sınıflarımıza dağıldık.
Bizi, sıkışı sıkış oturtmaya çalıştıkları, çentik çüntük, boyasız tahta sıralara, yerleşmeğe uğraşmamız da ayrı bir alemdi. Üçer üçer oturtulduğumuz halde, gene de birileri ayakta kaldı galiba ki, sınıfa bir sıra daha getirtildi, tahtanın yanında bir yere sıkıştırıldı da herkes oturabildi.
Öğretmenimiz tatlı, sevecen, üstelik pek de sabırlı bir ablaydı. O tıkış tıkış doldurulduğumuz sınıfta, bize ulaşmak, bir şeyler öğretmek, en önemlisi de disiplini sağlamak için çırpınır dururdu. Kaşla göz arasında, birbirimize sataşmadan duramazdık. İtiş kakış arasında, kimimiz saldırır, kimimiz saklanır; kimimiz ağlar, kimimiz gülerdik. Sürüp giden o curcuna, o patırtı gürültü arasında, okumayı sökmeyi, hatta kargacık burgacık bir şeyler yazabilmeyi nasıl öğrenebildiğimize hâlâ şaşarım.
Kısa zamanda, okulumuza iyice alışmış, sınıfımıza ısınmış, arkadaşlarımızla kaynaşıvermiştik. Öğretmenimi pek sevmiştim. Arkadaşlarımı sevmiştim. Hatta dersleri bile sevmeğe başlamıştım.
Sınıfın ortalarında bir yerde oturuyordum. Tam önümde de, suratı çillerle dolu bir kız oturuyordu. Yanından hiç ayrılmayan, sıska, sarı oğlan da kardeşiydi galiba. Kulaklarının üzerinde, kıpkızıl, kıvırcık saçlarına bağlanmış kocaman, kırmızı kurdeleleri, ders boyu, tahtayla benim aramda kıpırdanıp dururdu. Sakin, sessiz kardeşinin aksine, o hiç yerinde duramaz, yanında yöresindeki kimseye de rahat vermezdi. Ders boyu onunla uğraşmaktan bıkan öğretmenimizin yaka silktiği, çok yaramaz, pek afacan bir şeydi, bu kız.
Bazen dersi filan unutur, önümde dalgalanıp duran bu kurdelelere dalar giderdim. O, sık sık yaptığı gibi, arkasına döner, mavi gözlerinde belirsiz bir gülücük, muzipçe beni süzer, küçük çilli burnunu buruşturur, dilini çıkarıverirdi. Çok bozulurdum o zaman. Bakışlarımı ondan kaçırır, tavanı duvarları seyretmeğe başlardım, ama onun, muzip muzip gülerek dilini çıkarmaya devam ettiğini de fark ederdim. Bana dilini, çıkarmasına bozulurdum bozulmasına da, gene de dönüp bana bakmasını beklerdim için için.
Derken, ıslak serin bir sonbahar sabahında, sınıfımızın kapısı tıkırdadı. Müdür Bey, orta yaşlı tombul bir hanımla içeri girdi. Ayağa kalktık. Eliyle oturmamızı işaret edip öğretmenimizin yanına gitti. Konuşmalarından, kapının yanında sessiz, tedirgin bekleyen hanımın, birinci sınıflardaki sıkışıklığı azaltmak düşüncesiyle oluşturulan sınıf için atanan yeni bir öğretmen olduğunu öğrendik. Bu yeni sınıf için, bizim sınıftan da öğrenci alacaklarmış. Öğretmenimiz, aramızdan bazılarını, ayırmaya başladı. Yeni öğretmen de ayrılan çocukları kapının yanına alıyordu. Ancak öğretmenimizin, ayırdığı çocukları, sınıfın en tembel ve haylazları arasından seçtiği pek belli idi. Bu ayırma işi bitinceye kadar, iyice sinmiş, beni de gönderir korkusuyla için için titremiştim. Öğretmenimiz, bizim Çilli Kızı da ayırmıştı tabii ki. Sarı oğlan da onunla gitmek zorunda kaldı. İkisi el ele, süklüm büklüm gideceklerin arasına katılmışlardı. Ayrım işi bitirilip isimler kaydedilirken, sevgili öğretmenimin beni göndermemiş olmasına nasıl sevindiğimi, hatta gururlandığımı anlatamam. Seçilen çocuklar, garip bir dışlanmışlık hissi ile, mahcup, boyunları bükük, ayaklarını sürüyerek sınıftan çıkarlarken, bizim Çilli Kızın ısrarla, benim gözlerimi yakalamaya çalıştığını fark ettim. Göz göze geldiğimiz zaman, ağlamaklı bakışlarında yanıp sönüveren, o bir anlık, o pek belirsiz sitemi görüverdim. O, bu sefer, bana bakarken, ne burnunu buruşturmuş, ne de dilini çıkartmıştı. Şöyle kısacık bir bakış fırlatmıştı o kadar. Sonra, başını çevirmiş, şöyle bir, hani neredeyse, gururla diyebileceğim çalımlı bir salınışla, kapıya yönelmişti.
Tam kapıdan çıkıyordu ki!.. Neden, nasıl oldu bilemiyorum. Çocuk aklımla hükmettiğim bir haksızlığa isyan mı?.. Aramızdan ayırdıkları arkadaşlarıma duyduğum bir vefa gösterisi mi?.. Yoksa, henüz isimlendiremediğim, bambaşka bir şey mi?.. Her neyse, bilemiyorum işte... “Öğretmenim!” diye ayağa kalkmışım. “Ben de onlarla gitmek istiyorum!” diye bağıranın, ben olduğumdan bile pek emin değildim.
İşte tam o anda; zaman tamamen durdu... Sınıfa, karabasan benzeri, ölümcül bir sessizlik çöktü. Hayretle açılan bir sürü gözün, üstüme çevrildiğini, beni sarıp sarmalayıp felç ettiğini hissettim. O çok sevdiğim öğretmenimin, müthiş hayal kırıklığının sessiz bir feryada dönüşen şaşkınlığı içinde: “Öyleyse sen de git!” diye fısıldadığını duydum. Sınıftan ayrılabilme değil, bu ortamdan bir an önce kurtulabilme telaşıyla, defterimi bile alamadan, oraya buraya çarparak, titrek, sarsak adımlarla dışarı kaçtım. Hıçkıra hıçkıra ağlamamak için kendimi zorlayarak, gidenlerin arasına karıştım.
Yeni sınıfımıza giderken, bir ara, ıslak bakışlarım, sevinçle ışıl ışıl parlayan bir çift mavi gözle buluştu. Ben, içinde bulunduğumuz hüzünlü ortamda, minnet ve mutlulukla dopdolu bu gizemli bakışlardaki sevincin sırrını çözememiş, aptal aptal baka kalmıştım. Benim bu şaşkın halime de gülmüştü galiba...
İşte tam bu sırada da, gözleri kısıldı, o çilli minik burnu muzipçe buruştu, öpercesine büzdüğü dudakları arasından fırlayan küçük pembe dili, bana doğru uzandı.
Bana dilini çıkarmıştı gene !
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.