Dile geldim...
“Gitme uzak yollarına kurban oluyum
Tatlı söyle, dillerine kurban oluyum”
Dil, insanlar arasındaki en etkili anlaşma ve ilişki kurma aracıdır.
Dil, bir ulusun kültür özelliklerinin tümünü içinde barındırır.
Ve her yıl 10 bine yakın dil, yok olup gitmektedir. Dili, kültürü yok olan bir ulus da yok olur.
Türkçe; en eski ve en zengin dillerden birisidir.
“Bir lisan, bir insandır”… Dünyada ne kadar dil varsa, mümkünse hepsini öğrenelim. Ama bu zengin dilimizi ve kültürümüzün yok olmasına izin vermeyelim. Arapça’yı da, Farsça’yı da, İngilizce’yi de öğrenmek, bilmek, çağdaş bir insan için hep artılardır. Ama bu dilleri günlük konuşmalarımızda, işyeri adlarımızda, yazışmalarımızda kullanıp, kendi dilimizi bozmak, bu dile yapılacak en büyük kötülüktür ve hatta vatan hainliğiyle eşdeğerdir.
Konumuz “dil yarası” değil. “Dil şâd olacak diye kaç yıl avuttu felek”ten de söz etmeyeceğiz.
Kiminin “dili şişer”, kiminin “dili sürçer” de, “Allah kimseyi dillere düşürmesin”.
Bizim anlatmaktan “dilimizde tüy bitti” ama ilgililerin, yetkililerin “dili tutuldu” galiba. İşte bu etkili-yetkili-ilgileri “dillere destan etmek” de yine bize düştü… Amacımız, bu ilgili-yetkili kişilere “dil uzatmak” değil ama, halkımızın “dilinin ucunda” olup da söyleyemediklerini “dile getirmek” de bizim görevimiz…
“Dilinin altındaki baklayı çıkar” artık diyenler vardır şimdi…Bunca yıldır hep “dilimizin cezasını çeksek” de, yıllardır “dilimize doladığımız” dilimize sahip çıkma konusunu, bıkmadan, usanmadan “dillendirmeye” devam etmekten başka yol yok. “Ana dil”imize borcumuz, ülkemize, halkımıza görevimiz bu…
Hay “dilimi eşek arısı soksa”ydı da, adam gibi anlatabilseydik herkese, konunun önemini. Türkçe’de kullanılan sözcüklerin yüzde 58’inin arı Türkçe, yüzde 23’ünün Arapça, yüzde 4’ünün Farsça, yüzde 15’inin de Batı kökenli sözcükler olduğu saptanmış… Bu oranı artırmak veya en azından korumak yerine, hâlâ siyasî, ticarî, ve biraz da kurnazlıkla (İnsanlar anlamadıkları şeyleri daha çok takdir eder anlayışıyla”, yazıda, nutukta, konuşmada, ad vermede, çoğu zaman anlaşılması güç “dil dökenler”, kendi dillerini katlettiklerinin farkında mı acaba?
Eskiden matematik öğretmenleri, üçgenin alan formülünü öğretirken “Yek müsellesin mesa-i sathiyesi, kaide ile irtifanın zarbının nıfsına kaimdir” derlerdi… Anlamı, “Bir üçgenin alanı; tabanı ile yüksekliğinin çarpımının yarısına eşittir” demek. Hangisi kolay anlaşılıyor dersiniz.
Bu arada “bu kısacık yazında bile, kaç tane yabancı kökenli sözcük kullandığının farkında mısın?” diyenler olabilir. Haklılar da… Ama amacım, ille öz Türkçe kullanacağım diye anlatılanları anlaşılmaz kılmak değil. Dil, zorlama kabul etmez çünkü… Yüzyıllardır dilimize yerleşmiş ve tam Türkçe karşılığı olmayan sözcükleri de, özenle kullanmamaya çalışmak, “dil”i bozan bir etkendir.
Önemli olan tam, doğru anlaşırken, Türkçe sözcükleri seçmek ve Türkçe’yi kurallarına uygun kullanmak. “Tatlı dil, güler yüz” gibisi var mı?
“Tatlı dil”le güler yüz bir araya gelince, Neşet Ertaş’a “Tatlı dile, güler yüze doyulur mu, doyulur mu?” diye dizeler döktüren güzellikler; Gülşen Kutlu’nun türkülerine de;
Dile geldim, dile geldim
Bülbül oldum, dile geldim
Öyle bir gülüşün var ki
Dilsiz idim, dile geldim
Diye yansıyor.
Bugün ben de, “dil”imizin içinde bulunduğu durumdan kaygılanıp, “dile geldim”…
Benim “gönül dilim” böyle diyor. “Akıl dilim” de…
Ya sizin?