0
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
57
Okunma

Büyük bir kar küresi gibiydi sokaklar. Parmaklarının arasından süzülüp yanaklarına ulaşan kar taneleri onu çok mutlu ediyordu. Babasının elinden tutup caddeyi geçtikten sonra çıkmaz bir sokağa girdiler. Turuncu sokak lambalarının aydınlattığı kar örtüsü gözünü alıyordu. Henüz bozulmamıştı ütüsü. Kendine has motifleriyle mermer kaplı evler karşıladı onları; her biri üç katlı, önlerinde küçük bahçeleri olan evler…
Babasının elini bırakıp koşmaya başladı. “Gırt gırt” sesleri çıkararak botlarıyla karın üzerinde izler bırakıyordu. Çocukluğunun hikâyesini yazıyordu bembeyaz bir sayfaya. İçi içine sığmıyordu. Bu gece sabaha kadar uyanık kalabileceğini düşünmek onu ayrıca mutlu ediyordu.
Beyaz boyalı kapıdan ailece avluya süzüldüler; bir büyüden başka bir büyüye geçer gibi. Küçücük bahçede rengârenk kış çiçekleri karşıladı onları. Hele kar rengine yakışan o kırmızılar… “Ne kadar da güzeller,” diye geçirdi içinden.
İçeriden kalabalık sesleri yükseliyordu. Kahkahalar müziğe karışıyor, şarkılara düetler yapılıyordu. Atkısını ve montunu ev sahibine verip kendilerine ayrılan köşeye geçtiler. Yakılan tütsünün kokusunu içine çekerek, gecenin ilk adımını atar gibi bir kenara ilişiverdi.
Salonda serilmiş yer örtüsünün üzerinde çeşit çeşit yiyecekler vardı. Masallardaki saray sofralarını andırıyordu: tanelenmiş narlar, dilimlenmiş kış karpuzları, elmalar, çerezler… Tam ortasında ise küçük bir rahle üzerinde siyah ciltli bir kitap duruyordu.
Yaşlı adam, bastonuna yaslanarak sofrada kendine ayrılan yere oturdu. Diğerleri de etrafına yerleşti. Aslında oradaki tek misafir kendileriydi; diğer herkes bu evin çocukları, torunlarıydı. Bu gecede ailenin en büyüğünün evinde toplanmak adetti; uzaktan yakından herkes eksiksiz oradaydı.
Önce biri bir şiir okudu, saçlarında kırlar olan adam. Ardından bir başkası. Sonra çocukluk anıları anlatıldı. Bir ara en küçük olanları ayağa kalkıp şiirini okudu. Babası bu dinletileri hayranlıkla dinliyordu. Evde büyük küçük herkesin şiir bilip okuması ne güzeldi. Zaten dilin kendisi başlı başına bir şiirdi.
Bütün bu muhabbetlerin arasında ailenin en büyüğü, evin dedesi doğruldu. Ortadaki siyah ciltli kitaba uzandı. Rastgele bir sayfa açmadan önce başını kaldırdı.
“Bu gece,” dedi, “Şeb-i Yelda’dır.”
Bastonuna biraz daha yaslandı.
“Yılın en uzun gecesi… Sadece astronomik bir olay değildir. İnsanın hayatındaki en karanlık, en uzun bekleyişleri anlatır. Ama karanlığın uzaması, umudun bittiği anlamına gelmez; tam tersine, aydınlığa en yakın olunan zamandır.”
Sonra, gecenin şiirsel anlamını beslercesine, Hafız-ı Şirazi’den bir beyit okumaya başladı:
Yâdında mı doğduğun zamanlar;
Sen ağlar idin, gülerdi âlem.
Bir öyle ömür geçir ki olsun,
Mevtin sana hande,halka mâtem...
O anda salonda bir sessizlik oldu. Sanki herkes aynı nefesi tutmuştu. Dışarıda kar usul usul yağmaya devam ediyor, pencereye vuran taneler şiirin son kelimesinde durup dinleniyordu.
Yaşlı adam kitabı kapattı. Elini siyah cildin üzerinde bir süre gezdirdi. Gözleri uzak bir yere takılı kaldı; belki çocukluğuna, belki artık kimsenin bilmediği bir zamana… Sonra hafifçe gülümsedi.
“Bu dizeler…” dedi, kısa bir duraksamadan sonra,
“İnsanın kendine yazdığı en ağır nasihattir.”
Kimse konuşmadı. Çünkü herkes, söylenenlerin zaten kalbinin bir yerinde durduğunu biliyordu.
Çocuk, dizlerini karnına çekmiş, sofranın ucunda sessizce oturuyordu. Şiirin kelimeleri, anlamından çok sesiyle yer etmişti içine.
Bir süre sonra çaylar tazelendi. Nar tanelerinden birkaçı sofradan yuvarlanıp gitti. Sohbet yeniden başladı ama sesler artık daha yumuşaktı. Herkes kelimeleri seçerek, yavaş yavaş konuşuyordu.
Gece ilerledikçe göz kapakları ağırlaştı. Ama uyumak istemiyordu. Çünkü biliyordu: Bu gece geçerse, her şeyden biraz eksilecekti; karın büyüsü, şiirin yankısı, dedenin sesi…
Sonra biri ona bir battaniye getirdi. Omuzlarına örttü. Salonun ışıkları loşlaştı.
Dışarıda ise sokak hâlâ bir kar küresiydi