- 744 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
BİR LİRA KIRKBEŞ KURUŞLUK AŞK
Özcan ÇELTİK
- Zeenep, bicecik gonuşalım mı?
- Sen bana göre deelsin! Boşuna önüme çıkıp durma! Gönlümde başgası var…
- …
- Şuna bak yaaa!.. Sısga, sümüklü şey!
- Çok tersliyosun…
- Ama sıkıldım… Ona mı galdım ben yaa?.. Nere varsam, ot gibi bitiyo garşımda…
İnce kumaştan dikilmiş, başkalarınınkine oranla daha dar olan şalvarındaki endamlı bedenini her zamankinden daha çok dalgalandırarak uzaklaştı. Daha ufak tefek, daha derli toplu görünümlü kız arkadaşı yanında olamıyor, iki adım ardında, yürümekle koşmak arası bir devinimle yetişmeye çalışıyordu.
Saçları taranmaya çalışılmışsa da üst kısmı inatla diken diken kalkmış, sarı-kara tenli, zayıflıktan dikine duramayan yirmi iki yaşındaki delikanlı, gözleri, askere gitmeden iki yıl önce anasının kasaba pazarından aldığı, çamurdan rengi belirsizleşmiş ayakkabılarının burnunda, öylece kalakalmıştı. Ne o bedenin dalgalanmasını görebildi, ne de başka bir şey… Her şey sisler arasında bulanıklaşmış ama gözlerinden eksilen güç kulaklarına eklenmişti sanki; Tüm söylenenleri duydu.
***
Eve ulaştığında, olağan dışılığı kapının çarpılışından anlayan anasının sorgulayan bakışlarını umursamadan, tahta merdivenleri gürültüyle çıkıp, üç kardeşiyle paylaştığı odasına girdi. İyi ki çocuklar yoktu…
Soluğunun dinginleşmesini bekledi… Biraz sakinleşince yan duvardaki saatli maarif takviminin takılı olduğu çiviye paslı zincirinden asılı oval aynayı aldı, odayı aydınlatmaya bile yetmeyen küçücük pencerenin önündeki masaya yerleştirdi, sandalyeye otururken başındaki yaşmağı sıyırdı, saçlarını arkaya doğru silkeleyerek sırtına serdi, yüzünü aynaya yaklaştırdı…
Çok güzeldi evet… Yeşile yakın ela gözlerini uzun, devrik kirpikleri gölgeliyor, daha koyu gösteriyordu. Kaşları kenarlara doğru kalkarak açılıyor, anlamsız bakarken bile yüzüne alaycı bir anlam veriyordu. Biraz öfkenin, biraz da hızlı yürüyüşünün etkisiyle bembeyaz yüzü pembeleşmişti, derisinin altındaki kılcal damarları seçiliyor, kırmızı geniş dudakları yüzünün iki yanından süzülen koyu perçemleriyle bütünleşiyor, onu vazgeçilmezleştiriyordu.
- Bu oğlan deli. Askerde iyice azmış… Heç aynaya bakmıyo mu? Ben burda galmeecem. Desem anama, ‘’ Hep o gettiin filimler seni şaşırtıyo! ‘’ deecek . Bilmeecek… Getçem, varcem bigün… Beni o çikin oğlana vercekler, biliyom… Galırsam vercekler… Şeerden gelen okumuşların birini ayartçem… Onunla getçem…
***
- Neediyon len burda?
- …
- Hm?.. Üsseen, oolum, nooldu?
- Buba, ben getçem bu gasabadan.
- Bugün bi habar aldım; hepimiz getçez oolum… Buraları su basceemiş. Barac olcaamış… Kak hadi, varalım eemize.
Kaymakamla arasının iyi oluşunun yararını görmüş, herkesten önce haberi almıştı. Tez zamanda ne var ne yoksa satacaktı. İyi para veriyorlardı, tarlalarının çoğu çay kenarındaydı. Nedeni de hazırdı işte; Askerden gelen oğlu şehre gitmek, ticarete atılmak istiyordu. Bu yaştan sonra da tarla tapanla uğraşacak hali yoktu ya… Ne iyi olmuştu oğlunun askerde kantin çavuşluğu yapması, alım satımı öğrenmesi…
İçindeki daralma uçup gitmişti. Hırpalanmışlık duygusuyla yürümekte zorluk çeken oğlunun koluna girdi, sürüklercesine eve yöneldi.
***
Hava kararıyordu. Doğada çığlık çığlığa dalışlar yapan kırlangıçların sesinden başka ses kalmamıştı. Bir de kendi ayak sesleri… Sürekli dinliyordu; Başka ses olursa, ardından yaklaşırsa …
Geç kalmıştı. Bu saatlerde bahçe yolunda tek başına olmak ürkütücüydü.,. Bağları bahçeleri ölçen adamlara kırmızı beyaz şeritli sopayı tutan, mühendis olduğunu söyleyen genç adamı izlerken zamanı unutmuş gitmişti.
Ağacın ardından süzülürcesine çıkıveren sıska, sümüklü oğlan gözüne dev gibi görünmüş, kendi çığlığına kendisi de şaşırmış, buna daha çok öfkelenmişti.
- Zeenep!
- Hay gara yere giresice!
- Zeenep!
- Ne istiyon len? Ne istiyon?.. Heç ar yok mu sende?
- Var… Bişee istemiyom…
- ?…
- Yarın gamyon geliyo. Her bi şeyimizi sattık, gediyoz. Şunu unutma; Ben seni hep sevcem. Birileriile evlencen, coluk çocuğun, torunların olcek, gocan ölcek, seni bulcem…Yüz yaşımda olsam gene bulcem, sen benim olcen… Ben seni bulmadan hasta bile olmeecem…
- Sümüklü şey! Yüz yaşımda bile olsam senden tiskincem! Aynaya bak, kendine göresini bul…
Koşarak uzaklaşırken öfkeli değildi. Bu oğlandan kurtuluyordu. Bu kurtuluş kasabadan da kurtuluş demekti. Soluğu bile kabarmıyordu koşarken. Gökyüzündeki kırlangıçlar kadar hafif, kırlangıçlar kadar çığlık doluydu içi…Ardından yükselen kırık dökük sesi duymadı bile.
- Yemin olsun, bulcem seni! Hem bulcem, hem de alcem!
***
Başındaki saçlarını sıkı sıkıya saran tülbent örtüyü kalın bir alın sargısıyla bağlamış, üstüne sardığı ikinci yaşmağın uçlarını da boynuna dolamıştı atmış yaşlarını geçkin kadın. Havanın soğuk olmasına karşın, önü yarı yarıya açılmış bluzunun üstüne, incecik, düğmeleri olmayan bir hırka giymiş, onun üstüne de kenarlerı tiftimiş battaniye parçası almıştı. Bir eliyle düşmemesi için omzundan gelen battaniye parçasının uçlarını tutuyor, diğer elini ise banklarda oturan insanlara uzatarak duralıyordu. Giyimi kuşamı düzgün, ensesi kulağı yerinde olanların önünde daha fazla bekliyordu.
Yüzünde insanın içini acıtan bir gülümseme vardı. Yalvarısı gözlerindeydi. Sözcüklere asla yüklemiyor, diğer dilenciler gibi para verene dualar etmiyordu.
Çok yorgundu. Ayaklarındaki lastik ayakkabılar incecik olmasına karşın ağır geliyordu. Arkaları yırtıktı çünkü, sürüyerek tutabiliyordu… Ayak parmacıkları ağrıyordu. Bankta sohbet eden kalın deri ceketli, süründükleri gül yağı kokusu doğanın kokusunu yok eden iki adamın önünde çok duramadı. Zaten yüzüne bile bakmadan ‘’ Git şurdan! ‘’ demişti daha dik oturanı. Ayaklarını sürüye sürüye ilerledi, parkın ligustrum çiti kenarındaki beton duvar kalıntısına oturdu. Bir süre derin derin soludu. O denli yavaşlığına karşın soluğu kabarır olmuştu son zamanlarda.
Örtünün dışında uzanmak zorunda olduğu için soğuğun morarttığı elini, büründüğü battaniyesinin içine çekti, karnıyla sarkmış göğüslerinin arasına yerleştirdi. Başı önüne doğru düştü, gözleri kapandı. Şu adamlar daha sessiz konuşsalar biraz kestirebilirdi de… Bedenleri gibi sesleri de güçlüydü…
- Yazık ettin kendine be ağa… Evlenseydin…
- Yoo… Herkesin bi gaderi var. Benimki de böyleymiş… Allah razı olsun bubamdan, baraj köyü yutmadan malı maşakkatı satınca iş dutabildik, gazandık… Eyi gazandık, yedik, işdik, eylendik… Hayır işlerine verdik kendimizi gaari… Allah gabul ederse… Çoluk çocuk derdi olmayınca…
- Eder, eder… Her gün bi dünya insan ‘’ Allah razı olsun!’’ diyo… Biri olmasa öbürü dutar…
Adama mı anlatıyordu, yaşamının tartısında mıydı kendi kendine, belirsizdi. Kalınlığı nedeniyle zorlukla diğerinin üzerine çelinmiş bacağını indirdi, altta kalanının uyuşmuşluğunu duyumsadı, bu kez onu diğerinin üzerine takmaya çalıştı, ayak bileğinden bir eliyle yakaladı, kasarak yerleştirdi, pırıl pırıl ayakkabısındaki küçük bir su sıçrantısını parmağıyla sildi…
Kafası hayır işlerine takılmıştı aslında… Az önce yaptığı yanlışa; Kadıncağızı köpekmiş gibi, köpek kovarmış gibi uzaklaştırmıştı… İçinden gelip geçiveren bu düşünceyle bunaldı, bacağını indirdi, ıhlaya tıslaya kilolu bedenini yana çevirdi, elini pantolon cebine sokup karıştırdı, bozuklukları çıkarıp kalktı, gitti, başı önüne düşmüş kadının kucağına paraları attı, döndü arkasına…
Arkadaşına doğru ilerlerken ‘’ Sümüklü…’’ diyen sesi duydu.
Gerçekten duymuş muydu, esintiyle ona mı öyle gelmişti? İçinde bir ürpermeyle döndü kadına, kırk yıldır unutamadığı ela gözlerle karşılaştı.
Kadın yeniden başını önüne indirdi, bir süre bocalayan kırk yıl öncenin ‘’Üsseen’’ i, şimdinin Hüseyin Ağa’sı belli belirsiz bir sendelemeyle yoluna devam etti, oturmadı arkadaşının yanına, biraz ilerdeki camiyi işaret etti,
- Namaz vakti geldi… Hadi bakalım…
Caminin önüne geldiklerinde durdu.
- Sen gir gıl, benim başım dönmeye başladı. Şurda oturem acık.
- Neyin var? Doktor moktor?..
- Geçer şimdi… Ben hastalık nedir bilmem, bilirsin…
O muydu? Yok canım… Gözler onunkilerle aynıydı ama alay eden kaşlar neredeydi? O boy, pos neredeydi? O gururla kanatları açılıp açılıp kapanan burun, o kılcal damarlarını gizleyemeyen şeffaf ten… Neredeydi?
‘’Varıp, yatmalı.’’ Diye düşündü…’’ O değildi.’’ diye mırıldanıyor, kendini inandırmaya çalışıyordu ama o olduğundan adı gibi emindi evine doğru yürürken.
***
Köy bir anda savaş alanına dönmüştü. Herkes çil yavrusu gibi dağılırken o, ne ana ne kardeş dinlemiş, baraj alanının devletleştirilebilmesi için yapılan ölçmelerde jalon tutan adamla gitmişti bir gecenin orta yerinde.
Günlerce otellerde konaklayarak yol gitmişler, sanki ‘’ Kızımızı kaçırdılar’’ diye peşinden aramaya geleceklermiş gibi gündüzleri otel odalarından çıkmamışlardı.
Ve bir sabah yatakta yalnız uyanmış, evleneceğini sandığı adamı bir daha görememişti.
Yıllar ona klasik Türk filmlerinde neler gösterilirse, hepsini, hem de eksiksiz yaşatmış ve bir gün fiziksel olarak işe yarar olmadığına karar verince toplum alışkanlıkları, Türk filmlerindeki gibi bir barın hela temizleyiciliğine konuşlanamamış, sokaklara atılmıştı. İşte orada film kopmuştu. Kendi öz yaşamıydı başlayan…
Dilene dilene doğduğu ile gelebilmişti. Boğazından artanla otobüs bileti ala ala… Önceleri karnı bile doymuyordu… Büyüyen acısı suratına başkalarının içini kanatacak hüznü sıvayana dek…
- Sıska, sümüklü Hüseyin… Para nasıl da güzelleştirmiş seni… Ayakkabıların ne de parlaktı… Yüz yaşında da olsan beni bulacaktın, beni alacaktın değil mi?
Eteğindeki bozuklukları gözüyle saydı… Bir lira kırkbeş kuruş...
- Bugün çok yorulmuşum…
Az sonra başı düştü… Uyuyakalmıştı…
30 Eylül 2006, Artvin
YAYIN :
01- 01.10.2006 de www.yazımhane.com da yayına girdi.
02- 25.10.2006 de www.ozcanceltik.sistum.com da yayına girdi.
03- 13.11.2006 de www.ozgurpencere.com da yayına girdi.
04- 19.12.2006 de www.dipsizduslersokagı.com da yayına girdi.
05- 15.01.2007 de www.blogcu.com/ozcansanat / da yayına girdi
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.