7
Yorum
19
Beğeni
0,0
Puan
245
Okunma


İstanbul’dayım. Kuzenlerimi görmeye gidiyorum. Merdivenlerde Eylo’ya rastlıyorum. Haberleri yoktu, süpriz yaptım. Beni karşısında görünce şaşırıyor. "Aaa merooo! Nerden çıktın sen?" Diyor. "Süpriz yumurtadan çıktım! İstediğin gibi parçalarımı monte edebilirsin." Sarılıyorum Eylo’ya olanca hasretimle, o da bana...Bilmem kaç kez öptüm Eylo’yu, kızı tükürüklere boğdum muah muah! Eylo’nun elinde bir karton var, o da bir etkinliğe gidiyor. Haftasonu oldu mu Eylo’yu evde bulamazsınız, onun başını alıp gideceği ve takılacağı bir sürü yeri vardır. "Sen gir içeri" diyor, "ben birazdan gelirim."
Merdivenlerden çıkıyorum, kapı açık...Evde kimse yok gibi, ne o, ne Cano...Lavaboya gidiyorum, ellerimi yıkıyorum. Yan yana iki klozet var, bu bana çok saçma geliyor. Biri heralde onunki diyorum, ayrı kullanması gerekiyor mikrop kapmaması için.
Banyonun kapısı buzlu camdan ve çift kanatlı...Sesini duyuyorum telefonda konuşuyor. Cama yaklaşıyor, kafasını değdirip sanki içerde bir hırsızın kokusunu almış gibi yokluyor ama kapıyı açmıyor, üstelik gündüz vakti lamba da açık ama bir pencere de yok. Ben onu görüyorum da o beni görmüyor. Buzlu camın önünde, bir adımlık mesafeden kokusunu alıyorum, gül suyu bu, o sever.
"Beni ilgilendirmiyor Ayfo, onunla bi daha asla konuşmayacağım, kalbim çok kırıldı! Bundan böyle kimseye eyvallahım olmayacak valla bak! Hiç de kafaya takmayacağım, babamın oğlu da olsa umurumda değil resti çekeceğim!" Diyor kiminle konuşuyorsa artık...Tam da zamanında gelmişim, beni görse kalpten gider şimdi. Görünen o ki buzlar hãlã erimemiş, bu kapıyı takma fikri de eminim ondan çıkmıştır. Az önce olduğu gibi gururla camdan yansıyan gölgesini seyrediyordur. Bi pişman oluyorum, hangi akla hizmet ayağına gelmişim. Ben de gurur yok mu, bir tek sende mi var? Sen inatsan ben de keçiyim.
"Beni görünce acaba nasıl tepki verecek?" diyorum. Endişeliyim, kapıyı açmaya korkuyorum. Buna hazır mıyız, bilmiyorum. Buraya gelmekle iyi mi yaptım, kötü mü? Öyle görünüyor ki hayatından birini daha pirinç gibi ayıklamakla meşgul. Biz birbirimizin hayatından ne güzel sessizce çıkıp gitmiştik, hesapları kapatmıştık. O da hiç oralı olmamıştı, o da zaten dünden razıydı.
Kabuk bağlamaya yüz tutan ve birbirinin acısını yabancı gibi uzaktan seyreden yaralarımızı tekrar açıp kanatmak niye peki? Ne çor soktu da sana buraya geldin! Kapı açılınca her şey netliğe kavuşacak ama bununla yüzleşmeye cesaretim yok! Allah kahretsin! Ulan şu gururunu bir kenara bırak artık be! Lan maymun seni çok özledim! Seni çok özledim! Seniiii var ya...ulan senin ben sıfatına tükürim!
...
Abim "sizin aranızda ne var, n’oldu, sen niye böyle yapıyorsun?" Diyor. Sesim titremeye başlıyor adını duyunca. "Ya boş veeer be kızım! Siktir et uzatma!" diyor. "Abi!" Diyorum "bak ben iki kişiyi birden kaybettim, ben onu da öbürüyle beraber mezara gömdüm! Sen bunun ne anlama geldiğini biliyor musun? Bir anda iki kişi hayatından çıkıp gidiyor, bir anda bomboş bir çukura gömülüp kalıyorsun! Bu ne demek haberin var mı? Sen söyle ben şimdi nasıl hiçbir şey olmamış gibi yapim! Bir daha onun adını ağzına alma yoksa senin de kalbini kırarım! Ben zaten alışkınım, gelen vuruyor, giden vuruyor bana koymuyor anasını satim!"
...
Kapıyı açıyorum ya da o mu açtı emin değilim. Yüzünde şok bir ifade, afallıyor beni görünce...Öyle bir ifade ki; sevinçle öfke iç içe karmakarışık. Boynuna sarılıyorum "seni çok özledim!" diyorum. Hãlã benimle konuşmuyor, hãlã kapı duvar! Konuşmakla susmak arası tek tük mırıltılar çıkıyor ağzından. Kolumdan tutup kapıya koysa; ayaklarına kapanıp köpek gibi paçasına yapışıp yalvaracağım. "Kulun kölen olim böyle yapma! Konuşalım, önce bir beni dinle!" falan diyeceğim ya da bugüne kadar adıyla bile yetinip avunmuşken, şimdi de hiçbir şey demeden hayatından sonsuza dek defolup gideceğim.
...
Annemle alışverişe gidiyorum, bir elbise ve birkaç bi şey alıyorum. Annem diyor "o kadar üstbaş, o kadar kıyafetin var hãlã gözün doymuyor! Hãlã çocuk gibi her gördüğünü almak istiyorsun" "Anne!" diyorum "düğünde ne giyinim? Bir jeans bir de tişört mü? Bırak çocukken giyemedim bari şimdi giyim!" Eve geliyoruz, zil çalıyor kapyı açıyorum, küçük bir kız bir şeyler istiyor, üstümde para olmayınca ben de kıza aldığım elbiseyi hediye ediyorum. Elbise çok güzel açık nude rengi, etek boyları geniş fırfırlı...Camdan bakıyorum kız elbiseyi giymiş bile, yarısı ayaklarının altında...Kendi kendime diyorum "kız bunu nasıl giysin? İçinde çuval gibi durdu keşke başka bir şey verseydim, bu elbise bir on sene sonra ona anca olur! Boşu boşuna elbiseyi de verdim, düğünde ne giyineceğim şimdi?" Kendimi mi düşünüyorum, kızı mı belli de değil...
Muhammed aklıma geliyor, Samed ve diğer çocuklar. Oğulcan "Muhammed size şarkı söylemek istiyormuş ama utanıyormuş!" Diyor. Dağılan dikkatimizi bir anda çocukta topluyoruz, daha doğrusu ellerinde poşetlerle az önce dükkandan çıkan turistler şimdi de ellerinde sigaraları; sanki çuf çuflu bir trenin ağır tüten dumanını oracıkta ciğerlerine çekmişler gibi dudak arasından nazlı nazlı havaya süzdükleri nikotinli bulutlara birer çift kanat takarak hemencecik uçurup geri püskürtüyorlar göğe...Muhammed gerçekten de çok çekingen, çok içine kapanık, gözleri nemli ve hüzünlü bakan masum bir çocuk. Onun hüznü direk kalbime vuruyor. Çocuğu alkışlayıp yüreklendiriyoruz "hadi söyle şarkını Muhammed! hadi söyle!" Söylüyor, sesi de fena değil güzel çocuğun ama ben hãlã onun gözlerindeyim. Herkes olmasa da birkaçımız harçlık veriyoruz, garibim seviniyor. Biraz sohbet ediyorum "Muhammed kaç yaşındasın?" "12 abla!" Diyor. "Canım sen okula gidiyor musun?" Gidiyormuş. "Büyüyünce ne olacaksın?" "Polis!" Diyor. "Annen, baban sağ mı peki?" Evet, diyor. "Tatlım sen niye böyle üzgünsün? Bir şey mi oldu, anlatmak ister misin?" "Yok abla!" Diyor ama gururlu çocuk açık etmese de acıklı gözleri bir şeylerin ters gittiğini bas bas yüzüme haykırıyor zaten. Muhammed’e sarılıp üç kez öpüyorum tatlı yanaklarından. Üç benim uğurumdur, üçte keramet vardır, belki çocuğa bi uğur falan getirir. Ben sonra tekrar sarıldım Muhammed’e, tekrar kucaklayıp öptüm ve onu motive edecek, onu yüreklendirip sevindirecek birkaç tatlı söz dizimi daha sıraladım.
Figen abla bir gün sonra yanıma geldi. "Sen o çocuğa hani öyle kaç kez sarılıp öptün ya, bu bana çok dokundu biliyor musun! O kadar samimi ve içtendin ki; çok hoşuma gitti senin bu şefkatli hareketin, bu sıcaklığın!"
Figen abla bunları söylerken gözleri doluyor, onu da sarılıp öpüyorum. "Figen abla o çocuk öyle üzgün bakıyordu ki bize, onun yarasını işte tam da şuramda hissettim. Benim yaptığım çok da bir şey değildi aslında, sadece öpüp sarılarak kanayan yarasını bir günlüğüne pansuman ettim."
Başka bir gün de Gönül abla mola verdiğimiz yerde yanımıza gelip "annenle seni böyle gördüğümde anacığım hep aklıma geliyor, çok tatlısınız ya!" diyor ve bunu hemen hemen her gün dile getiriyor, her gün annemle bana bakıp öyle bir ah çekiyor ki! Turdaki diğer kadınlar da "ay ne güzel! hiç anne kız gibi durmuyorsunuz, sanki arkadaşsınız!" Evet annemle diyaloğum bu şekilde, şakalaşırım, takılırım anneme...Bi gün Gönül abla yine geldi yanımıza "ben artık daha fazla dayanamayacağım!" Dedi ve anneme arkadan sarılıp öptü. Biz yine dinlenme tesislerinde mola vermiştik, annemle karşıklı oturmuş çorba içiyorduk. Baktım Gönül abla ağlıyor, gittim ona da sarıldım, onu da öptüm. Abi herkes yaralı, herkesin bir acısı var, öp öp bitmiyor, geçmiyor! Kurban olduklarım hangi birinizi sarılıp öpeyim şaşırdım! Bol öpücüklü bir tur gezisiydi benim için velhasıl...
...
Camdan bi bakıyorum yanındaki gençle beraber, iki jantı ve tekerleği birbirinden farklı eski bi reno arabaya binip gidiyorlar elbise verdiğim kız...Lan bunlar çeteymiş ya, kandırdılar beni...
"Ulan!" diyorum "bunlar o kadar da fakir değilmiş ya!"
...
Annem Doğan abi’ye "kızımı tatile ben götürüyorum, biraz kafasını dinlesin!" demiş. "Niye öyle söyledin ki anne, ne gerek vardı buna şimdi?" diyorum. Diyo ki "kendimi ezik hissettirmek istemedim!"
"Haaa öyle mi? Bu durumda ezik ben oluyorum yani öyle mi, valla çok iyi düşünmüşsün anne!":)))
Doğan abi Almanya’dan Türkiye’ye yerleşmiş, bizim de komşumuz, sağolsun havaalanından aldı beni...Adam karısını bile servisle gönderiyormuş. Dedim "teşekkürler Doğan abi sana da zahmet oldu!"
"Babanın hatırı bende çok!" diyor "lafı bile olmaz!"
Benzin parasını zor sıkıştırdık cebine...
İki üç kez de karşılaştık kapıda "gitmek istediğin bir yer varsa söyle seni götürim!"
"Kitapçıya gidicam abi yakın buraya, minibüsler de kalkıyor zaten."
"Hangi kitapları okuyorsun?"
"Şiir, roman, klasikler, hikãyeler...kendim de karalıyorum bir şeyler."
"Öyle mi?"
"Kimseye söylemiyorum abi!"
"Gizli bir anonim şairsin yani..."
"Hahaha evet öyle de denilebilir."
"Çok güzel...çok güzel!"
Doğan abi beni her gördüğünde "kızım!" diyordu ve bu seslenişi de bana çok içten geliyordu.
...
Yerin altında depo gibi bir yerdeyim. Orda duş alıyorum, orda giyiniyorum, bütün eşyam orda sonra misafir olduğum eve geçiyorum. Diyorlar ki "gezmeye gidelim!" Haydaaa! Tekrar Allah’ın beni unuttuğu o sığınağa gidip hazırlanmam gerekiyor. Oraya varınca içimden "hay allah! niye akıl etmedim çanta gibi bir şey getirseydim ya bu eşyaları yerleştirip götürseydim buraya da bi daha gelmek zorunda kalmasaydım!" diyorum. Kuş uçmaz kervan geçmez, in cin top oynuyor burda. Etrafıma bakınca ürküyorum abi, gerçekten de duvarların her bir uzvundan kasvet damlıyor resmen, hiç iç açıcı değil burası mero ben sana söylim. Korku filmlerinde olur ya hani lambalar yanar söner, ara ara öyle oluyor. Kendi kendime diyorum "mero kaç kızım kaç kurtar kendini!"
Kapşonlu sweatshirtlerim, pantolonlarım, spor ayakkabılarım her şeyi bi yere fırlatmışım. Ne çanta var ne bir poşet, elimde tutup götürsem baya bi yürüme mesafesi var kollarım kopar. Sonra karşı duvara bakıyorum, orda eski yazıtları andıran resimler beliriyor. Ya diyorum ben nerdeyim, burası Göbeklitepe olmasın? Bir grup yabancı arkeolog çıkıp geliyor sonra duvarı incelemeye başlıyorlar, yine takım çantaları, fırçaları yok bilmem neler neler, sürü gibi doluştular buraya...
Ulan! Diyorum, "Bizim arkeologlar nerde? Kendi işimizi niye bunlara yaptırıyoruz? Bu şerefsizler şimdi yürütür bu tarihi eserleri!"
Sonra birden duvardaki projeksiyonlu ekranda kendi kendine, daktilodan bozma "tık tık tık" sesleriyle, siyah renkli yazılar belirmeye başlıyor. Hepimiz put gibi dikilmiş şaşkın şaşkın karşı duvarı seyrediyoruz.
"Lan siktir olup gidin, kafamı bozmayın benim ha sıçarım ağzınıza! Ulan hanzolar siz kimin mekanında kime posta koyuyorsunuz? Burası benim krallığım! Topuğunuza sıkarım alayınızın ha! Defolun lan piç kuruları!"
En sonda da tipsiz kendini gösteriyor ekranda. Siyahlar giymiş yüzüne de bir scream maskesi takmış ama bu daha profesyonel, daha farklı güçleri var, cin gibi bir şey bu gibisi fazla hatta bildiğiniz cin yani...Herkes kaçmaya başlıyor tabi, bir anda herkes geldiği gibi tüyüyor, ben kalıyorum mu abi sap gibi ortada! Nereye gidim ne b.ok yiyim bilmiyorum! Baktım herkes vıııın topukluyor ben de koşmaya başladım hayvan gibi. Kapılar birden sır olunca ben de camdan aşağı atladım. Yapraklarını dökmüş çıplak bir ağacın dalları arasına düşüp asılı kaldım. Ağacın etrafını tel örgülerle kapatıp zincir vurmuşlar ve bu da yetmezmiş gibi kilitlemişler bir de...
Bu kadar da şansızlık olmaz be abi? Kendi kendime hayal ediyorum kaç saat, kaç gün dayanırım böyle acaba? Kaç gün sonra can veririm, kaç gün sonra leşim kokar? Kaç gün sonra akbabalar başıma üşüşür? Kafamda kuruyorum da kuruyorum vakit çok nasıl olsa...
Ben düşünceler aleminde dokuz doğururken; tam o sırada aşağı yoldan beyaz bir murat 131 geçiyor, şoför yarı açık camından cıgarasını içiyor. Görür görmez bağırmaya başlıyorum:
"İmdat imdaaaatttt! Yardım edin yardım edin! İtfaiyeyi çağırın!"
Adam kafasını "tamam!" anlamında sallıyor, köşeye yanaşıp park ediyor.
Ağaç çıplak, ben don atlet buna da şükür ya rabbi! Hadi yine yırttın mero iyisin.
m.g