suçüstü
Dağın dibinden başlayarak vadiye uzanan bir koruluktan yayılan ses, dağlara vurup geri dönüyordu. Ses taa ormanın uç kısmından başlayıp ormanın içinden geçen kuru derenin içindeki zakkumları yalayarak gerisin geri yankılanıyordu. Rüzgar hafiften ağaçların başlarını okşuyor, kuru havayı ormanın içine üfürüyordu.
Hummalı bir çalışmaya koyulmuş olan Hasan endişe içinde etrafa göz gezdirip, yeniden işe koyuluyordu. Elinde tahrası yere çaldığı bir çam ağacından hıncını alır gibi vuruyordu. Zavallının çamın gövdesinden kollarını ayırmaya devam ediyordu. Aklından binbir türlü hikaye geçip gidiyordu.
Atalarından dinlediği, ağaç kesmenin cezasının cehennemde aynı cezayı alacağını geçiriyordu aklından. Sorgucuya cevap veremeyince kolları yanlarından ayrılıyordu cehennem zebanileri tarafından. Bir an toparlanıp, kötü düşünceleri kafasından kovuyor, gerçek dünyaya dönüyordu. Sonra yeniden korku bastırıyordu. Soludukça ilik terler boşanıyordu gövdesinden aşağı. Birden orman yeşili üniformasıyla bir ormancının yanından usulca yaklaşarak "Hey sen ne yapıyorsun orada bakalım" deyişine kulak kabartıyordu. Sık sık çalıların arkasına giderek acelece işiyordu. Her yanını suçluluk ve korku kaplıyordu.
Bir taraftan taze, güzelim dalları kesmeye devam ederken, korkusunu yenemiyor, fakat bir taraftan da kestiği dalları toprak yığınının üzerine istif ediyordu. Üç bent yapmıştı. Aceleyle yıkılan bentin birini yeniden düzeltirken, bir ıslık geçti kulağını yalayarak. Kafasını çevirmeden "Yakalandım" dedi. Ağır ağır kafasını kaldırıp, kaçmaya hazır vaziyete geldi. Çoban Sülo’yu görünce yerden ani bir hareketle aldığı taşı fırlatıverdi. Ödünü koparmıştı çoban çocuk.
Bu tufan geçer geçmez, bir bent daha hazırlamak için işe koyuldu. Acelesinden eşeğin mayısladığı yere basıp zınk diye oturuvermişti. Her tarafı ağrı içindeydi. Bir sigara yaktı.
Sigarayı yer gibi acelece içiyor, terden ıslanmış sigara izmaritinden duman gelmeyişine küfrü basıyordu. İzmariti yere attı. Tam ezecekti ki, yan tarafında beliren gölgeyle kendine geldi.
Gölgenin yavaşça çalıların hışırtıları arasında kendine doğru gelişini seyretti. Seyrelmiş ormanın arka yüzünden güneşin vurduğu beden dev bir gölge gibi yaklaşıyordu. Bir düdük sesiyle irkildi. Uzaktan gelen bu sesi gölgeyle birleştirince, sessizleşen orman daha bir korkutuyordu.
Dördüncü bentide dizince eşeği murt çalılarının arasından toprak yola çekti. Bentleri yükledi. Yük bir tarafa yıkılmasın diye öbür tarafına eşitliğince bir kaya parçası yerleştirdi. Ellerinin üzerleri kanamış, havanın ayazında sızlıyordu. Heybeyi de eşeğin üzerine denk ettikten sonra yola koyuldular. Yol borma bozuktu. Deli Haydarın aylarca köy salmasından aldığı yevmiyeyle yaptığı kayalık bir yoldu. İşte düzlüğe geliyoruz dedi içinden.
Tam yolun düzgün kısmına gelmişti ki, sigarasını tüttüren ormancı Halil bir taşın üstüne oturmuş, ayağıyla hafif hafif taşların arasından toprak dökerek oyalanıyor, kendisini bekliyordu.
Ormancı Halil doğruldu. belindeki kayış parıldadı. Güneş yüzünü kavurmuşçasına alnından terler boşanıyordu. Bir öksürdü. Şapkasını çıkarıp sol eline aldı. Belindeki tabancanın kabzasını kavrayarak, sadece "Suçüstü" dedi.
On dakika sonra köydeydiler. Hasan önde, eşek ortada, Ormancı Halil arkada köy meydanına salınarak vardıklarında, muhtar elinde bir kasa üzümle köy odasına çıkıyordu. Köşeden çıkar çıkmaz, kahveci çayı kapmış yetiştirmeye çalışıyordu. Ormancı Halil içinden "yağma yok. bu sefer, maalesef muhtar efendi" dedi köy kahvesinin önünde birikmiş ahaliyi selamlayarak. Çayını alırken kahvecinin şaşkın yüzüne bakarak “çünkü bunun adı suçüstü olur" dedi tebessümle...