İŞSİZLİK VE ZAMAN
Evde oturmuş müzik dinliyor, kahve içiyordum. Son minik kahve poşetini de fincana dökmüştüm. Kahvesiz ve sigarasız kalmak benim için büyük sorundu. Birçok şeysiz yaşamaya alışmıştım da kahvesiz ve sigarasız yaşamaya bir türlü alışamamıştım!. Elde kalan son bozuk paraları da denkleştirip bir paket sigara almıştım.Yarın ne olacağını ise henüz bilmiyordum. (Her zaman olduğu gibi..) Ama bugüne kadar hep bir şeyler olmuştur böyle anlarda. Garip rastlantılar.. Rastlantısal doğrular. Ben dengemi kaybeder kaybeder de bu rastlantıların, şekle kalıba soktuğu doğrularda aklanır paklanır, yenilenirdim.
Bir şekilde paçayı yırtmayı başarmışımdır. Ya sürpriz bir arkadaş yetişmiştir imdadıma ya da çoktan unutulmuş bir tanıdık. Ama dedim ya hep bir şeyler olmuştur diye. Tabi işin bu kısmı şansa kalıyordu. Benim gibi yaşayan birisi için şans kelimesinin sözlükteki anlamından başkaca anlamları vardı. Beklenilenin, ne zaman ne şekilde geleceği bir türlü kestirilemeyenin, anlık rahatlamanın, köşeye sıkışmışlıklardan, o dinmez karın ağrılarıyla geçen –ama bir türlü geçmeyen– rengi koyu karanlık duygulardan kurtuluş demekti; şans.
İşsiz biri için hayatta çok fazla güçlük vardı. Asıl şans sözcüğünün bu işsizlik denen husumetle hayatlarının evresinde bir kere bile yüzleşmemiş olanlara özgü bir kavram olduğundan hiç kuşkum yoktu. Tabi bu evreyi kısa zamanda atlatanlar da şans sözcüğünün asıl kavramından nasiplerini almış sayılırlardı.
Ben uzun süren bir diyet dönemindeydim. Öyle ki en son hangi tarihte bir işte çalıştığımı ve düzenli olarak elime hangi gün para geçtiğini hatırlamayacak kadar uzun sürmüştü bu işsizlik süreci.
Birbirine fazlasıyla benzeşen, hiçlik ve yokluk kavramlarıyla haşir neşirdim. Elini attığında ihtiyaç duyduğun şeylerin birer birer yoksunluğunu hissetmek, zamanla hiçliği, hiçliğin beraberinde hiçleşmeyi getiriyordu.
Bir Cuma sabahı... Bütün diğer sabahlar gibiydi. Cuma’nın özü, kendine has dokusu, kokusu neredeydi? Bir zamanlar kaynaşıp, sıkı fıkı bir bağ kurduğum –öyle olduğuna iyiden iyiye inandığım– dost eğlencelerinin yerinde hangi yeller esiyordu?
Bir bahar yağmuru... Bütün diğer bahar yağmurları gibiydi. Islanıyordum. Sırılsıklamdım. Damlacıkların yıkayıp pakladığı yüzüm, uykusuzluğumdan dışarıya taşmış gözlerim kaç bahardır farklı yağmurlarda ama aynı duygular eşliğinde ıslanıyordu!
Bir yaz sıcağı... Bütün diğer yaz sıcakları gibiydi. Yanıyordum alev alev. Yüzüm badem çiçeği gibi pembe beyazdı. Gün, dışarının tüm kirini üzerine toplamış camlardan içeriye giriyor, varlığımdan arta kalana faydasızca dokunmaktan öteye geçmiyordu!
Bir ikindi vakti... Bütün diğer ikindi vakitleri gibiydi. Çoğalarak azalmak arasında bir çizgi üzerinde, boşluğun ürkütücülüğü ve usançsızca yükselen yaşama arzusuyla tutunmak çabası içine sığışmakla, başlangıçlar ve sonlar arasında bir yer aramakla geçiyordu.
Bir günün gecesi.. Bütün diğer geceler gibiydi. Ağrılı, sanrılı karanlıklarda, bir mum ışığından yansıyan aydınlığı fazlalaştırma gayretinden, yeni yeni ışıklar üretme telaşının etrafa saçtığı anlamsız umutlarla yoğrulup da yorulunca; yarına dair henüz tükenmemiş olan hayali beslemekle geçip gidiyordu.
Zamanı bu sayısız günlerde bir ata benzetmiştim: Beyaz bir kuluncuktu. Henüz yaşam tarafından örselenmemiş, yelelerine toz dahi konmamış, kulakları rüzgarın dövüşleriyle aşınmamış, dolgun bir olgunluğa erişmek için telaşlı ve heyecanlı..
Bekleyince; atlamayı, otlayarak karnını doyurmayı öğrenmek zorunda kalmıştı.
Gereğinden fazla bekleyince; mahmuzlandı. İşte ondan sonra incecik boynunu dik tutması bile güçleşti. Acınası bir hale bürünmüştü. Bir zamanlar bembeyaz olan tüyleri, kendi kendisini eriterek, terleterek kirlenmiş, beyazlığından eser kalmamıştı.