ACI ARASI ÇARESİZLİK VAR ÖĞÜNDE (5)
Ne zormuş; sevdiğini ebedi bir yolculuğa çıkarmak, yolcu etmek. Ağlayamıyordum boğazımda ki yumrulardan. Bağırıp çağırmak istiyordum; yine çaresizlik hakimdi sesime. Şuan yaşadıklarımı anlatacak ne kelime, ne imge bulabiliyorum. Sanırım "yaşamak gerek" denilecek durumlardan biri de bu işte.
Herkes bir şeyler konuşuyordu; kısık telaşlı seslerle. Odasında, yerde, öylece yatmayacaktı tabii. Dünyada ki son yatağına yerleştirilmeliydi bedeni. O gün öğrendim; dedemin son mekanı memleketinde olacakmış. Bütün hazırlıklar o yöndeymiş. Herşey hazırlandı. Dedem dört kollu denilen tahtıyla son kez çıktı; senelerce çalışıp didinerek, emekli oldup elde ettiği tekavüt parasıyla aldığı evinden; dönmemek üzere. Babaannemin elindeydi anahtar. Kapının önünde durup içeriye şöyle bir göz gezdirdi. Sanki o anda kapıyı kilitlememek için direniyordu. Kilitlediği anda; bir hayatın üzerine, bittiğine dair son imzasını atacağını düşünüyor gibiydi. Ama bu sefer evini güvence altına almak için anahtarı yuvasında döndürmek onun göreviydi; altmış küsur senedir evinin erkeği olmuş hayat arkadaşının yerine. En çökmüş haliydi babaannemin. Görevini yerine getirdi getirmesine de; sonra arkasını dönüp evine, iyi kötü bir sürü günü paylaştığı arkadaşını son yolculuğa uğurlamak için yola çıkacak güç gidivermişti ayaklarından. Kolundan tutanlar olmasa, yığılıvericekti oraya.
Önce senelerdir yaşadığı semtin camiinde namazı kılındı; musalla taşından bizi seyrederken dedem. Hep o daracık yerde oluşu daraltıyordu kalbimi. O özgür, o kıpır kıpır, o yerinde duramayan adam, şimdi daracık dört kolluda öylece yatıyordu.
Sonra herkes araçlara yerleşti. Dedem, babam ve kuzenim beraberdi bir araçta. Bizler de bir minibüsle peşisıra gidiyorduk, memleketine doğru. On bir, on iki saatlik bir yolculuktu bu. Kimse doğru düzgün konuşmadı, kimse uyumadı da. Ya da uyuyamadı. Senelerdir görmediğim dede, baba memleketime, seneler sonra böyle bir nedenle geleceğim hiç aklıma gelmemişti doğrusu. Nisan başıydı; karadenizin hala kış olduğu zamanlardı. Halâ yollar kar doluydu. Gece vardık varacağımız yere. O gece dedem morg soğuğuyla başbaşa kaldı; biz de onun yokluğunun soğuğuyla. Sabah bizi bir yaz güneşi karşıladı. Sıcacık bir gün. Sanki son günlerde dedemin ne kadar üşüdüğünü, son gecesini morgda geçirdiğini biliyormuş da, onu ısıtmak istiyormuş gibi güneş en sıcak haliyle almıştı yerini.
Merkezden köyüne çıkarıldı dedem. Bilindik merasimlerle toprağa verildi. Sonra; annem, yengem, teyzem ve ben onu ebedi mekanında ziyarete gittik. Üzerine küçük bir tepe halinde toprağı yığılmıştı. Ve toprağının üzerinde de; son gününde bile "maçı aldık mı" diye sorduğu Beşiktaş’ının atkısı duruyordu. Ona yattığı yerde, çok sevdiği Beşiktaş’ından haberler verecekmiş gibi.
Bıraktık öylece, yattığı yerde. Ne gelirdi ki elden? Dudaklara dualar yerleştirmekten başka neye sığınılırdı? Birkaç saat sonra iyice uzaklaşacaktık. Durup durup akıyordu gözyaşlarım. Ellerim sağnakları silmek için uzanıyordu; ama içimde kopan fırtınaları neyle dindireceğimi bilmiyordum. Yüreğim; hüznün ellerinde çırpınırken, en acıyı yaşadığını zannederken; felaket telallığı görevini üstlenmiş telefonum yine duyurdu sesini. Gerçi ben "alo" diyene kadar nasıl bir haberle karşılaşacağımdan habersizdim...
ASLI DEMİREL...
(devam edecek)
YORUMLAR
Sevgili aslı.Ben dedemi hiç tanımadım , ne mutlu ki sana ve dedene böyle büyük bir sevgiyi paylaşmışsınız.Dedemin mezarına gittiğimde hiçbirşey hissedemiyorum.Sadece orada o mezarda dedem yatıyor bunu biliyorum ve biliyorum ki o beni görüyor.
Sabır diliyorum ve bu güzel yazınız için sizi kutluyorum.
Sevgilerimle...