ZELİHA
Zeliha sabaha karşı birden yekindi, kalktı yatağından.Bir ses mi duymuştu ne? Yoksa yanılıyor muydu? Bu kaçıncı yatağından irkilerek kalkmasıydı, bilmiyordu. Uzaklardan gittikçe çoğalarak, yankılanarak kendisine ulaşan ses yabancı gelmiyordu. Önce pek kestiremedi. İçini kemiren bir duyguyla odadan dışarı çıktı. Çevresini dinledi. Hiçbir ses duyulmuyordu. Endişeliydi. Bir çırpıda damın merdiveninden dama ulaştı. Damın ucuna kadar geldi. İleriye mezarlığın üst tarafından geçen yola baktı. Sabaha karşı her tarafı sis bastırmıştı. Gözlerini kıstı. Bir elini gözlerinin üstünde tutarak, bütün dikkatiyle mezarlığın üstündeki yola bakıyordu. Birisini bekliyor gibiydi. Birden içinde bir ürperti duydu. Mezarlığın üst tarafında bir karaltı vardı. Bunun bir armut ağacı olduğunu anlayıncaya kadar sürdü sevinci. Armut ağacının orda olduğunu biliyordu oysa. Sarsılmıştı. Bir umutsuzluk çöktü içine, gidip loğun üstüne oturdu. Taş buz gibiydi. Sabaha karşı düşen çığ damı ıslatmıştı. Damın üstünde ve saçaklarında, yeni sararmnaya başlayan küçük yeşil otları görüyordu. Bakışlarını armut ağacına dikti.
Kuzeydeki dağın etekleri dar bir boğazdan geçtikten sonra, aşağıya doğru kayardı. Dağdan gelen rüzgar bu yamaçları yalayarak giderdi. Dalları çalıya benzeyen armut ağacı bu rüzgara karşı boynunu bükmüş gibi dururdu. Armut ağacının kaç yaşında olduğunu bilmezdi Zeliha. Kendisi bir çocukken bile bu armut ağacı vardı. Şimdiye dek merakta etmemişti. Armut ağacının kaç yaşında olduğunu. Çok yaşlı olması gerekirdi. Gövdesinin bir kısmı çürümeye yüz tutmuştu. Yine de ayakta kalmak için gösterdiği çabaları görüyordu armut ağacında. Mezarlığın üst kıyısında, ayakta durmaya çalışan armut ağacının yanında iki küçük armut ağacı daha vardı. Ağaçlar mezarlığın sessizliğini bozmak istemiyor gibiydiler. Rüzgara karşı suskun ve ürkek duruyorlardı.
Zeliha, bakışlarını sağa güneye, ileriye doğru uzattı. Bağlar deresinin sisi tepelere kadar uzanıyordu. Tepeler sisin içinde belli belirsiz gözüküyordu. Sis yavaş yavaş dağılmaya başladığında, tepeler birbiri ardınca büyüyerek, çıplak dağlara doğru uzanıyordu.
İşte şehir bu çıplak dağların ardındaydı. Zeliha’nın içinde bir sevinç dalgası kabardı. Ne zaman şehir aklına düşse, bir çocuk gibi seviniyordu. Bu hep böyle oluyordu. Sevinçten yerinde duramıyordu.
Şehri birkaç görmüştü Zeliha. İlkin Çukurova’ya pamuk toplamaya giderken şehrin içinden geçmişlerdi. O zaman daha çocuk sayılırdı. Birde on beş, on altı yaşlarında gitmişti Çukurova’ya. Bir kamyonun üstünde gidiyorlardı. İlk kez görmüştü o delikanlıyı. Aynı kamyonda gidiyorlardı. Yüreğinde bir ılıklaşma duydu.Onu daha sonra hiç aklından çıkaramadı. O da Çukurova’ya pamuk toplamaya gidiyordu. Çukurova’da akşamları çadırda kalıyorlardı. Şehri o zamandan beri kafasından silkip atamamıştı. Geniş yolları vardı şehrin. İçinde koca koca veler vardı. Bir kez de düğün hazırlığı için gitmişti şehre. O zaman düğün için gerekli olanları almışlar, bir aşevinde yemek yemişler,akşam şehirde biraz gezmişler, gece de bir yakınlarında kalmışlardı... Aşağıdan kaynanasının “ gelin, gelin...” diye bağıran öfkeli sesini duyunca irkildi. “ Bu kadın benden ne istiyor, sabahtan akşama dek adımı sesleniyor” dedi kendi kendine. Birden bir tiksinti duydu yaşamaktan.
Yavaşça dağılmaya başlayan sis yerini aydınlığa bırakıyordu. Dağın ufukla birleşen kısmında bir kızartı oluşmaya başlamıştı. Bu kızartı giderek aydınlığa dönüşüyordu. Birkaç kişinin öküzlerle geçtiğini gördü. Öküzlerin nefesleri dumanlanıyordu. Öküzler başlarını sağa, sola çevirerek ağır ağır gidiyorlardı. Birden ahırdaki inek geldi aklına. Nahır köyün meydanında böğüreşerek toplanmaya başlamıştı. Damdan indi. Birden bire kaynanasıyla karşı karşıya geldi. Kaynanası, “Damda ne işin var sabah sabah” dedi. “Hiç” dedi Zeliha. Dik dik “buyur ana” dedi. Zeliha bütün yaşamında kimseye boyun eğmemişti. Şimdi kaynanasına mı boyun eğecekti? Kaynanası “ yapacak bir sürü işimiz var, bak nahır toplanmaya başladı bile, daha süt sağılacak, hayvanlar yemlenecek, bizim gelin damın başında geziyor.” dedi.Kaynanası Zeliha’ya öfkeyle baktı. Sonra elindeki satırı Zeliha’ya uzattı. Zeliha tahta merdivenleri hızla inerek , ahıra doğru yöneldi. Ahırın önü hayvan pisliği ve saman döküntüleriyle doluydu. Ahırın kapısını açınca, burnuna keskin bir gübre kokusu geldi. İnek Zeliha’yı görünce tanımış gibi böğürdü. Zeliha elindeki satırı yere bıraktı. İnek yatıyordu. Gitti ineğin yanına çömeldi. Bir eliyle ineğin boynundaki ipi tuttu. Diğer eliyle ineğin başını sıvazlamaya başladı. İnek başını ileriye doğru uzattı. Gözlerini kapadı. Sevildiğini anlıyordu. Zeliha elini ineğin boynundan başlayarak sırtına doğru birkaç kez gezdirdi. Sonra beline hafifçe vurarak ineği kaldırdı. Sütünü sağdı. Buzağıyı çözdü. Buzağı ineğin memesine atıldı, çekiştirmeye başladı. İnek memesini çekiştiren buzağasını uzun ve yassı diliyle yalamaya koyuldu. Zeliha sonra buzağıyı yeniden yerine bağladı. İneğin başından ipini çıkararak dışarıya sürdü. İnek dışarıya çıkmadan, döndü buzağıya baktı. Bir türlü dışarıya çıkmak istemiyordu. Buzağı, ineğğe yaklaşmak istiyor, bağını zorluyordu.
Zeliha sütü ocağa koyunca doğru odasına girdi. Kocası kalkmış giyiniyordu. Birden bir tiksinti duydu kocasından. Daha yeni evli sayılırlardı. Çocukları bile olmamıştı. Bunca zaman nasıl yaşamıştı bu adamla. Bu soru kafasında çalkalandı. Kocası Zeliha’ya yaklaşmak istedi. Zeliha bir eliyle itti kocasını. Şimdiye dek bu kadar soğukluk hissetmemişti kocasına karşı. Seviyor muydu kocasını? Bunu düşünmemişti şimdiye değin. Kendi kendine seviyorum herhalde dedi. Sevip, sevmediğini kendide bilmiyordu. Sonra gençliğindeki yavuklusu geldi aklına. Yüreği cız etti. Kocasını sevmediğini o zaman anladı. Duvarda asılı duran aynanın karşısına geçti. Yüzünün sarardığını gördü. Bir süre kendini seyretti. Ne kadarda güzeldi eskiden. Şimdi bu güzelliğin hiç birini göremiyordu kendinde. İçinden aynayı kırmak, parçalamak geldi. Ayna şimdi ona çirkinleşen bozulan gençliğini yansıtıyordu. Öfkeyle ayrıldı, aynanın karşısından. Yatağını düzeltti. Odadaki sandalyelerin yerlerini değiştirdi. Odayı süpürdü. Odada yapacak işi ktalmamıştı. Odada şaşkın şaşkın biraz dolaştı. Sonra sandalyeleri yine eski yerine getirdi. Ne yapacağını bilemez olmuştu. İçindeki sıkıntı gittikçe büyüyor, dayanılmaz oluyordu. Koca dağlar üstüne devriliyor gibiydi. Nefes almakta güçlük çekiyordu. Boğazına bir şeyler düğümleniyordu. Ağlamak istedi ağlayamadı. Ağlasa belki biraz açılırdı. Bir külçe gibi kendini yatağa attı. Sırt üstü uzandı. Odanın tavanında odayı boydan boya geçen merteklere baktı. Bakışları anlamsızlaştı. Düşünmek istiyor, düşünemiyordu. Anlamsızca baktı, merteklerin arasındaki ağaç parçacıklarını gördü. Ağaç parçacıklarının arasından sarkan kuru çam dallarının yapraklarını gördü. Şimdiye dek hiç dikkat etmemişti bunlara. Bakışları, düşüncesi dağılıp gidiyordu. Düşüncesini toparlamaya çalışıyor, bir türlü başaramıyordu. Düşüncesi, kendisinden ötelere, uzaklara bir sel gibi akıp gidiyordu. Bu karışıklık içinde kıvranıyordu. Bazan birdenbire gözlerinin önünden şehrin görüntüsü geçiyordu. O zaman biraz rahatlar gibi oluyordu. Yumuşak, sıcak, bembeyaz ekmekleri özlüyordu. Şehir ona göre uzaklardaki yıldızlar gibi erişilmezdi. Bir ışık seliydi şehir. Kaynanasının “Zeliha, Zeliha” diye bağıran sesini duyuyordu odadan. Aldırmadı. Yine şehri düşünmeye başladı. Şehri düşündükçe rahatlıyordu.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.