yine yollar...
24 haziran
yine yollar
“ akşam karanlığının çöreklendiği yerde onu sadece yalnızlar bilir…
aynen böyle yazıyordu annemin eski defterlerinden birinde.
hedef noktası önündeki sisli bulanıklığın ardında saklanmış olsa da ve aslında ne ve nerde olduğunu bilmediğim hedefime biraz daha yakınlaşmaktayım. eh tabi ihsan arabayı biraz daha yavaş kullanırsa olduğum yerde saymaktayım yazsam daha doğru olur herhalde. yani araba dursa dünyanın dönüş hızıyla birkaç güne kalmaz kendi kendime muğla da olabilirim.- ayaklarımı yerden kesecek bir şeylere ihtiyacım olacak sanırım.- aslında pekte acele etmesini istemiyorum. bana göre artık dönüş yokmuş gibi göründüğü için herhalde canım fazlasıyla sıkılmaya başladı. ayrıca yanımdakilerden birisinin uyuması diğerinin ise küsmüş mü yoksa üzgün mü olduğu anlaşılmayan ifadesi eşliğinde dışarıyı seyretmenin pekte keyfi olmuyor itiraf etmek gerekirse. – otobüsle gitsem daha buruk olurdum da hiç değilse buna da katlanabilirdim.-
bu durumda en iyisinin önümdeki birkaç saati yazarak değerlendirmek olduğuna karar vermiş bulunuyorum. iyi ki içine günlüğümü koyduğum küçük çantamı yanıma almışım. oysa yine bu sefer de – her dışarı çıktığımda olduğu gibi – içindeki hiçbir şeye olmadığı gibi buna da ihtiyacımın olmayacağından emindim. kaderde üç kişinin bulunduğu bir araçta yalnız kalmakta varmış. neyse bu kadar açıklamadan sonra gelelim asıl birikenlere;
son bir haftadır yolculuk için – daha doğrusu bırakacaklarım için- hazırlanıyorum. evet şuan manevi dedem ve ihsan’la birlikte muğla’ ya doğru yol alıyoruz. bu arada bu yolculukta ilk olarak ön koltukta günlük yazmak kadar zor ve sinir yorucu bir şey daha yokmuş bunu öğrendim. buraya onun –ihsan’ın- her adını yazışımda onun bunu fark ettiği sanrısıyla ‘keşke arka koltuğa otursaydım’ diye hayıflanıp duruyorum ama artık bir çaresi yok. çünkü sevgili dedem! ‘uyuyacakmış.’ yolculuk onu sarsarmış. oysa yolun yarısını dırdır yaparak geçirdi bile. uyuyana kadar biraz oturdu şimdi ise tam anlamıyla horul horul uyuyor. sanırım asıl niyeti ihsan’la beni yalnız bırakmaktı. eh tabi bu durumda da böyle bir imkan yaratması için ya bagajda gidecekti yada böyle uyuyacaktı. ama bize çaktırmadan bunu yapabileceği tek yöntem uyumaktı. zekice. –de biraz yersiz. çünkü bu pratikte saçma olan düşünceden vazgeçmeleri için pek bir şey yapmış olmasam da onunla aramızdakinin iki yakın dostunkinden farklı bir bağ olmayacağını anlayabilirlerdi.
vazgeçtim. bu konuda yazmayacağım. çünkü ihsan bakışlarını sürekli bana ve defterime çevirip duruyor. tabi ki anlık bakışlar ona benim çirkin yazımı okutamaz ama olsun. aslında bilerek yapıp yapmadığını tam olarak kestiremiyorum ama patronumun horultusundan durulmuyor ve ihsan’a ani bir frenle onu uyandırmasını söylemek istiyorum da bunu şimdilik erteliyorum. çünkü daha yazacağım çok şey var. ve o ‘canavar’ uyanırsa eğer buna kesinlikle izin vermez. lokantanın muhasebe işleri de olmasa adam kağıda kaleme kesinlikle el sürmez ama doğum günüm de bana verdiği deftere de epey şaşırmıştım doğrusu.
özellikle haziran ayının ortalarından itibaren benim ‘gidicem ben’ baskıları iyice yoğunlaşınca patronum sonunda pes etti ve bana;
— cuma gecesi yola çıkarız. dedi geçen hafta. ama onun bu sefer ve de sonunda benim ısrarlarıma yenik düşmesi beni buruklaştırmadı da değil hani.
ve aramızda biraz kırgın biraz buruk bir konuşma geçti. ona teşekkür ettim ve benimle gelmemesini söyledim. pekte emin değildim ama başımın çaresine bakabileceğimi de ekledim. yani buna tek başıma tekrar cesaret edebilir miydim bilmiyorum. belki de bunun için tekrardan bir on sekiz yılın daha mı geçmesi gerekirdi bilemiyorum ama bu sefer ki biraz da bana mecburi hizmetmiş gibi de geliyor. kendimi öyle şartlandırmışım ki her an bir eksik varmış gibi hissetmeye başlamıştım artık. Ona kırık dökük karşılaşacağım her şeyle baş edebileceğimi tekrar söyledikten sonra kendi kendime;
— herhalde. diye mırıldandım. bana beni orada emin bir ele emanet etmeden içinin rahat etmeyeceğini söyleyince şaka olsun diye;
— ne yani beni orada evlendirecek misin? diye sordum ve aldığım cevapla oturdum yerime. bana dedi ki;
— bunun için ta oralara gitmene gerek yok. zavallı çocuk ciğerci kedisi gibi kapıdan ayrılmaz oldu. anlamazlığa vurdum tabi ki ama ihsan’dan bahsettiğini de ekleyince ben bayağı utandım. aslında sorduğumda cevabını duymak istememiştim ama bu aramızdaki imzasız bir anlaşma gibi olan ve açıkça hiç bahsetmediğimiz şeyi pat diye yüzüme söyledi. Allah’tan o an doktor yanımızda yoktu. ve ben sustum .
bu insanlar beni tuş etmeyi çok rahat başarabiliyorlar da hiç birisi benim gibi karşılarındakini – ki yani beni- beyinlerinin son gücüne kadar ‘oturtmaya’ çalışmıyorlar. ve ihsan da bunu bana birkaç gün önce dolaylı olarak söyledi.
bir akşam bahçede sohbet ederken laf dönüp dolaşıp her zaman ve her yerde olduğu gibi yine bana geldi. bende bir ara ona aslında burada asıl beni gösteremediğimi, insanın yanında kendisini olduğu gibi tanıyan ailesinin olduğunda nasıl hem çok rahat hem de hakkınızdaki neredeyse tüm kozları elinde bulunduran bu insanlara karşı temkinli olunduğundan bahsettim. beni dikkatle dinliyordu. demek istediğim yani kozlardan kastım insanın ailesinin yanında başkalarına yalan söylerken dahi nasıl zorlandıklarını anlatabilmekti. dedim ki; yazık ki siz beni kaybederken tanıma şanssızlığına nail oluyorsunuz.
— neymiş bakalım senin o daima kozlarla mücadele eden kişiliğin? dedi. gülümsüyordu. farkındaydım, konuşmalarım ona çok çocuksu geliyordu ama ben yanında rahattım. tıpkı bir psikolog edasıyla kollarını göğsünde kavuşturdu ve sandalyesine daha bir yerleşti. biliyorum yine ondan bahsediyorum ama burada o ve diğerlerinden başka kimsem yoktu ki.
—insanın kendi içindeki özerk bölgeyle başa çıkabilmesi için ne yapması lazım bilemiyorum. dedim ve verdiği şu tepkiyi özellikle yazıyorum. aynen şöyle yaptı;
— hı. ve devam ettim.
— evet, bilemem ama benden bağımsız çalışan bir organım var. beynim. –sizinkisi de öyle mi bilemem- yani hep beni yöneten oymuş gibi oluyor ama aslında buradaki sivil birey beni hiç rahat bırakmıyor. içimde darbe yapıp yönetimi her an ele geçirebilecek güçte bir virüs var.
— dur bir dakika, dedi ayağa kalktı ve ben biraz üşürgelendim. içeri geçsek. dedi. ‘üşürgelendim’ sözünü zuhur teyzeyi taklit ederek söylüyordu. odama gittik ve giderken bana;
— o içine yerleşen hain virüsün bir etkisi de zaptettiği insanda terk etme reaksiyonu göstermesidir. istersen onu öldürmene yardımcı olabilirim. bu benim işim. dedi ama ben kabul etmedim ve onunla yaşamayı öğrenebileceğimi söyledim. odaya girince onun aceleyle kanepeye yerleşmesinden sonra ben anlatmaya devam ettim.
—bazen topluma uyup yönetilmek gibi düşüncelerle kendimi zorlayıp beni ortamın akışına bırakmak istiyorum. bana koyun gibi gelse de. ama bencil beynim, dedim. lisedeki felsefe derslerini anımsayarak konuşuyordum.
— neyin?
— bencil beynim diyorum. hemen sıralamaya geçiyor. düşünce ve hareket özgürlüğü, hoşgörü, elimle parantez işareti yatım daha çok hoş görülmek, ayrıca çoğuldan çok bendeki ve çevremdeki tekilciliği ortaya çıkartmak, bağımsız tavır alma, yine bir parantez işareti daha yaptım gülümsememe engel olamayarak. yani bir toplum içinde herhangi birisinin topluma uymaktansa kendi isteğini yapması tabi ki benimde hoşuma gitmez ama dedim ya bencil olduğum için iş bana gelince ufak gördüğüm, basit, bit kadar hoşgörüler hatta hiç görülmemek gibi arzularım ağır basıyor. hatta salt düşüncem oluyor. dedim. yüzünde gülümseme vardı.
— kabul ediyorsun yani. dedi. oltaya çabuk geldim ve merak ettim.
— neyi?
— bencil olduğunu. dedi. bunu öyle net ve kati bir şekil de söyledi ki ben söylerken bu kadar ağır gelmemişti. incindim biraz ama bu itirafı yapan da bendim ve bozuntuya vermemeye çalıştım.
- yani.. önceden kabul etmezdim ama yaklaşık olarak buraya geldiğimden beri bunu kısmen kabul ediyorum. ama aksini de bildiğim halde içimden çevremdekilere zarar vermediğimi de savundum yine inatla. oysa ben değil miydim insanların hayatlarında fiziksel değil de psikolojik yapılarının esas olduğunu savunan?
sözüm hiç bölünmemiş gibi konuşmama devam ettim. hem bu gece nedense yalnız kalmamak ve gariptir ki ortamı da germemek istiyordum. hem de hani bazı insanlar bir yerlerde çok şeylere katlanırlarda zaman oradan ayrılma vaktine geldiğinde tahammüllerini bir kenara atar ve karşısındakine ağzına geleni söyleyip son noktayı kendisi koyduktan sonra arkalarını dönüp giderler ya işte benimkisi de tam olarak öyle olmasa da ‘nasılsa beni çözmekte epey yol kat eden bu adama kendimden biraz bahsedeyim yada denklemin geri kalanını itiraf edeyim, aslında daha çok hediye edeyim’ diye geçirdim içimden.
— bazen de bulunduğum toplumun ya da ailemin yönetimine katılma, hatta gerekirse ele geçirme gücüne erişmiş siyasal kişiliğimle ortamı yönetebilme cin fikirleri fır dönüyor beynimde. diye soluksuz bir manyak gibi devam ediyordum ki o eliyle ‘dur’ işareti yaparak söze girdi;
— hayır. aslında göründüğün veya kendini göstermeye çalıştığın gibi inadım inat yada güçlü kişilikli özgür kadın değilsin. sözü beni afallatmıştı ama ben daha çok şu ‘görünmek istediğin gibi’ lafına takılmıştım. hiç hoşuma gitmemişti ama susup dinlemeyi tercih ettim. tamam, ifadenden anlaşıldı şöyle de denebilir; kendini hayalindeki gibi yönlendirmeye çabalayan bir hayal-pe-rest-sin sen. aslında hayalperesttin demek isterdim ama belli ki belirsiz aralıklarla atağa geçen bir hayal dünyan var senin. dedi. ‘hayalin’ ve ‘hayal dünyan’ sözleri üzerine uzun uzun düşünmek isterdim başka zaman olsa ama dedim ya bu gece ben yalnızca anlatacaktım. yada yorumsuz dinleyecektim.
— ve bu, dedim biraz önceki sözlerimi kastederek. bende hala mevcut olduğu halde burada kaldığım 1,5 yıl onları bastırabildiğimi sanıyorum. o da herhalde on sekiz yıl birlikte yaşadığım ailemle değil de yeni tanıştığım ve birlikte yaşamam gereken insanlarla beraber olduğumdandır. bu süre içerisinde önceden var olduğunu bildiğim düşüncelerim öylesine saklanmışlar ki onların kesin bilinçaltımda bir yerlerde saklandıklarını anlayınca kendimi yalnız hissettim açıkçası. tamda onlara en çok ihtiyacım olduğunu sandığım bir dönemde beni terk ettiklerini sandım. aslında onların tekrar açığa çıkması için ya birilerinin damarıma basmaları gerekiyordu. yada benim kendimi tamamen özlemem gerekiyordu.
— hangisi oldu peki, damarına hangimiz bastı? dedi alayla.
— hayır. Allah’tan ki ben kendimi özlemişim. belki de biraz daha bekleseydim bunu sen yapabilirdin. dedim sonunda. -hani şu kaçış anındaki itiraf yada içindekini dökme işlemi- aslında çokta kendimi özlemeden yola çıkmam iyi oldu. yoksa çıkmışken ben o hızla yanlışlıkla daha da gerilere dönebilirdim. uyanmak istemiyorum. dedim.
— uyanmak mı? dedi merakla ama buna bir yanıt vermedim. çünkü ağzımdan biran da çıktı. ne demek istedim acaba şimdi bende merak ettim
— yani özet olarak bunlar ne demek aylin? dedi. aklı karışmış gibiydi.
— kısacası, dedim. bunlar şu demek önceden çok sabırsızdım ama buraya gelince kendimi biran istanbul da unutmuşum gibi geldi bana. bak mesela önceden ben bir çamaşırımı katlamaktan sıkılırken buraya gelince sanki değil onu katlamak ilmek ilmek dokusam gıkım çıkmayacak gibi hissettim kendimi ve korktum. böyle bir durumda göstereceğim sabrı kesinlikle tahmin ediyorum. iyi değilim anlayacağın ihsan.
kendi tanımı kendim koydum ben. bende sinirlenme fobi var. onun yüzüme bu hastalığı hatırlayamamış gibi bakınca da; yada kulağına daha tıbbi gelecekse şuna ‘asabifobi’ de diyebiliriz. eh artık rahatsızlığımın tanısını koyduğuma göre bunu istiyor muyum bilmiyorum ama tedavimi de keşfetmeme az kalmış olmalı. dedim umutsuzca. çünkü istemediğimi anladım. hem anlayacağın sana da ihtiyacım yok bu konuda.
— olmasa şimdi bunları bana anlatır mıydın? dedi. olgun ve derin bir bakışla. – cevabı da hazır. benden mi öğreniyor bunları bilmiyorum ki.-
— ama isteseydim, diye itirazımı sundum hemen. kendime dönmüşken istanbul’a kadar da dönerdim. daha da uzaklaşmazdım.
— belki de tam tersi yakınlaşıyorsundur. dedi. ben tam olarak ne demek istediğini anlamadım oda işi şakaya vurdu.
— yani, dedi. istanbul ve muğla arasında feribot seferleri varda ondan. dedi gülümseyerek ama ben sadece tebessüme zorladım kendimi. içimden hiç gülmek gelmedi. belki de bunu daha önceden bilseydim çoktan vazgeçerdim oraya gitmekten. çünkü annemi özleyipte cezama ara vermek istediğimde kendime yolları bahane ediyordum. ama şimdi bu deniz yolculuğu.. öf bilmiyorum. yine kendi kendimden korkmuştum.
— insanın tek düşmanı kendisidir. diye mırıldandım. bir süre sessiz kaldık. o düşünceli düşünceli –tıpkı şimdi olduğu gibi. çok dalgın kaza yapacak diye korkuyorum ama yazacaklarım bitmeden kimseye tek laf etmeye niyetli değilim-;
— iyi de aylin bu değil, başka bir nedeni olmalı. dedi.
— okuldan ayrıldığım.. kafamı toparlamaya çalışarak tekrar başladım söze; yani liseyi bitirdiğim o ilk sene hem ne yapacağımı bilmiyor hem de yalnızca güzel taraflarını gördüğüm..
— o olumsuz kişiliğinle. dedi yine sözümü bölerek. yüzüne öylece baktığım için kalktı ışığı kapattı sonra yerine oturdu. ee dedi. bende devam etim.
— evet iyi taraflarını gördüğüm..
— iyi mi güzel mi? dedi bu sefer de.
— ışığı yakmamı ister misin? dedim sertçe. sustu ve devam ettim. bir sürü iş, bir sürü alan hem de kesin gidecekmişim gibi bahsettiğim ama içimden hiçte kararlı olmadığım hatta kendimi bile gerçek düşüncemle yüz yüze getirmediğim ve inanmadığım bir hayal yada yalanı gayet gerçekçi anlatıyormuşum gibi hissettiğim üniversite vardı. annemle fikir ayrılığına düştüğümüzde tartışmak için uzun çabalar harcardım. tek derdim felsefeydi. şimdi ise o zaman ki sadeliğinden daha da sade olan dünyamla geçiniyorum. ve bu bana yetmiyor artık. buna bir son vermek istiyorum. daha önceki ataklarımdan sadece buraya gelişimde başarılı olabildim. yani yola çıktım ve geldim. ama bu bana yetmiyor. oraya gitmek sadece yeni bir başlangıcın oyalanmaları olacak ama daha sonrasını bilmiyorum.
— onun yerine burayı biraz sevmeye çalışsan. dedi sesi sanki titriyordu. karanlıkta yüzünü seçemiyordum. ama ona cevap verirken sanki beni durduracakmış gibi telaşlandığımı hissettim. sesimin daha bir asabi tonda ilerlediğini hissedebiliyordum.
— burayı sevdim ihsan. ama en azından yine bir süre kendimi unutacağım. o akşam daha önce kendime bile açılamadığım kadar rahat konuşuyordum onunla. ne kadar manasız gelirse gelsin anlatıyordum işte. orada da yine yerleşme derdim olacak mesela. ne kadar kendimi her gittiğim yerde en fazla iki gün kalacakmışım gibi diken üstünde hissetsem de.
— ama..
— aması yok ihsan. sıkıldım bu şehirden. çok güzel olmasına rağmen. hem bazen içimden durup dururken bir felakete uğramışçasına çığlıklar atmak geliyor. ne kadar istemiyorum desem de bunlardan kurtulmak istiyorum. derken ağlamamak için kendimi zor tutuyordum. zaten ben kendimin işte bu seslerin dinlersem ya seri katil olurum sırf bu şiddeti bastırabilmek için yada belki de bir senarist. ben yatağımdaydım. onun ise kanepe de oturduğu yerde bana sırtını döndüğünü ve kararlılığımdan dolayı pes ettiğini gördüm camdan üzerine yansıyan ay ışığının aydınlığında kafasını eğmişti. üstelik duyduklarından da hiç memnun değildi. hatta ürkmüştü, şokta gibiydi. bakışlarındaki donukluk çok rahat fark edilebiliyordu. – sanırım benden korktu, yol verecek-
aslına bakacak olursam bende korkmadım değil. çünkü istanbul’ dayken de ailemi sık sık gitmekle korkutur hiç bir şey yapmazsam da en azından arada bir bahsederdim. ama sonunda gittim. ya buda öyle olursa! Allah’ım beni sen engelle. hala akıl sağlığım yerindeyken en azından ben öyle sanırken.
‘ acının bir çeşidi midir sevgi?’ diye geçirdim içimden. ben aslında.. evet istanbul dan da bu yüreğime ağır gelen şeyden kaçtım. resmen kaçtım. yine de aynı şeyi yapmaya devam ediyorum. ders almaya pek niyetim yok anlayacağım. ama yine de kalbime baskı yapan sevgi ateşi ihsan’dan çok ilker e ait. bunu yenemiyorum. Yalnızca kaçabiliyorum. onun yerine başkasını sevme çabasına da girmiyorum ama eğer böyle bir şey için uğraşsaydım da ihsan’ı bundan fazla sevemezdim. ona duyduğum aşk değil. ben yalnızca hayatımda ilk defa gerçekten benimseyebileceğim bir dostun varlığını hissediyor ve onu kaybetmek istemiyorum. ancak yine de ona da arkamı dönüp gidebildim. o yine de bir iki günlüğüne de olsa beni oralarda yalnız bırakmamak – belki de kendi içinin de rahatlığı için- geliyor ve bunu! fark etmediğimi sandığını sanıyorum bazen.
ihsan bana arkasını dönmüştü. ta ki tartışmamızın ardından ben bayılana kadar. yine de o akşamdan sonra onunla aramda eskisi gibi bir dostluğu hissedemedim.
o belki bunu telafi etmek için belki de başka bir nedenle o günden beri acayip kararlı bir tavırla yanımdan ayrılmaz oldu. buna rağmen birkaç gün öncesine kadar ki sıcak güveni yakalayamadım onda. ama buraya gelirken şimdi hissedebiliyorum. şuan soğuk bir duruşu olsa da.
yola çıkmadan birkaç gün önce oğuz amca –sevgili dedem- mutfakta yanıma geldi. bana bu yolculuk hakkında biraz takıldı. oraya gidince ilk iş olarak ne yapacağımı falan sordu. bende söyledim. ilk önce kalacak bir yer ve iş ayarlamam gerektiğini ama şimdilik bir pansiyona yerleşmeyi düşündüğümü ve belki daha sonra bir oda kiralayacağımı söyledim. evet belki biraz dizi senaryosu gibi basit her şeyin otomatikman gelip beni bulacağı hissiyle anlatıyordum ama olacak olan da muhtemelen buydu. çok gecikmeden benimle alay etmeye başladı tabi ki hemen.
— sonra evlenir üç beş çocuk doğurur kafana vurmaya başlayacaksın. ah ben ne eşeklik yaptım da patronumu dinlemedim diye… ah şu yalılar her şekilde öğüt verecek bir yol bulurlar zaten.
— sen benim dedem değil miydin? dedim. patronum olduğunu söyleyince.
— o beni terk etmeyen torunlarım için. dediğinde ben bir anda kendimi tutamayıp ağlamaya başladım. oda şaşırdı tabi ama bunu beni kırmak için yapmadığının da farkındaydım ama çok dolmuştum herhalde. şaka yaptığını söyledi.
— biliyorum. dedim ve tekrar göz yaşlarım benim iradem dışında boşalmaya başladı. küçük bir çocuğu avutur gibi başımı okşadı. odama giderken ben burnumu çeke çeke; evlenmeyeceğim ben dedim.
— niye sen büyüyünce evlenip mutlu bir yuva kurmayacak mısın?
— sadece evlenince mi mutlu olunur. dedim. ben evlenerek mutluluk aramıyorum ki. hatta hiç aramıyorum. diyince oda artık dayanamayıp bana çıkıştı.
— ne biçim kızsın sen yahu. senin yaşıtlarının pembe hayalleri olur. sense olmadık en garip şeyleri arzuluyorsun.
— niye bende ufak ve şirin bir evim olsun istiyorum.
— ama içine kendinden başka kimseyi sokmuyorsun.
— evet. doğarken de ölürken de, her yerde yalnız olmak istiyorum.
— kim?
— ben.
— ne yüzünden. söyle kim olduğunu gidip boynunu kırayım şerefsin. insan durup dururken böyle küs küs dolanmaz. sesim kısıldı birden.
— küsmedim ben.
— ne oldu peki kızım. yılı aştı daha bir şey söylemedin. her şey böyle silmeye çalışarak yaşanmaz yavrum. böyle şeyler öyle kolay kolay üstesinden gelinecek dertler değildir.
— ne diyorsun sen ya oğuz amca? derken ufaktan ufaktan da odamın bahçe kapısına yöneldim. ama..
— aylin kaçma kızım. dedi ve oturmak zorunda kaldım. gel bakalım buraya konuşmak için geç bile kaldık. insan ailesi yanında olmayınca böyle kafasına estiği gibi kendisine zarar vermez. elbet bir dur diyen çıkar. kendine kastın mı var senin. dedi ve konuyu biraz kaydırdı. ne zaman gideceğim hakkında biraz daha konuştuktan sonra bir hafta öncesinden bana izin verdi. ama ben işten atıldığımı söyleyip durunca.
— ne halin varsa gör. dedi.
dün ali’yle çarşıda her gördüğümü aldım. keşke çarşıya çıkmadan dedemin ‘kaynak çıkma’ teklifini kabul etseydim. perşembe ye kadar ihsan a gideceğimi bir türlü söyleyemedim. daha doğrusu onu bulamadım desem yeridir. o akşam geldiğinde ise oğuz amca ile beni giriş kapısının hemen önünde ki masanın etrafında ki iğreti ancak yine de o masanın birer elemanıymış gibi duruşumuza kendisini de ekleyerek bir sandalyeye yerleşti. bir süre yine sessiz kaldıktan sonra sessizliği bozan da yine o oldu. sanki kürsüde konuşmaya hazırlanan bir acemi gibi birkaç kez bunun bile sesini çıkarmaya çekinerek sözde boğazını temizledi. aslında buna ihtiyacı olmadığını oda biliyordu ve bizde anladık. hemen ardından da garip bir telaşla hızlı hızlı konuşmaya başladı.
— bende karşımda yine geveze bir aylin bulacağımı zannettim. dilini yutmuş gibisin. dedi.
— belki o akşam çok konuştuğumdandır. dedim. biraz saçma bir söyleşi oluyordu ki neyse ki oğuz amca lafa girdi. gideceğimi söyledi. o ise sanki ilk defa duyuyormuş gibi şaşırdı. sorduğunda cevabı yine patronum verdi. sanki ben orada yokmuşum gibiydi. aralarında konuşup durdular. tıpkı şu anda olduğu gibi sanırım patronum pes etti ve uyandı. zaten bir süredir uyanık olduğunun ve bizi seyrettiğinin farkındaydım. oflayıp puflayıp kalktı yattığı yerden ve bana baktıktan sonra ihsan a;
— ne yapıyor bu? dedi. o da;
— günlük herhalde bir saattir aralıksız yazıyor. dedi. patronumda;
— sanki nefes almıyor. öldü mü ne diyince kendimi tutamayıp güldüm. ve bana bir şey söylemelerine fırsat vermeden onlara susun işareti yaptım. ihsan buna itaat edince dedemde mecbur razı oldu. ama kendi kendine konuşup duruyor. hani derler ya Allah bir çene vermiş… neyse asıl konu şöyle devam ediyordu;
ihsan heyecanlı bir itirazla;
— iyi de ne yapar orada tek başına, olacak şey mi..derken bende söze karıştım.
— sakın kız başına, tek başına gibi savunmasız pembe hayaller peşinde koşan salak kızlar için kullanılan sözleri sarf etme bana. böyle cılız itirazlara hiç tahammülüm yok benim haberin olsun. dedim. onlardan ne farkım olduğunu sorduğunda sadece buna fazla kafa yormasına gerek olmadığını söyledim. bu epey sert olan çıkışımın karşısında verdiği tepki sanki bana değil de kendisine bir kanıya varmak gibi bir şeydi.
— olmaz ya. diye mırıldandı. olur ve olmaz arasındaki zıtlıktan ziyade aralarındaki çelişkiyi gözler önüne seren bir kanıydı bu.
— peki, ne yapacaksın orada? dedi gözlerimin içine bakıyordu. onun bakışları beni ürküttü. bu sefer gerçekten pısırıklaştım.
— oraya gidip körü körüne bir şey bekleyeceğim. bir şeye öylesine bağlanmak ne kadar saçma bir şey olsa da buna ihtiyacım var. dediğimde gözlerinden çözemediğim bir şey geçti. oraya gideceğim ve sadece bekleyeceğim. dedim tıpkı kozasında gün sayan tırtıl gibi. belki sonunda bir şey olur. belki de hiçbir şey olmayacak ama ya içimdeki eksiklik tamamlanırsa.
—sonra ne olacak?
—pazıldaki son parça ya yerini bulacak ya da bulmayacak.
— tamamlanınca da yeni eksikler çıkmayacak mı karşına?
— hep böyle olmaz mı zaten?
— iyi de her seferin de kaçacak mısın?
—kesin artık şu kaçma lafını.
— neyle gidiyorsun?
— uzay aracıyla. dedim. ama o anda da bundan daha iyi bir espri yapamazdım ki. deniz altı dedim. yine gülmedi. hani ben hayalperesttim? dedim sonunda. omuzlarım çökmüştü. gerçi benim gibi insanların hayalleri çok geniş olur ama yine de gerçekleşmeyeceğini bildiği umutlarının peşinden gidebilmek için o an hangi imkanı varsa onu tutar ve bırakmaz. bende otobüsle gideyim diyorum mesela. yalnızca belli belirsiz bir gülümseme belirdi yüzünde. inince ne yapacağımı sordu. ona henüz rezervasyonumun olmadığını söyleyip kısaca buraya geldiğimde ne yaptığımı anlattım. yaklaşık olarak bunun gibi bir şey yapacağımı söyledim. oğuz amca da;
— hayır rezervasyonu var. dedi ve ihsan da;
— oğuz amca ne kadar rahatsın sen diye ona çıkıştı bu sefer. ancak yaşı adam ona hiç aldırmadan dedi ki;
— evet, çünkü bende gidiyorum dedi ve benim şaşkınlığımın ardından anlatmaya başladı. orada bir tertibi varmış. onu aramış benden bahsetmiş ve onun yanında bir iş ayarlamış bana. adamın pansiyonu varmış ve kızıyla orada yaşıyormuş. ve mış miş.. ler.. birde sözde şaka yapıyordu oradaki odamın camsız olacağını söyledi. yine yaptı yapacağını.
— yani sizin yüzünüzden ben kendi.. demeye kalmadı bana kızdı.
— ee sende amma dik başlısın be. yine itiraz ettim. tek gideceğimi, onun gelmeyeceğini, orayı araştırıp kendi istediğim semtinde oturmak istediğimi ve daha bir sürü şeyi sıraladım ama ‘nuh dedi peygamber demedi.’ sonunda ben;
— ama beğenmezsem belki.. dedim ve ihsan;
— — döner misin? diye atıldı.
sonuç olarak o akşam ihsan’ın da bizimle gelmesine karar verildi ikisi tarafından.
— hepiniz bir şeyler yaparsanız sayeniz de iyice içeri kaçan özgüvenimi kim çıkaracak dışarı. dedim ve dediğimle kaldım.
bugün hazırlanıyordum zuhur teyze geldi. o sustu ben sustum. eşyalarımı toparlarken buraya geldiğimde sadece bir çantam varken şimdi onun bana asla yetmeyeceğine oda dikkat etti. hepsini yatağımın üzerine yığınca çantamın epeyce büyük, kocaman siyah bir böcek olmasına rağmen mümkün olmayınca bana bir bavul getirmeye gittiğinde aklımdan; sadece bir çanta ve cebimdeki üç kuruşun yanı sıra birde kocaman bir yastıkla nasıl yola çıkmaya cesaret ettiğimi geçirdim. zuhur teyzenin;
— artık buna ihtiyacın var demesiyle kendime gelebildim. bakalım orayı terk edince ne yapacaksın herhalde kamyon tutarsın. dedi. birlikte eşyalarımı yerleştirirken biraz güldük. artık sadece durumu görünüşüne bakmak daha hoşuma gidiyor. bavulu kapatırken gözüme aliyle birlikte akvaryum dünyasından aceleyle dönerken yine de durup aldığımız on a on ebadındaki küçük mavi yunusların bir birine dolanıp dalgalarla sarmaş dolaş olduğu ve bir kenarına kol saati kadarlık minik bir saatin altın renkli bir oval çerçevenin içine yerleştirildiği ufacık biblomu da özenle yerleştirdikten sonra yanına da ihsan’ın aldığı demir bardağı koydum.
ali’nin karnesini görmeyi aslında istiyorum ama burada yani orada kalmak için hem can atıp hem de bu kadar acele ettiğim için bu mümkün olmadı. biran evvel gidip oradaki yeni uğraşlarımla uğraşmam gerekiyordu. aydın da ki son gecemde odamda uzun uzun oturup hep birlikte uzun uzun sustuk. sehpalarda ki bardaklara çaylar dolduruldu, soğudu tekrar dolduruldu ve tekrar soğudu döküldü ve birkaç kere daha tekrarlandıktan sonra buna da bir son verildi.
ali dizimde uyudu. zavallı çocuk sabah okulunun olmasına rağmen geç saatlere kadar bekledi. – aslında bu kadar abartılmasını istemiyordum.- aslında ergenlik çağına gelmiş erkek çocuklar bana hep çirkin gelirdi ama bu çocuk gerçekten şirin. –aslında kızlar da öyle- ama öyle değilmiş. bu çocuğun açık gözlülüğünü bile şimdiden özledim. aslında gizli romantiktir o.
bugün ise her günkü gibi başladı ve erken bitti. akşamda son iş günümün patronu oğuz amca ile lokantayı toparladık. bana artık izinli olduğumu söyledi yine gülerek. bende ücretli mi ücretsiz mi olduğunu merak ettim. yolcular ve geri kalanı boş lokantada bir masayı çevirdik ve ben ali ile birlikte odamdan onlara aldığım hediyeleri getirdim. bende üç ali de ise iki paket vardı. dedem;
— torun bu ne? dedi bende ilk olarak onun hediyesini verdim. içinde iki adet tespih vardı. birisi onun için diğeri ise duvara asması için tanelerinin her biri onun deyimiyle kepçe başı kadar olan ağır bir süstü.
— hatıra, bu senin. dedim. kimse göz göze gelemiyordu. kendimi biran bu ailenin öz bir ferdi sandım. allah’ım ne kadar sevgi dolu insanlardı bunlar. yoksa ben taşıyamayacağım ahlar mı alıyorum. belki de benim kalbim ihsan’ın şu oltu taşından da katıdır. bu arada o bir fosilmiş. ben onları dağdan toplanıyor sanıyordum ama ardıç ağacının fosilleşmiş reçineleriymiş onlar. ve aslında nasıl oluyor anlayamadım ama bir tür kömür oluyorlarmış asıl adı da kehribarmış. ilk hali ise zaten üzerinde ışık oynamaları olan bir kömürden farklı değilmiş. gördüm de oradan biliyorum tabi o oltu bu oltuysa. bendekini deldirmekten de vazgeçtim öylece kutusunda saklayacağım.
zuhur teyzeye ise şal aldım onu arkasına geçip ve ellerimle omuzlarına örttüm. o da romatizmalı kollarını kaldırarak boynuma dolayıp teşekkür etti.
ali ise hediyesini kendisi seçti ama muzur çocuk sanki ilk defa görüyormuş gibi şaşırdı. sözde nefesi kesilmişmiş. oğuz amca bana biraz kızmadan yine edemedi.
— paranı şimdiden bitir de oralarda da ot yersin. dedi bana. bende bir zamanlar çeşitli otları toplamayı öğrendiğimi söyledim. bu konu aslında zuhur teyzenin ilgisini çekiyordu ama ben hediyesini vermek için ihsan a dönünce konu da kapanmış oldu.
gitmemi hiç istemediği her halinden belli olan ihsan’ın başı önüne eğik masaya bakıyordu. aslında o an orada olmayı istemediği her halinden belli oluyordu. ve mutsuzluğu da. yanındaki sandalyeye oturdum. ve paketi önüne bıraktım. neden eline vermediğimi bende bilmiyorum. hiç kımıldamadı. bulunduğu andan kopmak istediği anlaşılıyordu. bunu bazen bende yaparım. paketi açıp açmayacağını sordum. kolları öyle ağır hareket ediyordu ki genç olduğunu bilmesek bunların yüz on yaşındaki birisine ait olduğunu sanabilirdik. ali ile yüzümüzdeki muzip gülümsemeyle birlikte kalbim öyle heyecanlı attı ki.
onun beni hep tebessümle anması için ona kapağı olmayan içi mavi su dolu ve şaşı bir deniz kızı kılığındaki bir cadının bulunduğu bir kavanoz aldım. gerçek adı nedir bilemiyorum ama kavanoza benziyordu. hatta o camı seçerken adama;
— şu turşu kavanozuna benzeyeni, diye işaret etmiştim. ve daha o dakika da başladı zavallı esnafı sinir edişim. önce incecik bir vazo şeklindeki silindirin içine pirinçlerle yazı yazdırdım. ama her hareketine karışmadan duramadım. yok pirinç düştü, yok yamuk oldu, ‘beni unutma’ birleşik yazılmaz, tırnak işareti de istiyorum ve daha neler. on beş dakikalık iş çıktı bir saate. ama adamda içine yerleştirilecek süsleri rasgele dolduruyordu, tahammül edemedim.
benim üstün başarı ödüllü uzun araştırmalarımın ardından asıl obje olarak onun bir kenara attığı şaşı ve yaşlı bir deniz cadısını seçince iyice kızardı. ali de iyice gerilmişti ama ben ona bakıp göz kırpınca çocuk dayanamayarak kıkırdamaya başladı. suyun rengi de mesele oldu tabii. adam suya mürekkep damlatıyor. yok açık oldu yok koyu oldu yok içindekiler kaydı derken suyu bir doldura bir boşalta yok yok dökme artık diye diye o sonsuz yüce ruh kırmızı lahana moduna girmişken ben birde;
— o pirinçler suyun içinde şişmesin sakın. diye sorunca ali artık kendisini tutamayarak kahkahayı bastı. adam;
— onlar öyle pirinç değil dedi ve ben anladığımı belirtmek için
— hııı diye uzatınca ali yi artık susturabilmenin imkanı kalmamıştı. neyse ki ben, tamam onu çok sıkmış ta olabilirim ama kapak olarak kullanılan camın kaynağı sırasında hiç sesimi çıkarmadan beklemeyi başarabildim. ancak sadece;
— suyun içinde bir göz büyüklüğünde hava kalırsa sevineceğim. size de çok zahmet oluyor ama dediğimde ali’nin dışardan kahkahası duyuluyordu. adam beni biran önce başından def etmek için dişlerinin arasından;
— estağfurullah. dedi. ve tam bir saatin ardından o dükkandan çıkabildik.
ali masanın etrafındakilere gülerek olanları anlatırken onlarda gülüyorlardı. ihsan da artık gülümsemeden edemedi. oysa en çok onun hediyesi için özenmiştim.
masada duran son paketin de içindekini çıkartıp;
— bunu da kendime aldım. dedim içindeki kocaman nazar boncuğunu boynuma asarken. ihsan’ın da sonunda ağzından bir laf çıktı ve;
— yakışır. dedi. o boncuğu da lokantaya asmadan önce;
— bu da ‘oğuz amcanın yerine’ dedim. küçük lokanta demek içimden gelmemişti. sevimli yaşlı patronum hüzünlü bir tebessümle yüzüme bakıyordu. havadaki bu duygusal akımı dağıtmak için; eh ihsan bey centilmen bir erkek olarak bavulumu arabaya taşımama yardım eder misin? dedim ama aslında bu muhabbeti de hiç sevmem doğrusu. tabi gelmek istiyorsanız. usulca kalktı sanki ayaklarına beton dökülmüş gibi ağır ağır odama doğru ilerlemeye başladı. odaya girdiğinde bavulu aldı ve çıkarken;
— hayatımdaki kaba bir erkek olmayı dileyebileceğim tek gün bugündür herhalde. diye resmen sızlandı. çantamı aldım ve fotoğraf makinemi de boynuma astıktan sonra yastığımı da kucağıma almadan önce tıpkı bir turist gibiydim. ama onu da kucaklayınca ‘battaniyeli çocuğa’ döndüm. ihsan onu istanbul dan getirdiğimi öğrenince;
- onun özel bir şey olduğunu sezmiştim. dedi. ona arkasından geleceğimi söyledim. gidince önce küçücük banyoma son kez göz gezdirdim. yatağıma baktı, elimi üzerinde gezdirdim garip bir tanışıklık hissi verdi bana. geceleri saatlerce gözümü dikipte kör olma noktasına geldiğim ampul ve tavandaki kapağa baktım. arkasını gerçekten merak etmiştim. ve mavi fon üstündeki turuncu ağaç kütüklerinin halkalarıyla dolu döşek kılıfı gibi olan perdemi çekip bavulumdan tekrar çıkardığım demir bardağımı da alıp kapıyı ardımdan çektim. aklımda ihsan’ın burada son birlikte kaldığımız üzerine ay ışığının yansıdığı gece ‘gitme’ demeye çalışması vardı. pencereme son kez baktım ve ön bahçeye yönelirken gözüm odamın sade manzarasını oluşturan içerisini bir söğüt ve bir armut ağacının yanı sıra nereden geldiklerini bilmediğim eski okul sıralarının bulunduğu küçücük sessiz arka bahçeme takıldı. ilk geldiğimde ne kadar da karışıktı. insanları nasıl da küçümsemiştim. oysa daha iki gün geçmeden burasıyla ilgilenmek için kolay kolay vakit bulunamayacağımı anlamakta da geç kalmamıştım. ikide bir burayı düzenlemeye kaçardım ve her seferinde de yakalanırdım. kapısız odanın duvarına sürtünerek ilerledim. buraya girmeyi gerçekten de istemiştim hatta sırf bu yüzden hala tam olarak emin değilim orasının varlığı hakkında.
tekrar lokantaya girmek geldi içimden burayı bırakmak istanbul dakinden daha zor oldu. acaba gizlice kaçsa mıydım? mutfakta ellerimi kesince ihsan’dan sakladığım yere baktım. çıkıp oğuz amcanın kapısına baktım içeri girdiğimde dayanamayıp bir iki damla göz yaşı döktüm. en çokta üzeri beyaz kireçle boyanmış olan isli şömineye baktım. oturma odasında dondurmaya rağmen hararetimi söndüremediğim geceyi anımsadım gülümseyerek. hep olmadık şeylerden utanmışımdır zaten.
arabanın yanında beni bekliyorlardı. ihsan yerini almıştı bile. elimdeki bardağı dedeme verip kucağımdaki yastığımla birlikte önce zuhur teyzeye sarıldım. bardağımı çantamdan geri çıkarmıştım. ona;
— hoşça kal zuhur teyze dediğimde bana oğuz amcanın dedem olduğu halde kendisinin nasıl oluyor da teyzem olduğunu sordu. bende babaannem yaşadığı için onun olsa olsa anneannem olabileceğini söyledim. oda bunu tercih ettiğini söyledi. ve ali ye de sarıldıktan sonra ihsan’ın itirazlarına rağmen son bir haftadır sürekli yaptığım gibi içlerinde benim hiç olmadığım bir sürü resim çektim. kendimden hiçbir anı kalsın istemiyorum dünyanın hiçbir yerinde. ama en son arabaya bindikten sonra ali de benim aynısından iki tane resmimi çekti ve onları mutlaka geri göndermemi tekrarlayıp durdu.
arabaya binerken dedem ısrarla beni ön koltuğa oturttu ben yastığımın kalabalık olacağını bahane edince de;
— hah iyi yaptın onu almakla. dedi ve daha araba hareket etmeden yattı. aslında ön koltukta gitmeye bayılırım ama bu genelde şehirler arası otobüslerinde geçerli oluyor. çünkü sanki insana kendisini uçuyormuş gibi hissettiriyor. aslında ben otobüslerin koridorlar hariç her koltuğunu bilhassa severim garip bir fantezi işte. bir şoför koltuğunu denemedim ama zaten insan arabayı kullanırken manzaradan bir şey anlamaz ki.
hareket ettiğimizde ben bardağımı oturduğum koltuğa bırakıp vücudumun yarısından fazlasını camdan sarkıttım ve geri de kalanların el sallarken resimlerini çektim. araba henüz hızlanmamıştı ve ali yanımızdaydı. elimi tutmaya çalıştı muzur çocuk ancak dedem sonunda kalkıp camı açtı onu kovdu ve bana da;
— gir kız içeri. dedi ve tekrar yattı. uzun sokakta lokanta gözden kaybolana kadar onu dinlemedim ve her şey belirsizleşene kadar sürekli resim çektim. garip bir hırstı bu. ancak tekrar azarlanınca bende ona şaka olsun diye arkamı hızla dönüp;
— ne diyorsun be? diyip birden resmini çektim ama objektif oğuz amcaya denk geldi mi bilmiyorum. çünkü o anda başım öyle döndü ki ihsan sonunda kahkaha atarak güldü bana. ama çok gitmeden durmak zorunda kaldık. çünkü mide bulantım geçmeyince arabadan hızla indim biraz uzaklaştım ve yanıma hiç kimseyi yaklaştırmadan otların arasına kustum. oğuz amcanın kendi kendisine söylenmelerini de tabi bu arada duymadan geçemedim. her şey çok acı geldi biranda ama sanırım hepsini kustum. belki de ikincisiyle birlikte ağır geleceği için iki yıldır sindiremediğim acımı yol kenarına bırakmak zorunda kaldım. yenisine yer açıyorum yavaş yavaş. benim mevsimsim sonbahara döndü tekrar.
göz yaşlarım görüşümü bulanıklaştırdığında başımı cama çevirdim ama ihsan bunu fark etti. umarım sürekli konuşan eski patronuma sezdirmez. sanırım daha fazla yazmamalıyım yoksa hıçkıra hıçkıra ağlayacağım.
aydın da ki günlerim hayatımda önemli bile yer tutuyorlar ancak daha şimdiden her şey birer rüyadan ibaretmişçesine silikleşmeye başladı bile. yanımda oğuz amca ve ihsan olmasa onların varlığından dahi şüphe edeceğim.
ve trafik levhasında; muğla 15 km yazıyor, sis bulutu yoğunlaşıyor ve zuhur teyze hala arabanın arkasından su döküyor.
sessizliğin usulca kulağıma fısıldadığı tek şey; git.. git.. git..
belli ki karanlığa güveniyor. tek dayanağım yine yalnızlığım!
(camsız oda)
göz yaşlarını saklamak buymuş meğer. sessizlik yine kulağıma bir şeyler fısıldıyor. sol yanıma kar yağarken sağ yanım neden ıslak?
gittikçe daha da koyuluğa yaklaşan kaderime ağlamak pek bir şey değiştirmiyor.
yıldızsız gecelere yine de ‘merhaba’
tasviri camsız olacak odamdan!
ve yine de hala uzayda bir yer işgal etmenin hissettirdiği varolmaya..
annemi yanımda istiyorum. onunla uyumayalı çok oldu.
özgürlüğüm elimden alınsın. bazı şeylere mecbur kalmayı istiyorum bazen.
bazense; tam tersi.
keşke bir hava olsaydım diyorum.
çünkü o zaman;
ne kendi kaderimi tayin eder bilir, nede
esiri olurdum kaderimin…
peki şimdi ne yapacağım????????????????
Not: Yazı Papa Bezi isimli romanımdan alınmış bir kesittir.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.