Yeşim Abla
YEŞİM ABLA
Çocukluğumda, on – on iki yaşarında daha da yakından tanıdığım mahallemizin ablalarından biriydi Yeşim abla. Evlerimiz birbirine yakındı. O yıllarda beni her gün çarşıdaki gazeteciye gönderirdi. Onun gazetesi Günaydın’dı ve gazeteyi eline alışında yaptığı ilk iş, gazetenin Saklambaç ekini almak ve bu eki bir insanı kucaklar gibi sarmalamak ve bağrına basmak olurdu.
Bende de bir merak uyanmıştı. Gazetenin ekinde ne vardı acaba? Gazeteyi aldığım zaman ben de Saklambaç ekini alıp incelemeye başladım. Birbirinden güzel aşk şiirleri vardı. Birbirinden güzel ve yakışıklı fotomodellerin yer aldığı sayfalarda, ya deniz kenarında el ele tutuşmuş bir erkek, bir kız vardır, ya da beyaz gelinlikler içerisinde bir gelin, oldukça yakışıklı bir damat. Demek Yeşim Abla, bunlara özeniyor diye düşünürdüm.
Bir de Yeşim ablanın şiir ve fotoğraflarla süslü güzel bir defteri vardı. Gazeteden beğendiği aşk şiirlerini ve fotoğrafları kesip bu deftere yapıştırmıştı. Kendi el yazısıyla yazılmış şiirler de vardı defterde. Adı sanı duyulmadık insanların şiirleri de vardı; Ümit Yaşar, Orhan Veli gibi şairlerin şiirleri de. Yazısı da çok güzeldi Yeşim ablanın. Lisede derslerinin iyi olmadığı duyardım ama Yeşim abla bu defterine belki de hiçbir ödeve özenmediği ölçüde özenmişti.
Yeşim ablayı görmeye ben de alışmıştım artık. Her gün gazetesini almak bir görev olmaktan çıkmıştı, bir alışkanlık haline gelmişti bende. Gazetesini almamı söylemesine gerek kalmadan gazetesini alır olmuştum. Onu her gün görmem gerekiyordu sanki.
Yeşim ablanın uzun, kumral saçlarını annesi özene bezene tarardı. Yeşim Abla sedire dizlerinin üzerine oturur, annesi kızının ardına geçer, elinde bir kemik tarak vardır, yanında da içinde su olan yayvan bakır bir kap. Kemik tarağı suya batırır ve kızının saçlarını bir heykeltıraş edasıyla taramaya başlardı. Yeşim ablanın saçları beline kadar uzamıştı. O da sanki bir sanatçıya modellik ediyormuş gibi dimdik dururdu.
Güzelliğinin farkındaydı elbet. Bu kumral saçlarının altında bembeyaz bir yüzü vardı. Yüzüyle uyumlu ama saçlarıyla uyumsuz olan ince siyah kaşları herkesin dikkatini çekerdi eminim. Bana baktığında gülümsemezdi belki ama bakışlarındaki derinliği ve yumuşaklığı severdim. Gözleri maviydi ama hiç dikkat çekmezdi. Bir gün gözlerinin mavi olduğunu söylediğimde, birden heyecanlanmış, gözlerinin rengini fark etmemden mutlu olmuş, adeta uçmuştu.
O zamanlar oturduğumuz evler, tek katlı ve bahçeliydi. Bir gün mahallenin delikanlıları Yeşim ablanın evlerine yakın bir bahçede oturmuşlardı. Ben de arkadaşlarımla oradan geçiyordum. İçlerinden biri beni yanlarına çağırdı. Dazlak kafalıydılar. Beyaz pantolon ve beyaz gömlek giymişlerdi. Uzun paçalı pantolonlarının üzerinde kocaman tokalı ve kalın kemerleri vardı. Gömleklerinin düğmeleri de yarıya kadar açıktı. Atlet giymezler, göğüslerinin kılları ise onların kaşıntı alanlarıydı. Bu halleri beni hep güldürürdü.
Hepsi de mahallemizin ağabeyleriydi. İş bulurlarsa çalışırlar, çalışmadıkları zamanların çoğu kahvehane köşelerinde geçerdi. Akşamları aldıkları biraları kuytu köşelerde içerler, geceleri ya topuklu ayakkabıları ile sesler çıkararak gezinti yapıp naralar atarlar, ya da Kemal Sinemasının tozlu oturaklarında “Parçala Behçet” filmi seyrederlerdi. Dillerinden düşürmedikleri “Batsın Bu Dünya..” ya da “Çeşmenin başına bir güzel inmiş” şarkılarıyla gece yarılarına kadar gezip gündüzleri uyurlardı. Mahallenin kızlarını namusları bilip başka mahallenin delikanlıları ile kavgaya tutuşmaktan geri durmazlarken kendileri için her şey mubahtı şüphesiz.
İçlerinden biri bana bir mektup uzattı ve mektubu Yeşim ablaya vermemi söyledi. İşte o sırada fark ettim Yeşim ablanın kendi bahçelerinde gezintide olduğunu. Mektubu büyük bir şaşkınlıkla aldım ve yavaş yavaş yürümeye başladım. Bahçe duvarını geçip Yeşim ablanın yanına vardım ve bir şey söylemeden mektubu uzattım. Yeşim abla, gazetenin Saklambaç ekini aldığı zamanki gibi büyük bir heyecanla mektubu göğsüne götürdü ve saçları havada uçuşarak, hızla evin yolunu tuttu. Gözlerime hiç bakmamıştı. Hiçbir şey söylememişti. Oracıkta onu gözden kaybedene kadar izledim. Büyük bir burukluk yaşıyordum. Bu kara benizli oğlanların mektubunu yırtıp atacak sanıyordum. Bunlardan hangisi sevimli olabilirdi ki... Şaşkın, durgun ve üzgün arkadaşlarımla vedalaşmadan evin yolunu tuttum. Onu tam olarak anlayamamanın sıkıntısını yüreğimde hissettim ve içim acımıştı.
Artık gazetesini almamaya karar verdim. Evlerinin önünden geçmemek için her gün bir sonraki sokaktan dolaştım. Bazen bizim eve annesiyle uğradıklarında yanına hiç uğramadım. Yanından geçtim ama yüzüne hiç bakmadım. Yüreğimi hapsettim kendi içime, duygularımı dizginledim ve bitirdim.
Sonra mı?... Sonra... Yeşim ablayı unuttum bile.
Yıllar sonra bir gün üniversiteye gitmeye hazırlandığım yıl, Yeşim ablayı kocasıyla birlikte annesinin evinden çıkarken gördüm. Beni görünce durdu. Saçları artık uzun değildi, gözlerindeki ışık kaybolmuştu. Yanında uzaklardan bir eş vardı ama o da bizim mahallenin delikanlıları gibi kara kuru bir adamdı. Son derece donuk bir yüzü vardı ve bana veda ediyordu sanki. Ben Yeşim ablaya acımıştım, “Abla, sana neler oldu böyle?” demek geldi içimden. O da bir şeyler söylemek, belki de kendi durumunu anlatmak ister gibiydi ama artık imkansızdı. Ivır zıvır bir iki lafla ayrıldık. Eşiyle giderken ardından bakakalmıştım. Dönüp bir kere olsun geriye bakamazdı biliyordum.
Üniversite yıllarımda tatil dönüşlerinde Yeşim ablayı birkaç kez daha gördüm. Kilo almıştı. Başında bir eşarp, üzerinde uzun klasik bir mantosu vardı. Her yıl bir çocuk doğurmuştu. Konuşması, yörenin kadınlarının konuşmasına benzemişti. Artık o baktığı zaman hiçbir derinliği yoktu. Gözleri süzülmüş ve çökmüştü. Yeşim abla gitmiş, Yeşim Hanım gelmişti yerine.
Biliyordum Yeşim ablayı mutlu edecek, bazı akşamlar ona çiçek getirecek, arada bir mektup yazacak, ona şiirlerle aşkını ilan edecek, onu heyecanlandıracak hiç kimse yoktu. Artık Yeşim abla da yoktu.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.