1
Yorum
9
Beğeni
5,0
Puan
59
Okunma

Şehrin gri ve bitap düşmüş solukluğu, pencerelerde buğu olup kaybolurken, adam ev anahtarını kapı kilide soktu. Her akşam aynı şekilde içeri girer, kaskatı sessizlikle karşılaşır, karanlıkta kıyafetlerini çıkarırdı... Ama o akşam evin içi, kendisine bir sürpriz hazırlamış gibi ışıldıyordu. Salonun avizesi, sıcak, altın rengi bir ışıkla yanıyordu. Televizyon, sessiz bir haber kanalında donmuş, ekranın mavi titremesi duvarları oynatıyordu. En şaşırtıcısı, ise köşedeki eski dökme demir sobanın kıpkırmızı korlar eşliğinde yanmasıydı. Odanın havası, kestane kokan bir huzmeyle doluydu. Adam donakaldı. Kapıyı açık unuttuğunu düşündü önce. Ya da hırsız? Ama içerideki düzen kusursuzdu. Üstelik, yemek masasının üzeri kurulmuştu. Tek kişilik. Tabağın yanında, buharı tüten bir kase çorba, taze kızarmış ekmek dilimleri. İçine bir şey katılmış olabilir miydi? Paranoyası beynini kemirirken, midesi guruldadı. Soğuktan titreyen kemiklerine işleyen soba sıcaklığı çağırdı onu. Oturdu çorbayı içti. Lezzet, tanıdık gelmeyen bir şefkat gibi sarmaladı onu. Korku, yerini tuhaf bir rahatlamaya bıraktı.
Sonraki akşamlar, bu sürprizler rutine dönüştü. İşten döndüğünde ışıklar hep yanık, soba hep kızgın, masada hep taze bir yemek olurdu. Televizyon, genellikle onun sevdiği sessiz bir klasik müzik kanalında açık bulunurdu. Başta her seferinde bir ürperti, bir gözlerini kapı aralıklarına dikme hali vardı. Ama hiçbir şey olmadı. Hiçbir ses, hiçbir hareket. Sadece ev, onun gelişini bekliyor ve karşılıyordu. Yalnızlığının keskin kenarları, bu sessiz hizmetle yumuşadı. Ev, artık dört duvardan ibaret değil, sıcak bir kucak, bekleyen bir dost gibiydi. Korku, yerini minnet dolu bir teslimiyete bıraktı. Kendini evin kollarına bıraktı. Onu besliyor, ısıtıyor, aydınlatıyordu. Bu, yalnızlığın en tatlı ilacıydı.
Ta ki o akşama kadar...
İş yerinde tanıştığı kadını eve getirdi. Cesareti kendinden menkul bir girişimdi bu. "Evim... sıcaktır," demişti, içtenlikle. Kadın, modern, gülen gözlüydü ve evin eski havasına tam bir tezat oluşturuyordu. Kapıyı açtılar. İçerideki manzara, adamın kanını dondurdu. Her şey karanlıktı. Soba sönmüş, taş gibi soğuktu. Işıklar kapalıydı. Televizyon ölü bir ekrandan ibaretti. Masada, ne bir yemek ne de bir tabak vardı. Sadece tozlu bir boşluk. Adamın yüzü kızardı. "Tuhaf... Her zaman..." diye mırıldandı, içerideki dondurucu havayı yutkunurken. Kadın, "Samimi bir yer," diyerek geçiştirdi, ama gözlerinde bir şüphe uyanmıştı.
Adam, panikle ışıkları yaktı. Ampuller, zayıf ve titrek bir ışık verdi, gölgeleri daha da derinleştirdi. Sobayı yakmaya çalıştı. Odunlar, inatla tutuşmayı reddetti, sadece ıslak bir duman çıkarıp bir süre sonra sönüyorlardı. Kadın, salonda dolaşırken, duvarlardan gelen bir hışırtıyı duyduğunu sandı. Tıpkı kumaş sürtünmesi gibi. Adam, "Rüzgar," dedi, sesi gergindi. Mutfağa geçtiler. Adam, buzdolabını açmak için elini kola uzattığında, dolabın metal kolu aniden buz kesmişti. Eli yapıştı neredeyse. Çekti, parmak uçları kıpkırmızı olmuştu. Kadın, "Burası da çok soğuk," dedi, kollarını sıvazlayarak. Adam, "Hemen düzelir," diye mırıldandı, içi korkuyla dolarken. Sobanın tutuşmamasına sinirlenmişti. Bir odun parçasını hızla sobaya fırlattı. Soba, o anda korkunç bir gürültüyle patladı. Kapak fırladı, içindeki soğuk küller ve tutuşmamış odun parçaları odaya saçıldı. Kadın çığlık attı, yüzü külle kaplandı. Adam, şaşkınlıkla küllerin arasında, küçük, solmuş bir kurdele parçası gördü. Tanıdık geliyordu, ama nereden?
O gece, evin ruh hali tamamen değişmişti. Sessizlik, düşmanca bir bekleyişe dönüşmüştü. Mutfakta su ısıtıcısını çalıştırdıklarında, su aniden fokurdadı ve taştı, kaynar su tezgaha yayıldı. Banyoya giren kadın, duşu açtığında, ilk başta buz gibi su aktı, sonra aniden kaynak bir buhar fışkırdı, neredeyse haşlanacaktı. Kapılar, kendiliğinden hafifçe aralanıyor ya da aniden çarpıyordu. Koridorda yürürken, kadının saçına sanki bir el dokunmuş gibi oldu. Döndü, kimse yoktu. Adam, "Hayal gördün," dedi, ama yüzü bembeyazdı. Evin atmosferi, yoğun, boğucu bir kıskançlıkla doluydu. Her köşede, görünmez bir varlığın öfke dolu bakışlarını hissediyorlardı.
En korkuncu, yatak odasında oldu. Kadın, yorgunluktan bitap düşmüş, adamın eski, geniş yatağına uzandı. Adam, pencerenin yanında durmuş, dışarıdaki karanlığı izliyordu. Birden, yatak, korkunç bir gıcırtıyla sallanmaya başladı. Sanki görünmez biri, öfkeyle itip çekiyordu. Kadın çığlıklar içinde yataktan fırladı. Yatağın çarşafı, sanki görünmez pençelerle paramparça edilmiş, yastıklar yerlere fırlatılmıştı. Odanın ortasında, kadının ayaklarının dibine küçük, porselen bir bebeğin başı düştü ve parçalandı. Adam, o bebeği hiç görmemişti. Kadın, delirme noktasına gelmişti. "Çıkmak istiyorum! Hemen!" diye bağırıyor, titriyordu. Adam, onu sakinleştirmeye çalışırken, yatak odasının kapısı, korkunç bir güçle kendiliğinden kapandı ve kilitlendi. Dışarıdan, kapının arkasında, tırnakla tahtayı tırmalayan bir ses duyuldu. Uzun, yavaş, işkence edercesine. Kadın, kapıya vurdu, çığlık attı. Adam, kapı kolunu zorladı, ama kolu bile dönmüyordu. Sanki kapı, canlı bir duvara dönüşmüştü. Hava, elektrik yüklü gibiydi. Nefes almak zorlaşıyordu. Sonunda, kapı aniden açıldı, sanki görünmez el onları kovuyordu. Kadın, gözyaşları içinde, eşyalarını bile almadan, evden kaçarcasına fırladı. Adam, arkasından bakakaldı, yüreği paramparça, aklı karmakarışıktı. Ev, şimdi derin, memnun bir sessizliğe gömülmüştü. Sobanın içinde, bir kor parçası yeniden kıpırdadı.
Adam, ertesi günü, kendini şehrin eski, loş sokaklarından birinde buldu. Havada yağmur kokusu ve eski taşların nemli soğukluğu vardı. Bir tabela: "Madam Elara ,Görülenler ve Görülmeyenler". Kapı çaldığında, içeriden kadifemsi bir ses, "Gel," dedi. İçerisi, ağır tütsü dumanı ve kurumuş otların kokusuyla doluydu. Raflarda garip şişeler, mumlar, tüyler vardı. Madam Elara, yaşlı ama gözleri genç ve delici bir kadındı. Adamı, deri kaplı eski bir koltuğa oturttu. Konuşmasına bile gerek kalmadı. Madam, uzun, soluk parmaklarını adamın alnına dokundurduğu an, irkildi. Gözleri, görünmeyen bir uçuruma bakar gibiydi.
"O ev..." dedi Madam Elara, sesi sanki çok uzaklardan geliyordu. "Taşların ve ahşabın içinde ,bir kalp taşıyor. Ama yanlış ritimle atıyor kalbi , çarpıntılı, hasta, saplantılı." Adamın nefesi kesildi. Madam’ın gözleri kapalıydı, ama sanki evin her köşesini görüyor gibiydi. "Sobanın sıcaklığı... masadaki yemek... hep o’nun eseri. Senin için. Sadece senin için." Adam, "Kim?" diye zorlukla sorabildi. Madam’ın yüzü buruştu, acıyla. "Genç... çok genç. Ömrü, o evin duvarları arasında bitti. Soluğu, taşlara, tahtalara, camlara sinmiş. Sevgisi... ölümünden daha güçlü çıkmış. Seni buldu. Seni... sahiplendi." Madam’ın eli, havada görünmez bir şekli okşar gibiydi. "Kıskanç. Ölümcül derecede kıskanç. Seni kimseyle paylaşmayacak. Hiçbir zaman." Adamın içi buz kesti. "Ne... ne yapmalıyım?" Madam Elara, gözlerini açtı. İçlerinde sonsuz bir hüzün ve korku vardı. "Kaç," dedi basitçe, ama kesin bir tonla. "O ev, artık senin değil. Onun. Ta ki senin soluğun da o duvarlara karışana kadar. O zaman... belki... rahat eder." Adam, cebinden çıkardığı o küçük, solmuş kurdele parçasını gösterdi. Madam, dokunmadan baktı. "Onun," dedi sadece. "Sana bağlılığının... tutsaklığının nişanesi."
Adam, Madam’ın loş dükkanından çıktığında, şehir artık tanıdık gelmiyordu. Hava, evin içindeki o boğucu sıcaklığın aksine, kemiklerine işleyen bir nem ve soğukla doluydu. Adımları, kendisini ister istemez o lanetli sığınağa doğru sürüklüyordu. Kaçma fikr aklına yattı, ama evin ona sunduğu o ilk sıcaklık, o yalnızlık ilacı, hala içinde bir sızı bırakmıştı. Kapıyı açtı. İçerisi... korkunç bir "hoş geldin"le karşıladı onu.
Her yer kırmızıydı, salonun avizesi sarı ışığı değil, kan gölünü andıran koyu, dalgalı bir kızıllık yayıyordu. Duvarlar, bu kızıl ışıkta terliyor gibiydi. Soba, korkunç bir fırın gibi kızarmış, kapısından dışarı alevler sızıyor, odanın havasını yakıcı bir sıcaklıkla dolduruyordu. Yemek masası, tek kişilik olarak kusursuzca kurulmuştu. Ama tabağın içinde, pişmiş et değil, koyu, pıhtılaşmış bir sıvı vardı. Kokusu, demir ve çürümüş çiçekleri andırıyordu. Televizyon ekranı, parazitli bir karıncalanma içinde, belli belirsiz, uzun, siyah saçlı bir gölgeyi gösteriyor, sonra kayboluyordu.
Adamın nefesi kesildi, kaçmalıydı. Ama ayakları onu salona, sobanın önüne sürükledi. Sıcaklık, yüzünü yakıyordu. Duvarlardan, tırnakla kazınan bir ses yükseldi. Yavaş, ısrarlı, acı dolu...Sanki taşın içine bir şey kazınıyordu. Adam, sesin geldiği yöne, yemek masasının yanındaki duvara baktı. Eski duvar kağıdının altında, taze, kırmızı çizikler beliriyordu. Bir kelime oluşturuyorlardı, kanla yazılmış gibiydi.
"BENİMSİN"
Döndü, kapıya koştu. Kapı kolu buz gibiydi, ama bu sefer yapışmıyordu. Kolu çevirdi. yine de açılmıyordu. Tüm gücüyle itti, çekti, tekmeledi olmadı. Sırtını duvara yasladı , işte o an duvar onu içine çekmeye başladı.
Artık Adam evin bir parçası olmuştu...
Çağdaş DURMAZ
5.0
100% (3)