SAVCI BEY
Şahsenem bağlarında o sabah yine kuşluk vaktinin alaca karanlığında bülbül sesleri öyle bir şakımaya başlamışlardı ki birbirleriyle yarışırcasına Kayaaltı inlemeye devam ediyordu. Uzun serviler, kavaklar, su kenarlarını süsleyen gilaboru ağaçları, ceviz ağacı, elma, kayısı ağaçları, hep sıra sıra dizilmişlerdi sanki. Herkes bu yanık sese kulak veriyordu. Bülbüllerin her sabah başlayan bu hengamesi bu yaz günlerinde öğle sıcaklarına kadar sürerdi. Sabah vakti alaca karanlıkta hocanın Bayramlı Camiinin minaresinden okuduğu ezan sesi, bülbül sesine karıştı. Hocanın ezan sesini bekleyen mahallenin köpekleri ile çoban köpekleri içten gelen ulumalarla sanki bir ölüm hüznü verebilmek için olanca gayreti gösteriyorlardı. Bayramlı’da birkaç evin camında gaz lambalarının, çıraların aydınlattığı belli belirsiz bir ışık odaları sardı. Belli ki sabah namazı için kalkmış birkaç ihtiyar, öbür dünyanın kaygısıyla belki Kur’an’dan süreler okumuşlar, şimdi de namazlarını kılacaklardı. Daha sabahı hissetmek için erkendi, ölüm kuşu yakalamadan öteki dünyaya ait bir şeyler koymanın tam vaktiydi.
Savcı Bey, yeni tayin olduğu bu kasabada ilk görev yerinin heyecanı ile olsa gerek herkesle kucaklaşmak ve kasabayı her yönüyle tanımak istiyordu. Sabahın erinde köpeklerden korkmasına rağmen bir gölge gibi Gaz Irmağının kenarına sinip çevreye bakışı da bundandı. Kendini iyi hissetmiyordu. Akşam Gaz Irmağının kenarında Cümbüşçü Kara Kemal’in ve arkadaşlarının misafiri olmuş, gece geç vakitlere kadar ucuz şaraplar ve rakı içmişler, türküler, şarkılar söyleyerek eğlenmişlerdi. Bir türlü “Savcı Bey” dediremediği bu samimi insanlar, adını da söylemezler, kendi yöresel dillerince ve enteresan vurguyla “Savcı Beee” derlerdi. Cümbüşçü Kara Kemal ve arkadaşları düğünlerde çalgıcılık yaparlar, kazandıkları parayla da Şamsenem bağlarında gece geç vakte kadar alemde olurlardı. Aralarına bazen diğer çalgıcılar da karıştığı gibi, bazen de böyle kasabanın ileri gelenlerinden birileri de yaşadıkları efkarı dağıtmak için pek sık olmasa da gelirlerdi. Bu sofraya katılmak isteyen kelli felli biriyse bir şişe rakı alır gelirdi. Böyle zamanlarda telleri paslanmış cümbüşün sesi biraz daha iştahla çıkardı. Eğer rakı alabilecek kadar parası olan kimse o günkü aleme katılmamışsa ucuz şaraba devam edilirdi.
Savcı Bey, alaca karanlıkta mırıldandığını fark etti. Acaba bu mırıltı, içindeki korkuyu bastırmak için miydi, yoksa gece çok hoşuna giden bir türkünün etkileri miydi, bilmiyordu. “Kız saçını kim ördü yar yar yandım / Ördü ise yar ördü hop tirinaynam tirinaynam / Kız ben seni öperken yar yar yar yandım/ Ay karanlık kim gördü hop tirinaynam tirinaynam” Bu paslı cümbüşün bu sesleri nasıl çıkarabildiğine duyduğu şaşkınlık hala devam ediyordu. Kuş seslerini andıran bu ara geçişler yok mu, bu sanatçılar burada unutulmuş olmalı diye düşünüyordu.
Cümbüşçü Kara Kemal, yaz kış çıkarmadığı uzun paltosu ile dolaşırdı. Ceket giydiği zamanlar pek nadirdi. Kendi halinde geçirdiği bir ömürde yavaş yavaş cümbüşünün saltanatının bitişini görüyordu. Lakin elinden de bir şeyler gelmiyordu. Bir zamanlar İstanbul’da Beşiktaş’ta el üstünde tutulduğu günleri, yokluğun sıkıntının olmadığı o tatlı zamanları özleyip dursa da geçmişi geri getirememenin imkansızlığı, o günlerde bir köşeye bir şeyler koyamamanın sıkıntıları yüreğindeki yangının ateşlenmesine neden oluyor, çaresizlik ucuz Buzbağ şarabının kırmızı yudumlarında eriyip gidiyordu.
Bu türkünün kendisini niye bu kadar etkilediğini düşünürken, “Savcı Beee seni burda baş göz edelim!” diyen cüretkar sesi hatırlayıverdi. “Hıh” diye hayıflandı. Lakin aklının ucuna takılan Ayşe geldi aklına. Lise son sınıfların İngilizce dersine giren Savcı Bey, hala örgülü saçlarla okula gelen bu basit görünüşlü sade kıza ilgi duyuyor olamazdı ya! Sonra kasabalı ne derdi? Zaten şu alemlere katıldığı için neler diyorlardır ama kasabalı adamın yüzüne konuşmazdı. En iyi çalışan fiskos gazetesiydi. Bir de radyonun ajansları... Radyodan haberleri dinleyip millete ahkam kesenler, Demokrat Parti’nin astığı astık kestiği kestik kalantor adamları, bir halttan anlamayan yerli memurlar, dışardan gelip dişe dokunabilen birkaç müdür dışında kimler vardı ki etrafında?... Demokrat Partililere yağcılıktan öte hiçbir iş yapmayan “Moloz Kaymakam”ı da sayarsak kadro tamam olurdu. Şimdi bu adamların yanında şu Çümbüşçü Kara Kemal ve arkadaşları ne kadar samimi idiler. Hiçbir beklentileri yok, Savcı Bey’e işleri düşmez, kapısını çalmazlar, kendi menfaatlerine kullanmazlar kimseyi.
Savcı Bey, boş zamanlarında kasabayı adım adım geziyordu. Hemen hemen her evden gelen kitkit seslerini duyuyor, halı dokuyan kadınların yanına uğruyordu. Kadınlar bu genç adamın savcı olduğunu öğrenmişlerdi. Onu görünce hemen yapıklarını yüzlerine gözlerine bürüyorlar, Savcı Beyin sorularına sadece gülüyorlar ve kafalarını çeviriyorlardı. Genç kızlar ise onlara göre daha medenice cevaplar veriyorlardı. Lakin bir Savcı’nın halı dokuyan kadınlarla ne işi olur, anlamıyorlardı. Lakin birbirleriyle konuşurken de bunu bir övünç vesilesi yapmaktan da geri durmuyorlardı. “Bizim eve de geldi gıııy!” diye başlayan muhabbetler farklı bir çizgilere taşınıyor, Savcının bekar olduğu için kendine münasip bir kız aradığına kadar varıyordu. Durum böyle olunca evlenecek çağda kızı olan her kadın, içinden “keşke bizim kızı beğense de...” diye bir iç geçirmeyle otururken, Genç Savcının kendi evlerine uğramadığına üzülenler, bu durumu belli etmeden “Anası babası yok muymuş, böyle kız mı aranırmış, Tangır canını almaya!” diyerek kaba Oğuz lisanınca iç ezikliklerini dile getiriyorlardı.
Aslında Savcı Bey, halktan herkesle iç içe oluyordu. Köylüsü kasabalısı elinden kurtulamıyordu. Avcılarla ava çıkıyor, esnaflarla söyleşiyor, köyleri geziyor, hatta kimi zaman vakti yetiremediğinde köylerde yatıya kalıyordu. Kasabanın etrafını artık bir kasabalı kadar adım adım dolaşmıştı. Araziyi tanıyordu. Köyleri, köylüleri belli başlı sülaleleri öğrenmişti. Hatta çobanları, hayvan sürülerini, hayvan sürülerinin nerede barındıklarını bile biliyordu.
Tohumluğun Mustafa ile bir gün avdan dönerken Delişmen adında bir çobana rastlamışlardı. Tohumluğun Mustafa mugallit bir adamdı. Savcı Bey’e :
-Gel Savcı Bee, şu Delişmen çobana biraz takılalım demişti.
Savcı Bey de uymuştu onun sözüne.
-Selamün aleyküm Delişmen!
-Aleyküm selam ağoom!
Delişmen, ince zayıf ama iri kemikli uzun bir adam. Kara yağız, yanık bir yüzü var. Yüzündeki kemikler dışa çıkık, boğazında kaval kemiği ise düdük gibi ortada. Elleri yaba gibi, kocaman, iri iri parmakları var. Halbuki Savcı Bey öyle mi, ince yapılı, nazik bir adam... Tohumluğun Mustafa ise tombul ama o da kendince iri kıyım bir adam...
Uzaktan uzağa selamlaşma oldu ama Savcı Bey, koyunların arasına karışmış Çoban köpeklerini yeni fark etmişti. O an geldiğine geleceğine pişmandı ama yapacak da bir şey yoktu artık. Hele bir de Delişmene yaklaştıklarında iri kıyım, tasmalı bir köpek, hırıltılı seslerle yanlamaz mı onlara doğru. İş çığırından çıkıyordu ki Delişmen elindeki çoban değneğini köpeğin önüne sertçe bir fırlatmaz mı? Köpek bu ihtar karşısında öyle garip sesler çıkararak koyunun içine karışıverdi.
Tohumluğun Mustafa ağzını yaya yaya Delişmen’e konuştu:
-Noö Lan Delişmen, saçın sakalın birbirine karışmış, Gigi’nin Papazına dönmüşsün aslanım!
Delişmen:
- Noörek Ağaoom, yazıda yabanda tıraş olacak halimiz yok ya...
Tohumluğun Mustafa, Savcı Bey’e dürttü. Delişmen’e soru sor gibi bir kafa işareti yaptı.
Savcı, sürüyü göstererek:
-Bunlar da ne Delişmen?
-Sürü mürü, davar mavar, sen hangisini seversen beeem!
İşte Tohumluğun Mustafa’nın söyletmek istediği laf buydu. Delişmen bu tür sorulara hep böyle “sürü mürü”, “davar mavar” gibi cevaplar verirdi.
Tohumluğun Mustafa lafa karıştı.
-Lan aslanım sürü sürü de mürüsü ne?
Delişmen ciddi ciddi cevapladı:
-Sürü şu büyük hayvanlar ağam, mürü de şu ufak olanları zaar!
Tohumluğun Mustafa:
-Delişmen, ekmağan peynirin yok mu, şurada bir ateş yak da gızdırıp yiyek aslanım!
Delişmen hemen azık torbasını çıkarıp içinden iki kuru ekmek çıkarıyordu ki Savcı Bey, bu işten rahatsız oldu.
-Yok yok Delişmen bizim karnımız tok, bize müsaade!
Savcı Bey, fakir fukara halkın bu derece davranmasını bir asalet örneği olarak görüyordu. Kim olursa olsun, kuru bir ekmeği de olsa insanlar misafirlerine ikramdan geri durmuyorlardı.
Keç, keç, keç diye seslenen Delişmen koca sürüyü bir anda hareket ettirip uzaklaştı.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.